16 Haziran 2000 21:00

Kıskandığım bir aydının ardından

Her ozanın kıskandığım bir yanı vardır gerçi, kiminin söyleyişini, kiminin düş gücünü kıskanırım. Ama bütün yaşamına imrendiğim insan çok azdır.

Paylaş
Kıskandığım bir aydının ardından
Sennur Sezer
Her ozanın kıskandığım bir yanı vardır gerçi, kiminin söyleyişini, kiminin düş gücünü kıskanırım. Ününü kıskandığım yoksa da okurlarının vefasına gıpta ettiğim olur. Ama bütün yaşamına imrendiğim insan çok azdır. Mina Urgan, aydın olarak kıskandığım ve imrendiğim bir aydındı. Önce inandığı gibi yaşamayı beceriyordu. İnançlarını söylemekten çekinmiyor, üstüne düştüğüne inandığı işleri yapmaktan yüksünmüyor, bu işler övüldüğünde böbürlenmiyor, utanıyordu. Aziz Nesin ve Vedat Günyol ile katıldığı açlık grevi için kendisine teşekkür eden tutuklu ailelerinden utandığını söylemişti örneğin. Kitaplarının çok satmasından da tedirgindi. İngiliz edebiyatı tarihi, Shekaspeare'le ilgili incelemeleri, onca akıcı yazılışlarına karşın, pek dikkati çekmezken, anılarına bunca rağbet nedendi? Bayağı mı yazıyordu yoksa?
Evdeki Lenin heykeli
Oturduğu evden de utanırdı. Ailesinin sınıfı yüzünden, mirasla ulaştığı bu evi her seferinde açıklama gereğini duyardı. Onca yıl fakültede çalışmak kimseye böyle bir eve sahip olma olanağı tanımıyordu çünkü. Mina Urgan, her çalışanın rahat yaşamasından yanaydı. Rahat yaşamak içinse günün kurallarına uymayı reddediyordu. Kızı Zeynep tiyatrocuydu. Reklam filmleri için teklif de almıştı. Üstelik oldukça masum bir film, diş macunu... Küçük bir kıyamet koptu: "Olamaz. Seni ekranda reklamda görmeye dayanamam. Olamaz. İnanmadığım şeyi yapamazsın." Elbette olmadı.
Bir küçük Lenin heykeli vardı evinde. Fotoğrafı çekilirken o heykelcik de görünsün isterdi. Babasının iyi bir şair olmadığına inandığını açıklamaktan çekinmezdi. Ayrıldığı eşi, ozan Cahit Irgat için konuşturmak olanaksızdı. O çocuklarının babasıydı, sanatçıydı... Dünyaları ayrıydı o kadar.
Sanırım Emek Partisi'nin kapatılmasına karşı açılan imza kampanyasında çalmıştım kapısını. İlk sözü "İmza kolay" olmuştu. "Başka ne yapabilirim?" Bakakalmıştım. O olasılıkları sıralamıştı "Birilerini aramak gibi, düşünülen bir eyleme katılmak gibi..."
Gençlerin öldüğü bir dünyada...
Hep kıpır kıpırdı. Gençlerin öldüğü bir dünyada yaşamaktan utanıyor, yaşadığı anın da tadını çıkarıyordu. Balkonunda akşamları bir kadeh içmek gibi. Onca çağırmasına karşın katılamadığım tek çağrısı bu oldu.
Yabancı dille eğitime karşıydı. Bu eğitimin kızlara "parti İngilizcesi", erkeklere "iş konusunda gevezelik" öğrettiğine inanırdı. "Halkla ilişkiler" vb. konuların üniversitede okutulmasını komik bulurdu. Bilim saymazdı. Biyoloji, felsefe vb. gibi bilim okumak isteyen gençleri özlerdi. Günümüze uymadığının farkındaydı. Bunun altını çizmekten hoşlanırdı galiba. Çalışma masasının karşısındaki Sinan Cemgil'in fotoğrafına bakmaktan hoşlandığı gibi. Üniversitedeki görevinden kanser kuşkusuyla ayrılmış, İngiliz edebiyatıyla ilgili kitapları yazmaya başlamıştı. Yakından tanıdığı Türk edebiyatı için yazmayı ise düşünmemişti. Kendini konunun uzmanı saymıyordu. Bunu yapan meslektaşlarını kınamıyor ama onaylamıyordu da.
Siz bu satırları okuduğunuzda o gömülmüş olacak. Elden ayaktan düşmeden ölmek isterdi. Aklını yitirmeden. Ötenaziden şakayla değil ciddi ciddi söz ederdi. Dilediğince öldü sanırım. Dilediği gibi mi uğurlanacak bilmiyorum. Ben onun kitaplarını açacağım o gömülürken. Dört ciltlik İngiliz Edebiyatı Tarihi'ni, Shekaspeare ile ilgili incelemelerini... O okumak gerektiğine inanırdı. Emeğiyle ailesine bakmakla övünürdü. Yardım istendiğinde "Daha ne yapabilirim" diye sorardı. Aydındı. İnanmadığı, beğenmediği şeyleri söylemekten çekinmezdi. Doğan Hızlan'a "Çıkart şu papyonu Doğan" diyebilen tek kişiydi belki. Onu kıskanıyorum.
ÖNCEKİ HABER

Askılı işkenceye savcılık belgesi

SONRAKİ HABER

En büyük aklayıcı DSP

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa