09 Aralık 2001 22:00

Açlık her zaman kapılarında

'Açlıktan ölüm' haberleri gelmeye başladı artık. Her an her yerden yenilerinin geleceğini de herkes biliyor. Geçen eylül ayında üç aylıkken ölen Nazife'nin ise haberi bile yapılmadı.

Paylaş
Açlık her zaman kapılarındaRojda İldan - Şahin Bayar Üç ay önce, Sultançiftliği'nde üç aylık bir bebek, haber konusu bile olamadan sessizce açlıktan öldü. Bebeğin adı Nazife'ydi. Ailesi onu gömmek için para bile bulamadı, komşular gömdü Nazife'yi. Belediyenin doktorları geldi ölüm nedenini araştırmaya, hiç eti yoktu çocuğun; anneannesi diyor ki "Kemikleri ayrılmıştı birbirinden kızın."Nazife'nin annesi Hamide 21 yaşında. 16 yaşında evlendirilmiş, resmi nikâhı yok, kocası eve bakmıyor. Üç çocuk doğurmuş, biri açlıktan ölmüş. Dört yaşındaki oğlu Emre'nin kalbi dört yerinden delik. Doktor, "İyi bakılması lazım 4-5 yaşında ameliyat ederiz" diyor ama Hamide Emre'ye bakamıyor; doktora kontrole bile götüremiyor, ameliyat ettiremiyor; "Parasızlık yüzünden". Hamide ve hayattaki iki çocuğuna Hamide'nin anne ve babası yani Döndü ve Satılmış Avcı bakıyor. Meslekleri kâğıtçılık; belediye dökümhanesinden kâğıt topluyorlar. Onların da dört çocuklarından ikisi özürlü; hâlâ açlıktan ölmedilerse 'Komşular sayesinde'...

Cenazeyi kaldıramadılar Hamide Avcı, Sultançiftliği'nde bir apartmanın girişinde yaşıyor. Kaldığı yer ev değil, bir dükkân. Sokağa bakan cephe boydan boya cam. Perdelerin arasından içerisi gözüküyor. Bu evde, beş kişi yaşıyordu üç ay öncesine kadar. Hamide, eşi ve üç çocuğu. Üç ay önce bir eksildiler, 2001'in Temmuz ayında hayata gözlerini açan Nazife, eylülün yedisinde üç aylıkken öldü. Sebebi, açlık. Bebek sürekli ağlıyordu. Doktora götürdüler. Doktor, "Gazı var bir de beslenmesi gerek, bakımsız" dedi. Anne sütünün yetersiz geldiği Nazife'ye 20 milyon liralık mama yazdı. Hamide bebeğine mama alamadı; ölüm döşeğinde doktora bile götüremedi. Nazife evde öldü. Belediye eve doktor gönderdi, ölüm nedenini araştırmaya. Acaba boğmuşlar mıydı? Yoksa dövülerek mi öldürülmüştü? Nazife'nin anneannesi diyor ki, "Doktor geldi baktı. Kemikleri ayrılmıştı, eti yoktu." Ailesi Nazife'yi gömecek parayı bile bulamadı. Bir komşu arabasına aldı, yıkamaya götürdü, bir başkası mezar parasını verdi. Nazife şimdi Metris Cezaevi'nin karşısındaki uyanamayacağı bir uykuya dalmış. Ondan kalan bir fotoğraf bile yok.

Oğlu için korkuyor Bebeği bakımsızlıktan ölen bir anne ne hisseder? Hamide, 16 yaşında görücü usulüyle tabiri caizse 'dolandırılarak' evlendirildi. Kocasının kumarbaz olduğu, daha önce başkasıyla evlendiği ona ve ailesine söylenmedi. Kocası resmi nikâh kıymadı. Çocuklarının nüfus cüzdanı yok. "Beyim umursamaz biri" diyor çocuğunun ölümünden bahsederken. Bebeğini hatırlarken gözleri dolmuyor. Daha büyük felaketlerden korkuyor. Hayattaki çocuklarının adları Emre ve Seyfullah. Emre 4 yaşında. Kalbi dört yerinden delik. Annesi bir zamanlar doktora götürdüğünde doktor, "İyi bakılması lazım. 4-5 yaşında ameliyat edeceğiz" dedi. Hamide, Emre'ye iyi bakamıyor, "Ameliyat için para yok" diyor. Hamide çocuklar nedeniyle çalışamıyor, "14 yaşında babası sokağa atmış, anne baba, aile sevgisi görmemiş" diyerek her şeye rağmen hoşgörmeye çalıştığı kocasıysa bulduğu her kuruşu kumara yatırıyor, Hamide bazen karşı çıkıyor, dayak yiyor. Kendisine ve çocuklarına ise, anne ve babası bakıyor. Onlar nereden mi buluyor? Bir çöplükten, bir de konu komşudan. Peki bu hal nereye kadar böyle gider? Hamide diyor ki, "Bilmiyoruz. Belki çocuk düzelir, sabredeyim diyorum, olmuyor. Bekledikçe çocuk daha kötüye gidiyor."

'Ev' iki göz gecekondu Hamide, ailesiyle aynı mahallede oturuyor. Annesinin adı Döndü, babasınınki Satılmış. İkisi de 'gün yüzü göremeden' 47 yaşlarına gelmiş. Dört çocuğu olmuş Döndü Avcı'nın. En büyüğü Hamide. Sonraki 18 yaşındaki Murat, sonraki 14 yaşındaki Hıdır, en sonuncusu 11 yaşındaki Handan. Murat ve Hıdır zihinsel özürlü. Murat'ın aklı 4, Hıdır'ın ki 6 yaşında. Murat Bağcılar'a özürlüler okuluna gidiyor, Hıdır gidemiyor. Handan, okuyor. Bu sene kitaplarını ablası komşulardan toplayıp getirmiş. Handan okumak istiyor ama nasıl? Ders çalışacak yer de, ortam da yok. Ev iki göz gecekondu. Yandaki gecekondular gecen yıllarda apartmanlaşırken onların evi gecekondu kalmış. Evin girişine oradan buradan toplanan eşyalar yığılmış; bozuk bisiklet, tahtalar, çöpten alınan oyuncaklar. Evin holü de, yatak odası da, mutfağı da buz gibi. Komşuların getirdiği erzak ve giysiler yerlerde. Montlar, kazaklar sırılsıklam. Çatıdan sular damlıyor. Tuvalet ve mutfak birbirine açılıyor. Tuvaletin deliğine büyükçe bir taş konulmuş, 'delikten fare çıkmasın' diye. Bu taşa rağmen eve giren fareler için ise kapan hazırlanmış. Bir tahta parçasının üstüne sürülen tutkalla yapılan bu kapana gülüp geçmemek lazım! Bir minik fare yapışmış bile. Kapanın yanında ekmek poşeti; onun yanında turşu şişesi. Avcı ailesi, bu konduyu 1987'de İstanbul'a gelince almış. Niye İstanbul? Satılmış Avcı anlatıyor: "Sinop'taydık. Bizim tarlalara baraj kurdular. Buna karşılık arsa verdiler ta Hatay'da. Gitmedim. Para aldım. Geldim İstanbul'a." Aile verilen paraya bu konduyu almış.Geldiklerinde 4 ay bir yorganın altında yatmışlar 4 kişi. Onlar İstanbul'a geldi, çünkü 'Taşı toprağı altın bildikleri' bir İstanbul vardı. Bildikleri gibi olmadı. 2001'in 12. ayında diyor ki Satılmış Avcı, "Çok hevesle geldim İstanbul'a ama geldim geleli hiç yüzüm gülmedi."

Komşuların yardımıylaSatılmış Avcı, geçimini 'belediyenin dökümhanesinden' yani çöplükten topladığı kâğıtlarla sağlamaya çalışıyor. El çizgileri, siyah çizgiler haline dönmüş. El ve ayak tırnakları doğal rengiymiş gibi kara artık. Bu iş, onun geçimini sağlamasına yetmiyor. Kriz öncesi karınlarını doyuracak kağıdı toplarlarmış karısıyla, karısı hastalanmış, kriz vurmuş. Şimdi bu rakam hayal... Avcı, "15 gündür konu komşu ne getiriyorsa onu yiyoruz. Allah komşularımdan razı olsun" diyor. İftar sofraları zengin. Dört çeşit yemek var. Börek, ıspanak, çorba ve yoğurt. Ama bunlar Avcı'nın da dediği gibi komşulardan: "Şunun ununu Erzincanlı Musa getirdi. Bunu o komşu, bunu o komşu getirdi. Bir ekmeği parayla aldım. Ama onu da kazandığımla aldım dersem yalan olur. Dostun, komşunun verdiği parayla aldım."Durum bu. Satılmış Avcı şükrediyor, çünkü geçen her gün gelecekte aranacak bir gün olabilir. Bunu yaşadığı günlerin deneyimiyle anlatıyor, gözleri dört çeşit yemeğin olduğu yer sofrasında: "Ben geçen sene burada ağlıyordum. Hanımdan sonra ben de hastalanmıştım. Sekiz buçuk ay evde yattım. Yarabbim bana bir kuru ekmek ver o kadar dedim. Kalktık ayağa çok şükür."

'İki ev geçindiriyorum'Onların eline her geçen Hamide'nin evine yollanıyor, bölüştürülerek. Satılmış Avcı, "Yeğenim söylemek ayıptır ama iki ev geçindiriyorum. Kömürü, yakacak odunu, yemeği bizden götürüyor kız. Allah ne gönderdiyse paylaşıyoruz. Kömürü odunu ben parayla mı alıyorum? Yok. Yıkılan inşaatlara gecekondulara gidip oradan topluyoruz. Kocası bin lira bulsa kumara yatırıyor. Ben de bu kızımı mahçup etmemek için veriyorum" diyor. Döndü Avcı daha gerçekçi konuşuyor: "Biz olmazsak kendisi de ölürdü açlıktan."

'Yoksulun ömrü kısadır'Döndü Avcı, kalp hastası. İlaçlarının aylık tutarı 210 milyon lira. Yeşil kartları var ama onunla ilaç alınmıyor. Üç ay önce bir komşuları ilaç almış, ilaçlar bitmiş. Avcı'nın gözleri doluyor; eşinden bir sigara istiyor, sonra ağlamasının sebebini anlatıyor: "Biz ölürsek bu oğlanlar ne olur? Sokakta hep dövüyorlar onları, bari biri çıkıp da bir yurda alsaydı onları. Çok üzülüyorum, Doktor üzülme daha kötü olursun diyor. Bunları düşündükçe nasıl üzülmeyeyim?" diyor. Satılmış Avcı bir cümleyle özetliyor korkunun nedenini: "Yoksulun ömrü kısadır yeğenim."Zenginler, iftarlarını otellerde yurtdışından ithal masalarda, dünyanın en iyi aşçılarının ellerinden çıkan yemeklerle açıyor; çocuklarını en güzel okullarda okutuyor. Satılmış Avcı, bunları çok 'kafaya takmıyor'. Sebebini, "Bunları düşünsek, kafayı yeriz" diyerek açıklıyor. "Kasapların önünden geçerken kafamı o tarafa dönüyorum. Televizyonda reklam çıkıyor ben deli oluyorum. Çoluk çocuk görüp canı ister. Kasaba yıllardır girmiyorum, etin ne kadar olduğunu bilmiyorum" diyen Avcı bu hayatta 'mahçup'. İsyan ederken bile eziliyor: "Bize düşmez bu kelime ama benim bir gün gittiğim yere bir zenginin, kodamanın çocuğu gitmez." 'Nereye kadar şükredilir?' Bu evde akla gelen soru bu. Onların İstanbul'a gelirken kurdukları kocaman hayaller artık bit büyüklüğünde bile değil. Tek hayalleri, kimseye muhtaç olmadan bir lokma ekmek yemek, bir de bir yerlerini açıkta bırakmayacak kıyafet. Ama o da olmuyor...
ÖNCEKİ HABER

İşkence küreselleşiyor

SONRAKİ HABER

İşkence gördüğünü söylersen belki!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa