30 Kasım 2001 22:00

İnsana ve haklarına neler oluyor?

Bu yıl, 10 Aralık İnsan Hakları Günü özel bir dönüm noktasında kutlanacak. Çünkü, 11 Eylül sonrası gelişmeler pek çok alanda olduğu gibi insan haklarında da tahribatlar yaratıyor.

Paylaş
İnsana ve haklarına neler oluyor?Hazırlayan: Nuray Sancarİlk insan hakları bildirisinin 18. yüzyıl sonunda Fransız Devrimi sırasında yayınlandığı biliniyor. Ancak insan haklarının kapsadığı alanlar bu ilk bildirgenin ardından değişti, ilk halinden farklılaştı. Bu ilk bildirge, beyaz-Avrupalı-erkek-mülk sahibi kesimleri "insan" olarak görüyor ve hakların tanımı buna göre yapılıyordu. Bildirgeye ilk tepki kadınlardan geldi ve kadın hakları mücadelesi o zamanki insan haklarının cins ayrımcılığına dayalı özünü sorgulayarak ezilen cinsin de haklarının tanınmasını, sonra da eşitlik temelinde, hukuki bir biçime sokulmasını insanlığın gündemine getirdi. İnsan hakları, burjuvazinin "Eşitlik, özgürlük, kardeşlik" sloganının cisimleşmiş ifadelerinden biriyse, mülk sahibi-burjuva-erkek-beyaz bir insanı model olarak alıp onun haklarının ifadesi olmamalıydı. Ama bunun için dünya tarihinde bir dizi mücadelenin yaşanması gerekiyordu. Daha başlangıcından, eşitlik ilkesine aykırı bulunarak eleştirilen insan hakları kavramı böylece toplumsal mücadelelerin, ulusal politik çıkarların, uluslararası çelişki ve çatışmaların arasında şekillendi ve her zaman sınıf ilişkilerinin o güncel boyutunu yansıttı. Tabii ki, olanaksız bir sınıflar arası eşitlikten çok, mevcut sınıf egemenliğini güçlendirmeye yarayan manevraları içererek. 2. Savaş'tan sonra kurulan Birleşmiş Milletler'in "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" de ağırlıklı olarak Soğuk Savaş dengelerinin izlerini taşır. Hakların tanımı, 2. Dünya Savaşı'ndan galip çıkmış Sovyetler Birliği ve yeni kurulmuş halk demokrasisi ülkelerinin hukuki ve sosyal örgütlenişinin yarattığı insan tipini tanımak zorunda kalmıştır. Avrupa ülkelerinde, hemen az ötede hızla gelişen sosyalizme karşı bir alternatif olarak girişilen refah toplumu, sosyal devlet örgütlenmesi de zaten emekçilerin yaşam standardını yükselterek devrim tehlikesini önlemeyi amaçlar. İnsan hakları da, yeni dönemde bu kaygıyla tasarlanır.Daha sonra '90'lı yıllar boyunca AB-Kopenhag zirvesinde insan hakları, azınlık hakları formüle edilerek genişletilir. Çünkü, Naz Çavuşoğlu'nun da dikkat çektiği gibi, 20. yüzyıl boyunca yaşanan ulusal kurtuluş mücadelelerinin politik gündeme soktuğu "kendi kaderini tayin hakkı" ilkesinin, ayrılma hakkının, yüzyılın son yıllarında politik bir kavram olmaktan çıkarılarak bireysel bir soruna indirgenebileceği bir noktaya gelindiğine inanılmaktadır. Çünkü bu mücadelelere feyz veren sosyalizm yıkılmış, refah devletinin de ölüm çanları çalmaya başlamıştır. Kopenhag zirvesi, ulusal sorunu, ulusal mücadeleleri önleyebilecek bir azınlık hakları biçiminde formüle eder. Bundan sonra insan hakları, dünyanın yoksullaşmasına bağlı olarak Batı'ya göçen yabancı işçilerin denetimde tutulmasına elveren "çokkültürlü Avrupa" mitinin yaratılması yolunda tasarlanacaktır. Kopenhag kriterleri '90'lı yılların siyasal konjonktürünün, Yeni Dünya Düzeni'nin temel yönelimlerini insan hakları bakımından böyle içselleştirmiştir.Ama 11 Eylül, Kopenhag kriterlerinin, doğduğu topraklarda ilga edilebilmesinin yolunu açmıştır.Yabancı düşmanlığının körüklenmesi, göçmenlerin kriminal bir topluluk olarak ilan edilmesi ve artırılan polisiye tedbirler hem Batı demokrasisinin hem de son şeklini Kopenhag Zirvesi'nde alan insan haklarının yeniden düzenlenebileceği bir zemini yaratıyor. Meşruiyetini 11 Eylül saldırısından alan düzenleme sınıflar arasındaki ilişkinin bugünkü boyutlarında insan haklarını yeniden tanımlamak üzere. 20. yüzyıl boyunca, insan hakları huhukunu geliştiren, sınırlarını zorlayan emek mücadelesinin düşen ivmesi ne yazık ki, dünya egemen sınıfının dengeleyici manevralara, popülist söylemlere bile gerek görmediği bir sürece evrilmesini kolaylaştırıyor. Şimdi insan da yeniden tanımlanabilir ve bu tanıma egemen ulusa mensup olmayanlar, yabancı işçiler, göçmenler, milteciler ve dahası emekçiler girmeyebilir. 11 Eylül'den sonraki ABD saldırısı o yüzden sadece bir Afganistan meselesi olarak görülemez. Hedefte artık bütün insanlık vardır. Son olarak; emek mücadelesinin güvenceye almadığı evrensel bir insan hakları tanımı olmamıştır, olmayacaktır.


'İnsan hakları dünyanın her yerinde farklı'Prof. Dr. İbrahim KaboğluProf. Dr. İbrahim Kaboğlu, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Anayasa Hukuku kürsüsünde öğretim üyesi. Kaboğlu ayrıca, İstanbul Barosu bünyesindeki İnsan Hakları Merkezi'ndeki çalışmalarıyla tanınıyor. - Tarih boyunca, insan hakları kavramı evrensel ve değişmez bir içeriğe sahip olmuş mudur?İnsan haklarının evrenselliği ilk kez 1948'de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesiyle ilan edildi. 17. Ve 18. yüzyılda insan onuruna dayalı insan hakları anlayışı doğal hukuk akımının öncülüğünde şekillenmişti. 1776 Amerikan bildirgesi ve 1789 Fransız bildirgesinden sonra bu haklar ulusal belgelerde de tanınmaya başladı. 19. yüzyılda insan haklarının burjuva özgürlük anlayışı temelinde oluştuğunu görüyoruz. 20. yüzyılda ise anayasalara sosyalist özgürlük anlayışı yansımaya başladı.- Bu ikisinin arasındaki temel ayrım neydi? Burjuva özgürlük anlayışı bugün, kişi özgürlüğü ve siyasal haklar gibi birinci kuşak insan hakları dediğimiz hak ve özgürlükleri içerir. Buna karşılık sosyalist özgürlük anlayışı sosyal, kültürel ve iktisadi haklara vurgu yapan, eşitliği öne çıkaran bir insan hakları anlayışıdır. - Burjuva insan hakları tarif edilirken de eşitlik kavramı kullanılmıyor muydu?Eşitlik kavramı elbette kullanılıyordu ama bu soyut bir eşitlik kavramıydı. İnsan haklarını somutlaştıran, somut bir eşitlik anlayışını tanımlayan sosyalistler, Marksistlerdi. 19. yüzyıldaki eşitlik anlayışını sorgulayarak gerçekleştirdiler bunu. 20. yüzyıldaki esas önemli gelişme, anayasaların her iki eşitlik ve hak anlayışından izler taşımasıdır. 10 Aralık 1948 tarihli BM'in kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi böyle bir anlayışla hazırlandı. Bu bildirge insanın her yerde aynı olduğunu ve her zaman aynı haklara sahip olması gerektiğini savunur.Demek ki insan haklarının evrenselleştirilmesine yönelik ilk resmi adım 1948'de atıldı. Ancak aradan geçen bunca zamanda, evrensellik düşüncesi ve uygulaması dünyanın her yerinde 1948'de öngörüldüğü biçimde gelişmemiştir. Tam tersine evrensellik yerine ulusalüstülük öne çıkmıştır. Bu yüzden insan hakları dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı uygulanmıştır. Bu konuda bir sıralama yapılırsa, Avrupa başta gelmiş, ABD ikinci sırada yer almış, Afrika üçüncü sırada kalmıştır. Asya ise boş durumdadır.- Peki neden?Çünkü insan haklarının gerçekleştirilmesi için iki temel gerekir: Birincisi sosyo ekonomik, ikincisi de siyasal ve kültürel. Dolayısıyla insan hakları, insanın geçimini sürdürebileceği asgari koşulları şart kılar. İnsan haklarına saygı gösterilebilecek bir siyasal kültürel anlayışı gerektirir. Bunlar dünyanın çok az kısmında bir araya gelmektedir. Örneğin Afrika ve Asya ülkelerinde bunların sağlandığı söylenemez. Siyasal rejim ve kültür buna elverişli değildir. Barınma, su sorununun olduğu yerde insan haklarını güvencelemek zordur. İnsan haklarıyla bunların kabul edilme oranı arasında ters bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa'dan çıktıkça haklar listesinin kısalması bunu gösteriyor.- Avrupa'daki gelişmişliğin bu kıtadaki sosyal mücadelelerle ilişkisi yok mu?Hiç şüphesiz, Avrupa'daki mücadeleler bunun temelini oluşturmuştur ama fikirlerin çıktığı yer de Avrupa'dır. Sosyalizm de Avrupa'da doğdu, burjuvazi de.Bu durum Avrupa'yı insan haklarının tekeli yapmaz tabii. İnsan hakları evrensel bir gerçeklik olmak zorundadır. Mücadelenin göreceli öneminin yanısıra siyasal iradenin de önemli olduğunu düşünmeliyiz.- İnsan hakları tanımı süreç içinde genişletildi; kadın, çocuk, azınlık hakları gibi. Bunlar hangi ihtiyaçlardan doğdu?Evet insan hakları bir gelişmenin sonucu. Hak ve özgürlüklere baktığımızda temelinde insanın ihtiyaçlarının olduğunu, toplumsal ihtiyaçların olduğunu, sosyal çelişki ve çatışmaları barındırdığını görüyoruz. Bu gereksinimler hukuki bir düzenlemeye tabi tutulmuştur. İnsan hakları sorun olduğu zaman ortaya çıkar. Ama hak tanındıktan sonra kullanma zorunluluğu hak öznelerine düşmektedir.Bütün ülkeleri aynı anda aynı hakların korunması doğrultusunda imza atmıyorlar. İç politik ihtiyaçlarla insan hakları niçin birbiriyle çelişiyor. Türkiye'de idam cezası konusu örnek gösterilebilir. Zaten insan haklarını evrenselleştirmenin güçlüğü burada ortaya çıkıyor. Her ülkenin sosyal ve siyasal bakımdan zayıf olduğu noktalar var. Burada yanıtlanması gereken durum o ülkenin durumunun o hakkı gerçekleştirmeye yeterli olup olmadığı mı, yoksa siyasi çevrelerde gerekli iradenin ortaya çıkmayışı mıdır? - Kopenhag kriterleri çok kültürlü bir Avrupa'yı öngörüyor. 11 Eylül'den sonra Avrupa'da yabancılara karşı alınan önlemler bu kritreleri geçersizleştirdi mi? Avrupa zaten öteden beri vatandaş ve vatandaş olmayan ayrımına vurgu yapardı. Vatandaş olmayan, Avrupa dışından olan insandı. Öteden beri yabancı hakları Avrupa'da hep gündemde olmuştur, en çok yabancı barındıran kıta da Avrupa'dır. 11 Eylül'den sonra tanık olunan gelişmeler iki şekilde açıklanabilir. Amerika gibi, Avrupa da sahip olduğu üstünlüğün zaaflar içerdiğini fark etmiştir. 11 Eylül'den sonra, Avrupa'da yabancı olan olmayan ayrımı kristalize olmuş, bilinçaltındaki eğilimler dışa vurmuştur. İnsan hakları açısından son derece olumsuz bir durum tabii ki. Şimdiki durumu incelemek gerekiyor: alınan önlemlerin ne kadarının ulusal önceliklerle ilgili, ne kadarının küreselleşmenin gerekleri olduğu araştırılmalıdır. 7-8 Aralık'ta Ankara'da Türkiye Barolar Birliği olarak insan hakları ve güvenlikle ilgili bir toplantı düzenleyeceğiz. Bu toplantının kapsamında bu sorunu da tartışacağız.


YÜZ ÇEVİRMEMEK GEREKDoç. Dr. Mithat Sancar (AÜ Hukuk Fak.)İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ilanından bu yana 53 yıl geçti. Bu 53 yılı, insan hakları fikrinin ve normlarının evrenselleşmesinin tarihi olarak okumak mümkün olduğu gibi, tersi de pekala mümkün; yani insan hakları ihlallerinin evrenselleşmesinin tarihi olarak da okuyabiliriz bu sürede yaşananları. Çünkü "tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğarlar" hükmüyle başlayan ve "tüm halklar ve uluslar için ulaşılacak ideal haklar" listesi sunan Beyanname, bir yandan insan haklarının ulusal ve özellikle uluslararası hukuk metinlerine girmesinde belirleyici rol oynamış; ama diğer yandan gerçeklik ile ideal arasındaki uçurumun da aynası olmuştur. Evrensel Beyannamenin ilanının 53. yılı, Türkiye'de ve dünyada çok özel ve hassas gelişmelerin yaşandığı bir zaman dilimine rastlamıştır. Türkiye'de AB'ye tam üyelik sürecinin gereklerini yerine getirme baskısı altında da olsa, kapsamlı ve kısmen de olsa olumlu Anayasa değişiklikleri gerçekleştirilmiş, yani normatif alanda ve anlamda ilerleme sayılacak adımlar atılmıştır. Ancak şu an için, normatif alandaki bu gelişme, esas itibariyle norm ile gerçeklik arsındaki uçurumu daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramamış görünüyor. Çünkü gerçeklik düzleminde belirleyici vakıa, hâlâ ihlallerin sistematikliği ve yoğunluğudur. Esasen, bu ve izleyebilecek benzeri değişikliklerin AB gibi kaypak bir referansa bağlanmış olması, yani güçlü bir toplumsal kaynakla buluşma sonucu ortaya çıkmamış olması, kısacası bu tür "baskı altında lütuf" niteliği taşıması, gerçekliği dönüştürme potansiyelini ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Dünyada ise, 11 Eylül ile başlayan ve nihai hedefi ABD ile müttefiklerinin dünyaya kendi istekleri ve çıkarları doğrultusunda çekidüzen vermek olduğu anlaşılan global operasyonların gölgesinde idrak ediliyor 53. yıldönümü. Bu operasyonlarda insan haklarına ilişkin kazanımların da hedef seçilmiş ve isabet alıyor olması, 53. yıl resmi kutlamalarını bir ironiye dönüştürecektir. ABD ve Batılı müttefiklerinin, yani bugüne kadar global insan hakları havarileri olarak geçinenlerin başını çektiği koro, "daha çok güvenlik için daha az insan hakları" söylemiyle, uluslararası insan hakları standartlarının budanmasını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. İşin diğer cephesinde, bu söylemin hegemonyasını fırsat bilen ulusal hükümetlerin özgürlükleri kısıtlayıcı girişimleri yer alıyor. Peki bundan ne gibi bir sonuç çıkarmak gerekir? Kendilerine insan hakları havarisi misyonu biçen ve bunu geniş kesimlere de kabul ettiren "devletler"in yapıp ettiklerine bakıp, insan hakları kavramından yüz çevirmek ve insan hakları savunucularını bu devletlerin -ajanı değilse bile- destekçisi sayıp aşağılamak mı? Bu, tabir caizse, tecavüzün faturasını bizatihi tecavüzün mağduruna çıkarmakla aynı anlama gelir ve en çok da insan hakları değerlerini iğdiş etmek isteyenleri sevindirir. Şu halde, başka şeyler düşünmek ve yapmak lazım. Mesela insan hakları değerlerinin temelinde "özgürlük, eşitlik ve dayanışma" sloganının yattığını, bu sloganın Fransız Devrimi'nden bu yana bütün sistem karşıtı hareketlerin alınlarında ve/veya ruhlarında yazılı olduğunu hatırda tutmak; Fransız Devrimi'yle başlayan, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ilanıyla yeni ve çok önemli bir aşamaya giren insan hakları gelişim sürecinin "tamamlanmamış bir devrim" olduğunu bilmek ve bilince çıkarmak, ezcümle insan hakları fikrinin özünde yatan devrimci potansiyeli sahiplenmek gibi...


AVRUPA DEMOKRASİSİ,
    İNSAN HAKLARI VE 11 EYLÜLDoç. Dr. Naz Çavuşoğlu (İÜ Siyasal Bilgiler Fak.)90'ların başından itibaren Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı/ Teşkilatı (AGİK/T) BM ve Avrupa Konseyi bünyesında üretilen belgelerde açık bir azınlık tanımı verilmese de, çoğunluktan farklı etnik, dinsel, dilsel ayırt edici özelliklere sahip kişilerin kendi kültürel kimliklerinin korunmasına yönelik talepleri bir "azınlık sorunu" olarak görülüyor, bu sorunun azınlıklara özel haklar tanınması yoluyla çözümlenebileceğine inanılıyordu. Bu yaklaşımın temelinde etnik faktörün barış ve istikrarı sarsan etkisine çözüm bulma arayışı vardır. Dolayısıyla azınlık hakları bir anlamda etnik sorunların çatışma doğurucu özelliğini pasifleştirme amacı taşımaktadır.Azınlık haklarının azınlığa mensup kişilerin bireysel hakları olarak ifadelendirilmesi, bu hakların kültürel haklar boyutundan siyasi haklar boyutuna geçişini sağlayacak ya da self-determinasyon hakkı ile ilişkilendirilmesi yolunu açacak "kolektif haklar" anlayışına bir önlem olarak kullanılmakta. İkinci olarak "ülke bütünlüğünün korunması" şartı da azınlık haklarının ayrılıkçı taleplerin taşıyıcısı olmasını önleyici özelliğiyle azınlık haklarının temel felsefesini şekillendirmekte. Azınlık hakları, kültürel, siyasal, ekonomik alana ilişkin bütün hakları içeren self determinasyondan farklı olarak azınlıkların kültürel kimlik hakkı çerçevesinde tanımlanır. (Ayrılma hakkı anlamındaki self-determinasyon, azınlık hakları içinde yer almaz.) Bu konu 11 Eylül sonrası gelişmeler bakımından önemli. 11 Eylül sonrasında güvenlik adına, hak ve hürriyetlere sınırlamalar getirildiği görülüyor. Azınlıklar sorunu, siyasi yönü itibariyle terörle ilişkilendirilerek farklılıkların korunmasına yönelik taleplerin yok sayılmasına ilişkin bir zemin hazırlanıyor. Bu açıdan en büyük kısıtlamaların göçmen-mülteci politikalarında görüleceği söylenebilir. Azınlıklara karşı olumsuzlukların artmasına yabancı düşmanlığının ciddi bir ivme kazanması da neden olacaktır. 11 Eylül'den sonra bu durum meşru bir zemine oturdu. Yabancı düşmanlığı farklılıklara tahammülsüzlüğün bir başka göstergesidir. Yabancıların kriminal bir topluluk olarak görülmesi daha önce de söz konusuydu; 11 Eylül, sınırlayıcı politikalara zemin hazırladı. Bence Avrupa demokrasisi de bu sorundan toplumsal düzeyde etkilencektir. Devlet birey ilişkisi bir yana, artık farklı kültürlere mensup insanların bir arada yaşamasını etkileyecektir bu süreç.


SOĞUK SAVAŞ VE İNGİLTERETimothy Jones (Avukat, İngiltere)2. Dünya Savaşı'nın korkunç etkileri, Birleşmiş Milletler'in kurulması, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabulü ve Avrupa Konseyi'nin kurulmasının ana sebebiydi. Birleşik Krallık, 1945'ten beri çoğunluğu onaylanan birçok uluslararası insan hakları anlaşmasının hazırlanmasında aktif rol oynamıştır.İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi hukuken bağlayıcı değildi. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, uluslararası anlaşmalardaki geniş kapsamlı insan haklarına özel bir hukuki mahiyet vermek için atılmış ilk adımdı.Birleşik Krallık, sözleşmenin oluşturulmasında da önemli bir rol oynamıştır.Birleşik Krallık'ın sözleşmenin oluşturulmasındaki önemli katkılarının yanında kendini beğenmişliği de vardı. Britanya heyetinde birçokları, sözleşmeye, insan haklarının halihazırda yeterince korunduğu düşünülen Britanya'da değil, kıta Avrupası'nda ihtiyaç duyulduğu şeklinde anlamıştı. Sözleşme, kişilere İnsan Hakları Avrupa Komisyonu'na başvuru hakkı tanımasına rağmen Birleşik Krallık bu hakkı 1966 yılına kadar kabul etmedi. Britanya demokrasisi popüler hakları korumada etkili olmasına karşın, toplumda nüfusun çoğunluğunun sevmediği veya ilgisiz kaldığı kesimlerin haklarını korumada etkisiz kaldı.Sözleşme, belirtilen hakları orijinal imzalayıcılarının kabul edebileceği şekilde ihtiva etmektedir. Bunlar genel olarak, savaşın en fazla korunma ihtiyacını ortaya koyduğu insan haklarıdır. Mülkiyet hakkı sözleşmede yer almaz, zira bazı hükümetler bunun kendi millileştirme politikalarını sekteye uğratacağından korkmuşlardır. Sözleşme imzalandığı sırada uluslararası politikada soğuk savaş hüküm sürmekteydi ve Birleşik Krallık'ta muhafazakar hükümet işbaşındaydı. İlk protokol çabucak kabul edildi. Eklenen üç hak, soğuk savaşın etkilerini gösteriyordu: mülkiyetin serbest kullanımı, eğitimde ebeveynin inançlarına saygı ve serbest seçimler…

(Jones'un, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi'nin Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle Haziran-2000'de düzenlediği Kopenhag Kriterleri Sempozyumu'nda sunduğu tebliğden alınmıştır.)
ÖNCEKİ HABER

Fotoğrafçı kendini çeker aslında

SONRAKİ HABER

Emekçiler alanlara

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...