30 Ağustos 2001 21:00

Sermayenin bildik stratejisi

Yoksullaşma işçilerle sınırlı kalmamakta, orta sınıflar içinde de hızlı bir işsizlik yaşanmaktadır. Toplum burjuvazinin elinde patlamaya hazır bomba haline gelmiş bulunmaktadır.

Paylaş
Sermayenin bildik stratejisiDoç. Dr. Tülin Öngen / AÜ SBF Öğretim ÜyesiTürkiye kapitalizminin '80'lerden beri giderek derinleşen ve boyutlanan bir tıkanıklık içinde cumhuriyet tarihinin en ağır buhranlarından biriyle yüz yüze bulunduğu herkesin malumu. Bu bunalımın salt ekonomi alanıyla sınırlı kalmayıp üstyapıda da ciddi bir tıkanmayı beraberinde getirdiği artık kimsenin yadsımadığı bir gerçek. Toplum, son yirmi yıldır, bir yandan ekonomik ve siyasal krizin öte yandan krize karşı uygulanan şok stratejilerin etkisi altında derin bir sarsıntı içinde çalkalanıyor. Böyle bir toplumsal altüst oluşun faturasını kuşkusuz öncelikle ve en fazla emekçi sınıflar ödemekte, ancak sermaye sınıflarının da bundan etkilenmediği veya bunun sonuçlarına kayıtsız kaldığı söylenemez. Ekonomik ve toplumsal dengesizliğin böylesine boyutlara vardığı bir ülkede burjuvazinin, en azından bilinçli ve uzakgörüşlü kesimlerinin, yeterli-yetersiz veya samimi-samimi değil, sürece müdahalede bulunmaya çalışması son derece doğal.

Yeniden yapılanmaBir kere '80'lerden beri yaşanan süreci aynı zamanda Türkiye kapitalizminin bir yeniden yapılanma dönemi olarak değerlendirmek gerekir. 12 Eylül darbesi, Özal neoliberalizmi, "yoz popülizm" uygulamaları, ardından 28 Şubat ile başlayan restorasyon süreci hep söz konusu yeniden yapılanmanın stratejik uğrakları niteliğindedir. Ancak tüm bu uğraklar, ilke olarak krizi "zor" stratejileriyle aşma tercihe dayanmıştır. Bu stratejiler, her şeyden önce 'düşük ücretli ekonomi' yaratmak suretiyle gelir bölüşümünü sermaye lehine yeniden düzenlemiş, dolayısıyla burjuvaziye soluk aldırmıştır. Siyasal ve ideolojik alanda ise kontrgerillaya dayanan "düşük yoğunluklu çatışma" stratejileri aracılığıyla ve dinci gericilik ile şoven milliyetçiliğin pompalanması suretiyle toplumda başka kutuplaşma zeminleri yaratılmış ve böylece sınıf içi bölünmeler manüple edilerek sınıf dinamikleri büyük ölçüde etkisizleştirilmiştir. Ne var ki 'zor'a dayanan anti-kriz stratejilerinin burjuvaziye ve onun siyasal temsilcilerine maliyeti, egemen sınıf bloğunun kalıcı ve derin bir hegemonya krizine sürüklenmesi olmuştur. Nitekim Türkiye burjuvazisi, ekonomik sorunlar yanında Kürt sorununa veya siyasal İslam sorununa ilişkin olarak köklü ve kalıcı bir proje sunamadığı gibi toplumsal barışı ve uzlaşmayı sağlama gücüne sahip bir özne olduğunu kanıtlayacak bir meşruiyet zeminini de bugüne kadar bir türlü oluşturamamıştır. Sermaye kuruluşlarının ya da bazı önemli isimlerin toplumsal gündemdeki yakıcı sorunlara ilişkin kimi cılız ve bana göre pek de samimi olmayan çıkışlarını veya arayışlarını böyle bir sorunsal çerçevesinde ele almak gerekir.

Ertelenen kriz derinleşiyorŞu anda daha vahim bir tablo söz konusudur ve koşullar giderek de kötüleşmektedir. '77'den beri, bazı geçici dönemler dışında, şu ya da bu yöntemle ertelenen kriz derinleşmekte, ekonomik ve siyasal istikrarsızlık bir türlü aşılamamaktadır. Öncelikle, ekonomisi giderek küçülen (son üç yılda yüzde 10 küçülme) ve daha da küçülmesi kaçınılmaz gözüken, üretimden giderek uzaklaşılan ve tüm tatlı kârlara rağmen tamamen rant ekonomisine teslim olmuş bir ülkede bir sınıf olarak sermayenin geleceği de belirsizdir. Ayrıca tüm aksi yöndeki ve bana göre oldukça zoraki bir nitelik taşıyan jargonlarına rağmen, sermaye içinde IMF programlarının ve Derviş operasyonlarının başarısına şans tanıyan pek kimse de yok gibidir. Neoliberalizmden ve mevcut birikim rejiminin öngördüğü ekonomik ve sosyal düzenden taviz vermeye hiç niyetli olmayan sermaye sınıfı, daha radikal politikaların gündeme geleceğini, çünkü kendi sınıf çıkarları için bunların uygulanmasının tarihsel bir zorunluluk olduğunu bilmektedir. Geçerli birikim tarzı esasen popülizme de imkân vermemektedir. Topluma içirilecek olan eskisinden de acı ilaçların reçetesi elde beklemektedir... Öte yandan sınıfsal tercihlerinin gerekleri konusunda son derece kararlı olan burjuvazi, bunun sonuçlarından ürkmüyor da değildir. Çünkü gelir dağılımı uçurumu giderek tırmanmakta, işsizlik artmakta, yoksulluk yaygınlaşmaktadır. Üstelik yoksullaşma işçi sınıfıyla sınırlı kalmamakta, orta sınıflar içinde de hızlı bir mülksüzleşme süreci ve işsizlik yaşanmaktadır. Sonuç olarak toplum burjuvazinin elinde patlamaya hazır bir bomba haline gelmiş bulunmaktadır. Egemen sınıflar bu bombayı ne kadar daha ellerinde tutacaklarını veya onu nasıl etkisiz hale getireceklerini bilmemektedir. Çünkü, toplumda şimdilik daha çok içe doğru bir patlama yaşansa da, bu basıncın bir süre sonra dışarıya, yani kendilerine yöneleceğinin farkında olmamaları mümkün değildir. Bu tür koşullarda tarihsel olarak iki seçenek vardır: Ya açık bir faşizm ya da basıncı azaltacak, toplumsal tansiyonu düşürecek kimi müdahalelerde bulunmak ve göreli olarak bir toplumsal uzlaşma zemini yaratmak suretiyle çalışan sınıflar başta olmak tüm merkez-kaç güçleri kontrol altında tutmak. Burjuvazi, şimdilik, gerek 12 Eylül deneyiminin sonuçlarından gerekse uluslararası angajmanlarının gereklerinden ötürü ikinci yolu denemeye meyilli gözüküyor. Bu yol başarıya ulaşırsa, bir taşla iki kuş vurması da mümkün olabilecektir: Öncelikle toplumsal dinamikleri kontrol altında tutacak ve yığınları manüple edebilecektir. Örneğin çalışan sınıfların örgütlü ve düzenli kesimi, sendikaları ve meslek kuruluşları aracılığıyla işbirliğine razı olacaktır. Böylece hem krizin faturası hem de krizden çıkmak için uygulanması gereken politikaların sorumluluğu onlarla paylaşılacaktır. İkincisi de böyle bir suç ortaklığının sağlayacağı meşruluk zemini üzerinde kendini toplumsal sorunları çözmeye muktedir bir sınıf-özne olarak lanse edecek ve temsil krizini bir ölçüde hafifletebilecektir.

Stratejik bir manevraSermaye kuruluşlarının son çağrısı ve bu çağrının içerdiği talepler, esas olarak, yukarıda mahiyetini tanımlamaya çalıştığım türden bir toplumsal uzlaşma zemini yaratmaya yöneliktir. Böyle bir emek-sermaye işbirliğinin, daha önce sözünü ettiğim sınıfsal uzlaşmanın ekonomik ve politik getirileri yanında hem ticari ürün pazarında bir hareketlilik ve güven ortamı yaratacağı hem de yılgın, giderek içine kapanan, dahası ekonominin olduğu kadar siyasetin de dışına düşen yığınları uyaracağı, düzenin varlığı ve geleceği konusunda onları doktrine etmeyi kolaylaştıracak kimi dinamikler oluşturacağı umuluyor olabilir. Bu, aslında sermayenin bildik bir sınıf stratejisidir: Emeği, sınıf çıkarlarına öncelik veren toplumsal taleplerinden ve politik sınıf mücadelesinden uzaklaştıran, 'ortak' çıkar, 'milli birlik ve beraberlik' 'ulusal' seferberlik vb. demagojik motifler doğrultusunda depolitize ederek manüple etmeyi hedefleyen stratejik bir manevra. 'Sivil toplumculuk', 'katılımcılık', 'toplumsal mutabakat' (Ekonomik ve Sosyal Konsey) bu stratejinin belli başlı anahtar kavramları ve araçlarıdır. Emekçiler, konjonktürel koşulların tüm olumsuzluğuna ve sınıfsal olarak içinde bulundukları çaresizlik ortamına rağmen, sermayenin bu stratejik manevrasına teslim olmamalıdır. En azından bunun bir manipülasyon olduğunu bilerek, dikkatli ve uyanık bir tutum içinde bulunmalıdır. Bir kere sermayenin alternatifsizliği (çaresizlik içinde çare arıyor olması), uygulamaya çalıştığı politika ve stratejilerin birer sınıf mücadelesi yöntemi olduğu gerçeğini asla ortadan kaldırmaz. Nitekim krizden ve onun sonuçlarından sorumlu olan işçi sınıfı olmamasına rağmen faturasını ödeyen onlardan başkası olmamıştır. İkincisi sermayenin, üretimi artırmak, kaynak sorununu çözmek, yatırım ve istihdam gibi alanlarla ilgili köklü çözümlere yönelmek yerine, yalnızca bölüşümle ilgili düzenlemelere başvurarak ücretlileri daha da yoksullaştırmak, fedakârlığı geniş toplum kesimlerinden beklemek ve böylece onları krizin şok emicileri haline getirmek suretiyle krizden çıkma arayışı içinde olduğu apaçık ortadadır.

Tuzağa düşülmemeliİşçi sınıfı ise, bir yandan konformist ve işbirlikçi sendikal bürokrasi marifetiyle daha da savunmasız hale getirilmekte öte yandan bu tür girişimler aracılığıyla IMF programının destekçisi ve taşıyıcısı olmaya zorlanmaktadır. Öyle ki özünde sınıfsal açıdan çok geri talepler içermesine rağmen Emek Platformu'nun hazırladığı Programı'nın bile gerisine düşüleceği ortadadır. Çünkü esnekliği, özelleştirmeyi, serbest pazarı, yani açıkça işsizliği, ücret kaybını, iş güvencesinden vazgeçmeyi, sosyal güvenlikten yoksun olmayı veri alan, üretim ve yatırım yerine spekülatif ekonomik faaliyetleri güvence altına almaya ve para piyasalarında istikrarı sağlamaya dönük düzenlemelerin nasıl destekleneceğini görüşmeyi hedefleyen bir emek-sermaye ortaklığından çalışan sınıflar ve geniş toplum kesimleri yararına sonuçların çıkması eşyanın tabiatı gereği mümkün değildir. Çıkacağını ummak için ya tarihsel bilinçten yoksun olmak gerekir ya da açıkça işbirlikçi olmak.
ÖNCEKİ HABER

Gerçeği gizlediler

SONRAKİ HABER

Enerjide özelleştirme dayatılıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...