24 Nisan 2001 21:00

'Onlar kendilerini ifade edememişlerdi'

Toplumcu öykücülüğün en güçlü kalemlerinden Adnan Özyalçıner'in yarım asırlık bir zaman dilimine yayılan öyküleri toplu halde yeniden yayınlandı.

Paylaş
'Onlar kendilerini ifade edememişlerdi'
Mustafa Kara
Toplumcu öykücülüğün en güçlü kalemlerinden Adnan Özyalçıner'in yarım asırlık bir zaman dilimine yayılan öyküleri toplu halde yeniden yayınlandı. Adnan Özyalçıner ile Evrensel Basım Yayın'ın "Toplu Öyküler" dizisiyle 4 cilt olarak yayınladığı öyküleri, yaşamı, mücadelesi ve öykücülüğün bugünkü durumu üzerine söyleştik.
- Öykülerinizde çoğunlukla sokakları, insanların ortak yaşam alanlarını mekân olarak seçiyorsunuz. Bu tercihin kaynağında ne var?
Benim çocukluğumdan kaynaklanan bir durum var. Benim babam işçiydi ve ben İstanbul'un işçi mahallelerinde, öykülerimde kenar mahalle olarak geçer, büyüdüm. Haliç'in üzerindeki sokaklarda otururduk. İşçilerin, yoksulların oturduğu sokaklardı. Zaten ilk öykülerimi de ben "Kenar Mahalleden Notlar" adıyla yayınladım. Bu yaşadığım yeri belirleme açısından önemli.
Haliç'in kıyısı o zamanlar fabrikalarla doluydu. Un fabrikalarından, demir fabrikalarına kadar... Babam, civata fabrikasında çalışan bir ateşçiydi. Biz sabahın saat 06.00'sından başlayan düdük sesleri ile uyanırdık. Belki biz çocuklar, uyku arasında duyardık, ama babalarımız kalkmış olmalı ki, sokaklarda adım sesleri yankılanırdı. İstanbul'un kenar semtlerinde yoksulların caddeye çıkıp tramvaya binme, dolmuşla gitme gibi bir lüksleri yoktu o zaman. Yürüyerek gidilir, gelinirdi. Hiç unutmuyorum, babam ile birlikte hale meyve sebze almaya Karagümrük'ten kalkıp Unkapanı'na yürüyerek gidip gelirdik. Bu yoldaki Zeyrek Yokuşu'nun benim öykülerime girmesi, bu yürüyüşlerin sonucudur.
Çocukluğumdan itibaren sokakları yaşadım ben. Oradaki insanların durumu beni ilgilendiriyordu. Çocukken belki düşünmüyordum bunu, ama o insanlara, sokaklara yönelmenin bir tek nedeni oldu; babam da annem de okuma yazma bilmiyordu. Ve onlar kendilerini ifade edememişlerdi. Ben belki onlar adına, onları, onlar gibi insanları ifade etmek için hem sokakları, hem de o insanları anlatmaya çalıştım.
- Sokaktaki insan, sınıfsal bir tercih aynı zamanda... Bu ayrımı nasıl koydunuz?
Sokakları anlatırken de, bir şeye çok dikkat ettim. Bizim oturduğumuz sokak Karagümrük'ün ünlü Fevzipaşa Caddesi'nin iki sokak arkasındaydı. Bu cadde ışıl ışıldı, altındaki sokaklar ahşap evlerle, elektriksiz binalarla doluydu. Fevzipaşa Caddesi, kaldırım taşı ile döşeliydi, bizim sokaklarımız çamur ve toz içinde kalan Arnavut kaldırımıyla... Böyle bir ayrım vardı.
Ben hep şunu düşündüm, öykülerime de öyle geçti sanıyorum; yönetici durumunda olanlar o caddelerde otururlardı. Onların radyoları vardı; bizim sokakta radyo bir iki evde bulunurdu, elektrik yoktu çünkü. Biz komşularda radyo dinlerdik. Caddede oturanlar sanki yönetici sınıfın kişileriydi, bizim oturduğumuz yerler ise yönetilenlerdi. Yöneticiler uygarlığın bütün verilerinden yararlanıyorlardı, yönetilenler ise uygarlığın verilerinden yararlanamıyorlardı. Uygarlığı yaratan aslında o yönetilenlerdi, çünkü onlar işçiydi, emekçiydi. Ama onlar verilerinden gerekli payı alamıyorlardı. Büyük payı ise caddedekiler el koyuyordu. Bu sembolik bir şey, bir soyutlama elbette. Ama İstanbul'un o zamanını, hatta bugününü anlatmak için insanların sınıflarını ortaya koyma açısından önemliydi. Emekçiler ve emekçi olmayan burjuva sınıfı, belirlemek için... Hem sokaklar, hem insanlar benim için içiçe girdi ve içiçe anlatıldı.
- "Yağma" öyküsünde anlattığınız, eşitsizlik ve talan günleri bugün çok daha ileri boyutlarda. Öyküde, yağmaya ucundan da olsa katılan topal işsiz, neredesinde duruyor bu eşitsizliğin?
Yağma düzeni, emekçi sınıfın, yoksul sınıfın çekmek zorunda olduğu düzen. Çünkü birilerinin bir şeyleri alacak çok parası var. Ama paraları çok olduğu için her şeyi kendilerine alıyorlar. Ötekilerin hiç parası yok, tıpkı "Yağma" öyküsündeki topal adam gibi... Alacak hiç bir şeyi yok. Sınıflar arasındaki eşitsizlik ortaya konulmak için "Yağma" yazıldı, öngörü oydu.
Benim annem akşamları giderdi pazar yerine. Gündüz gidenler, parası olanlar, en güzellerini almış olurdu. Bize çürükler, artıklar kalırdı; az parası olanlara, yoksullara, emekçilere... Kapitalist düzende böyle bir şey var. Kapital sahipleri bütün iyi güzel şeyleri topluyorlar, kendilerine mal ediyorlar. Geri kalan süprüntüler de diğerlerine kalıyor. Özünde yatan o.
Öyküde, topal işsiz farkında olmadan değnekçi oluyor ve eline üç beş kuruş geçince o da kendini yağmaya katıyor. Ama onunki yağma değil aslında. O oraya katıldığı zaman, karanlıkta indirilmiş bir kepengin altında duran adam onu gözlüyor. Topal adamın eline biraz para geçmiş, ama kapitalist olmamış elbette. Süprüntü, artık mal yerine, istediklerini zevkle alabilecek. Karanlıktaki adam da onu izliyor; yani yoksulluk sürüyor.
- Kültür emperyalizmine karşı aydın ve yazarların başlattığı kampanyanın içinde yer aldınız. Adnan Özyalçıner ve öyküleri antiemperyalist mücadelenin neresinde?
Emperyalizme ve kapitalizme karşı oluşumuz yaşam serüvenimizden geliyor. Toplumculuğa soyunuşumuzun da içeriğinde bu yaşadığımız günlerin payı var. İlk ayaklanan üniversitelileriz, 28 Nisan'cılarız yani. Kimler yok ki; 28 Nisan'cıların içinde. Onat Kutlar var, ben varım, Kemal Özer, Ülkü Tamer var. Hepimiz öğrenciyiz o sıra ve işin içindeyiz. Örgütlü olarak katılıyoruz. "a" dergisi diye bir dergi çıkarıyoruz, bu dergide özgürleşmeyi savunuyoruz. Kültürel olarak savunuyoruz, eylemci olarak yürüyüşlerin içindeyiz. Öyle bir kuşak. Kültür emperyalizmini daha başlangıçta, o yıllarda, Amerikalıların gelişi, Amerikalıların denize dökülüşü yaşadık. İlk öğrendiğimiz şey Amerikan karşıtlığı... Bu elbette Amerikalılar ne kadar kötü herifler, anlamında değil. Bizim öz değerlerimizi nasıl değiştirebileceklerini gördüğümüz için. Bu değerlerimiz ne; kültürümüzden yiyecek içeciğimize kadar. Nitekim sonradan görüldü. İlk başka Missouri Zırhlısı'nın İstanbul'a gelişi ile gördük bunu. Bugün sonuçlarını da yaşıyoruz. Dil kirlenmesine kadar. O zaman, barların üzerine ingilizce çağrılar konduğu zaman karşı çıkmıştık. Bugün artık her dükkanın üzerinde İngilizce var ve içimize kadar girmişler. Sinemamız ortada, Amerikan sineması...
Öykülerde, kültür emperyalizmine karşı şöyle bir tutum var. Bizim kendi değerlerimizi, folklorik değerlerimizi koruma, kendi görenek ve geleneklerimizin zenginliğini ortaya koyma gibi öykülerde bir çizgi de görülebilir. Ama asıl büyük olay tabi, Amerikan emperyalizmine karşı oluş. Bunu en iyi anlatan öykülerden biri de "Tutsaklar" öyküsü... Amerikan üslerinin Türkiye'ye yapıp ettikleri, nasıl bu üsleri kendi toprakları olarak gördüklerinin öyküsüdür o... Orada keskin biçimde anlatılmıştır.
Kültür emperyalizmine karşıyım elbette, ama asıl emperyalizme ve kapitalizme karşı olmakla başladı tutumumuz. "a" dergisi ile başladı. Şöyle enteresan bir şey de var. 1960 askeri değişimi gelince, biz dedik ki "Tamam özgürlükler geldi" ve "a" dergisinin son sayısını çıkardık. 25 bin basıp, bütün üniversitede dağıttık. Kısa süre sonra özgürlüğün gelmediğini anladık. 1971'de de muhtıra verildikten sonra, aynı arkadaşlar birbirini aradı. 10 - 15 kişi bir araya geldik. Adnan Öz vardı, Ferit Öngören vardı, Kemal Özer, Ülkü Tamer... Oturduk dedik ki, ne yapacağız? "a" dergisi ile yaptığımızı... "Yeni a" dergisini çıkarıp, muhtıra ile sıkıyönetimin getirdikleri ile kültürel anlamda savaşıma girdik. O yıllar için oldukça iyi bir satışa ulaştık; 5 bin basıp, 5 bin satıyorduk. 1972'de çıkarmaya başladık, 2 yıl bu mücadeleyi verdik. Emperyalizme ve kapitalizme karşı verdiğimiz bir mücadeleydi bu. "Tutsaklar" öyküsünün ortaya çıkışı da o yıllarda. "Yıkım Günleri" öyküsü de o yıllarda, "yeni a" dergisinin ilk sayısında yayınlanmıştı.
- Öykücülüğün durumu epeydir tartışma konusu. "Türkiye'de artık öykü yazılmıyor"a varan görüşler dillendirildi. Sizce öykü ne durumda?
Günümüz öykücülüğünün; biçim ve anlatım olarak önemli yeri var. Anlatım çok güzel, ama insan ve çevre yok; coğrafya yok, tarih yok. Mekân yok yani. Yazar dışında insan yok. Kendi kendine konuşuyor, düşünce üretemiyor hiçbir yere varamıyor. İnsanla, eşyayla, mekânla, tarihle ilişkisi yok. Halbuki onlarla ilişkisi olsa, bizim kuşaktaki yazarların yaptığı gibi, bir öykü coğrafyası, bir öykü dünyası ortaya çıkacak.
Ben yaşadığımız günleri bire bir yansıtmıyorum ki!. Bir öykü dünyası kuruyorum, o öykü dünyası içinde anlacaklarımı anlatıyorum. İçinde hayaller var, düşler var. Her türlü gerçek ortaya çıkıyor, ama o gerçek ortaya çıkarken bütün o hayalleriyle, düşünceleriyle düşleriyle birlikte ortaya çıkıyor. İnsan eşya ilişkisiyle, insan çevre, insan tarih, insan coğrafya ilişkisi ile ortaya çıkıyor. Ve çok boyutlu bir gerçeğe ulaşılıyor. Yeni öyküler, ister kendi kendine konuşsun, ister bir çevreyi anlatsın tek boyutlu. Öyle öyküler biliyorum ki, baştan sona tasvir. Bir kahveyi anlatıyor. Şu geldi, bu gitti falan diye.... Sonuçta bir şey çıkmıyor. İnsan ilişkisi bile eksik.
Ben bireyci öyküyü kınamıyorum, onunla bir çok şey anlatılır. Hatta, toplumcu öykücülerin anlattığı pek çok şey bireyci öykücüler için de geçerlidir. Bugünkü öykü, bireyci bile değil. Tek başına bir kişiyi anlatan, ama onun dışında başka insanlarla ilişki kurmayan bir öykü. Oysa bireyci öykülerde, insanla, insanla, mekânla ilişkiler kurulmuştur. Ama toplumsal bir mesaj verilmemiş olabilir. Bazen istenilmese dahi, çıkışı halktan olduğu için, bireyci öykülerde de halkın meseleleri ortaya çıkıyor ve istemese de mesaj veriyor. Çıkışı bireyci ama, toplumsal bir şey de ortaya konuyor. Bugünkülerde birey için bireycilik yapılıyor gibi geliyor bana.
- Sizin ve sizin kuşağın öykülerini bu tür öyküden ayıran özellik nedir peki? Gerçekçi oluşunuz mu?
Benim geldiğim kuşak, gerçekliğe geniş bir planda, sanatsal olarak, çok boyutlu olarak bakıyor. Halbuki bugün bireyci bile olmayan yeni öykücüler, tek boyutlu bakıyorlar öykücülüğe. Çok boyutlu olarak baktığın zaman, gerçeğin bir çok yüzüyle karşılaşıyorsun ve insanı o gerçeğin içine sokabiliyorsun. Yeni öykücülerde gerçek yüzeysel kalıyor. Derinlik yok. Bizim kuşağın öykücülerinde, ben hep bir Onat Kutlar'ı düşünüyorum mesela, çevresindeki bütün ilişkilerle, insanın bütün ilişkileriyle bakıyor; eşya ile, toplumla, insanla... Bir gerçeği ortaya çıkarıyor. Gerçeği daha somut olarak ortaya koyabiliyor.
İsterse soyutlama yapsın, bizim kuşakta öyküler soyutlamadan somuta varır. Soyutlama yaparak, somutu daha somuta dönüştürmeyi amaçlar. Onat Kutlar, "Soyutlayarak gerçek somuta varılır" diyordu. Bir öykü gerçeği yaratmak zorundasın ve öykü gerçeği yaratmak için de, sanatın asıl yaptığı iş olan soyutlamadan giderek, o somutlamayı gerçekleştireceksin. O zaman okur baktığı zaman, "Bunu ben de yaşamıştım" diyebilecek. Aslında onun yaşadığı değil, ama öyle düşünecek. Bire bir verdiğin zaman o duyguyu vermek mümkün değil.
Benim öykülerimde olsun, bizim kuşağın öykülerinde olsun, soyutlama yapmak gerçekçiliğe aykırı bir şey değil. Aksine gerçekçiliği daha gerçek hale getirmek için yapılmış bir şey. Mesela benim bir çok öykümde gerçeküstücü öğelerden yararlanma vardır. Ama onun içindir, Fransız gerçek üstücülerinin de dediği gibi; gerçeği daha gerçek olarak göstermek için gerçeküstü öğelerden yararlanmak. Yoksa Fransız gerçeküstücüleri Marksist adamlardı, niye böyle yapsınlar? Gerçeği değiştirmek için yapmıyorlar, daha gerçek kılmak için yapıyorlar.
ÖNCEKİ HABER

Göstermelik adım

SONRAKİ HABER

Turizm 'derin hoşgörü'ye kılıf yapıldı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...