04 Haziran 2000 21:00

Orhan Kemal'in 'Ekmek Kavgası'

Toplumcu gerçekçi öykücülüğümüzün ustalarından olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğdu.

Paylaş
Orhan Kemal'in 'Ekmek Kavgası'
Adnan Özyalçıner
Toplumcu gerçekçi öykücülüğümüzün ustalarından olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğdu. 2 Haziran 1970'te gezi için gittiği Bulgaristan'da hastalanarak tedavi altına alındığı Sofya'da öldü. 56 yaşında aramızdan ayrılan Orhan Kemal verimli bir yazar olarak, ardından 19 öykü, 27 roman, 2 oyun ve anı, inceleme, röportaj dallarında birer kitap olmak üzere tam 51 kitap bıraktı.
Orhan Kemal'in öykücülüğü
Kendisi de bir yazı emekçisi olan Orhan Kemal, emeğiyle geçinmeye çalışan yoksul insanları anlatmıştır. Orhan Kemal, öykülerinde, Çukurova'daki pamuk ırgatlarının ve fabrika işçilerinin kentin kenar mahallelerindeki yoksul yaşayışlarını anlatmakla işe başlamış, İstanbul'a gelince de fabrika işçilerini ve İstanbul'un kenar mahallelerindeki yoksul insanların yaşayışını anlatmayı sürdürmüştür. Yazarın kendine özgü bir deyişle sahip olması gerektiğine inanan Orhan Kemal, öykülerinde yalın bir anlatım ve karşılıklı konuşmalara dayanan bir biçim yakalamıştır.
Bu yolla uzun uzun ruh çözümlemeleri yapmak yerine, karşılıklı konuşturarak kahramanlarının ruhsal durumlarını ortaya koyduğu gibi karakter yapılarını da belirtir.
Öyküleri...
Orhan Kemal'in anlattığı kişiler için "Önce Ekmek" gelir. Orhan Kemal'in öykü kitaplarından birinin de adı budur. Ama ekmeğe ulaşmak kolay değildir. Bu konuda kavga vermek zorundadır yoksul insanlar. Dişe diş bir kavga, "Ekmek Kavgası" öyküsünü yoksulları mutlu edecek bir görüntüyle, bolluk günleriyle başlatır yazar.
"Sabah, öğle, akşam karavanalarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hazla kıvrıldığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu, uzaklaşırlarken erkek köpekler sıhatten karınlarını güneşe devirip uyuklarlar, sarkık memeli dişiler de, peşlerinde tonton enikleriyle dolaşırlardı."
Yoksulları mutlu eden bu bolluk günleri uzun sürmez:
"Gün geldi, Alay, memleketin güvenlğini daha iyi sağlayabileceği, daha önemli bir mevkie kalktı, yerini bir 'oto bölüğü' aldı... Mutfakta karavana kaynıyordu. Lakin Alay zamanındaki bolluk nerede...
Gün geldi bu 'Ooto bölüğü'de kalktı. Artık mutfakta esaslı şekilde yemek pişmiyordu. Nöbetçi birkaç eri için küçük tencerelerde pişiyor, arsaya hemen hemen hiçbir şey dökülmüyor, pek pek, birkaç kemik, biraz ekmek içi filan...
Bazen bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler arasında da kavgalar oluyordu.
Yahut, bir parça ekmek içine doğru bir kocakarı, değneğiyle dayana dayana giderken, aynı ekmek içi yalınayak bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu... Oğlan kocakarının değneğini çekiverince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu.
İki kocakarı, Alay mutfağının arkasındaki arsada, ıslak toprağa karşılıklı oturmuşlardı... Teneke kutuları bomboştu. Sivri çenesinde üç siyah kıl farlamış olanı:
- Bet bereket vardı anam... dedi, bet bereket vardı... Yiyeceğin sözü mü olurdu? O canım fasulyeler, nohutlar, börülceler... Ya pirinç pilavları?
Ötekinin bir gözü kördü.
- Doğru... diye başını salladı. Bet bereket vardı o zaman... İnsan karnını doyururdu da, doldurur doldurur konu komşuya bile götürürdü.
- Bu askercikleri de ne demeye alıp götürürler sanki burdan?
- Harp varmış harp! Moskof gene kafa kaldırmış diyorlar! Bir müddet korkuyla bakıştılar. Körü:
- Kafa kaldırmış ha? diye başını salladı, gözlerini karşı dağlara kaldırdı. Aklından, Balkan Harbi'nin araba tekerlekli topları geçti; ölmüş askerler, buğday çuvalları, yüklü bir arabanın tekerleği altında kafası ezilmiş bir çocuk cesedi... - Allah sen gösterme Yarabbi!
İkisinin yüreğinden de aynı korku, aynı açlık korkusu geçti. Hemen hemen aynı zamanda söylendiler:
- Bundan geri koyma Yarabbi!
İşçi çocukların dramı
"Uyku" öyküsü, hafta tatilinde de çalıştırılan çocuk işçilerin dramını verir. Yanı sıra bu durumu haber vermek isteyen bir ustanın para karşılığı susturularak işçilerin kişisel çıkarları açısından nasıl sömürüldüklerini de vurgular. Bütün bunlara ekmek parası için katlanılır. Ekmek kavgasının bir yüzü de budur.
"Cumartesiydi.
Madeni Eşya Fabrikası hafta tatiline hazırlanıyordu. Fabrikanın yüz elli amelesinden sekseni, on dörtle on altı yaş arasında erkek çocuklardı ki, yirmi kadarı 'pres' makinelerinde çalışıyordu. Üstleri başları paramparçaydı. Aşağı yukarı aynı boy ve aynı kalıpta olduklarından, birbirlerine benziyorlardı.
Terden sırılsıklamdılar...
Atölye çatısı altında dönen ana volan sarsılarak yavaşladı ve fabrika istop etti.
Herkes paydos sanmıştı... Halbuki ustabaşı, tornalardan birinin üstüne sıçradı, düdük öttürdü, ameleyi topladı. Nunuk söyler gibi:
- Bana bakın! diye bağırdı, öğleden sonra iş var... Sabaha kadar çalışacağız belki de... İsteyen gidebilir, kalan çift yevmiye alacak... İsteyen gider, dedim, zorla değil...
Ustabaşı kimsenin kımıldamadığını görünce makineden atladı. Gitti şalteri itti. Volanlar dönmeye başladılar.(...)
Mevsim yazdı.
Bunaltan bir sıcak başlamıştı. Baba Ferhat küfrederek gömleğini attı, parçaları düğmeli uzun donunu çemirledi. Gövdesi terledikçe kaşıntı artıyordu.
Çocuklar da gömleklerini soyundular. (...)
Çocuk Sami atölyenin duvar saatine istemeye istemeye baktı. Biri çeyrek geçiyordu daha... Paydosu düşündü. Aradaki zaman hiç bitmeycek kadar uzun geldi.
(...) Öğleden sonra paydos olacaklar diye yiyecek getirmemişti. Karnı pek aç değildi ama, gece belki açıkır diye elli kuruş avans almaya karar verdiyse de, vazgeçti. Annesi, 'Aman oğlum Sami, sakın borç etme... Ay başında taksidimizi ödeyemezsek evimizden atarlar bizi...' diye sıkılamıştı... Makinesinin kolunu çekti, bir karavana daha kalıpladı. Sonra volanı boşa itti ve helalara yürüdü.
Saatler çok ağır geçiyordu. Gece yarısından sonra çocukların hiçbirinde hal kalmamıştı. Yalnız çocuklar değil, bütün atölye, ustalar, yaşlı işçiler, herkes her şey muthiş bir yorgunluk ve ter içindeydi.
(...) Tam bu sırada arka makinelerde acı bir çığlık koptu. Koşuşmalar... Sami de koştu... On sekizinci presin işçisi çocuk Haydar düşmüş, başı yarılmıştı. (...)
Ustabaşı ellerini beline dayadı, Haydar'ın yanındaki makinenin işçisi çocuk Celalettin'e sordu:
- Nasıl kırdı kafasını bu eşşek?
Celalettin kekemeydi:
- Uuuyuyordu, düdüdüştü kakakafası...
Ustabaşı, çocuk Harday'ı omzundan sarstı:
- Eşşoğlu eşşekler! Paşa babanızın evinde sanıyorsunuz kendinizi...
Saat iki buçuğa doğru çocuk Sami'nin duracak hali kalmamıştı. (...) Bir ara makinenin yan demirine yaslandı, hafif hafif kestirmeye başlamıştı ki, birden öyle sendeledi ki, az kalsın yanı başında yağlı bir vınıltıyla dönen volanın arasına yuvarlanıyordu, tutundu.
Ustabaşı, dudaklarını titreten, gözlerini kısan bir hırsla odaya daldı. Celal Usta'yı omzundan hırslı hırslı sarstı. (...) - Aferin sana! Bunun için mi getirdik seni amelenin başına. Sen böyle yaparsan amele ne yapmaz. Tornalar boş dönüyor, presler boş dönüyor freze... Kilovatlar su gibi akıyor, amelenin her biri bir yana dağılmış... Yazık günah değil mi... Vicdansız herifler!
İki ustanın arası oldum bittim açıktı.
- Fazla patırtı etme! dedi, senin karşında iki parlak amele yok.
Kinle bakıştılar. Celal Usta devam etti:
- Çoluk çocuğun anasını ağlatıyorsunuz. Hükümet İş Kanunu yapar, günde sekiz saat mesai kabul eder, siz fakir fukarayı on sekiz saat çalıştırırsınız. Bu mu namusunuz?
- O senden sorulmaz. Sen sana tevdi edilen vazifeye bak, üst yanına karışma!
- Peki... Madem benden sorulmaz, ben de bilirim işimi öyleyse... Yarın, eğer bizzat İş Dairesi'ne gidip her şeyi bir bir ihbar etmezsem, nah nah bunları -bıyıklarını gösterdi- kazıtırım.
Hırsla ayrıldılar.
Fabrika sahibi sabahleyin erkenden geldi; kısa boylu, fakat gayet biçimli bir adamdı. Odasına geçti. İlk önce ustabaşıyla uzun uzun konuştu, sonra Celal Usta'yla. Fakat Celal Usta'ya, ustabaşının şikâyetine dair hiçbir şey açmadı. Celal Usta çıkarken, patron mavi bir zarf uzattı.
- Bütün gece uykusuz kaldınız...
Celal Usta zarfı teşekkürle aldı.
Beriki ilave etti:
- Ustabaşıyla barışın olmaz mı?
Zarfın içinde 25 lira vardı."
Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, iki kez, hakkında yapılan ihbar üzerine hapse girdi. İlk hapisliği askerdeyken başına geldi. "Nâzım Hikmet ve Maksim Gorki'nin kitaplarını okuduğu" gerekçesiyle beş yıla mahkûm edildi.
Hapishane Orhan Kemal'e okul olmuştur. İlk şiirlerini hapishanede yazdı.
Bursa Hapishanesi'ndeyken 1940 Aralığı'nda Çankırı'dan Bursa Cezaevi'ne gelen Nâzım Hikmet'le tanışıp dost oldu. Toplumcu düşüncelerini sağlamlaştırmasını, sanat görüşünü geliştirmesini Nâzım'dan aldığı derslere borçludur. Öykü ve romanla yönelmesini sağlayan da odur.
İkinci hapisliği, iki arkadaş ile birlikte Cibali'deki bir köftecide "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptığı ihbarıyla 7 Mart 1966'da tevkif edilmesiyle başlar. Sultanahmet Cezaevi'nde 35 gün tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilir. Bu dava daha sonra beraatle sonuçlanır.
Düşünce suçlusu
Yazar olur da düşüncesinden dolayı suçlanmaz olur mu?
Orhan Kemal'in "Arka Sokak" adlı öykü kitabı, 1956 yılında yayınlanınca hakkında kovuşturma açılıp mahkemeye verildi.
Orhan Kemal bu olayı şöyle anlatıyor:
".... Hikâye kitabım mahkemeye verilmişti. Hakim iddia makamına uyarak -konuların neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını, Türkiye'de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hakime: Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok, demiş ve biraat etmiştim."
Orhan Kemal diyor ki
Nurer Uğurlu'nun "İlkbal Kahvesi" kitabında Orhan Kemal şunları söylüyor: "Ben halkımı, köylümü, bütün köylüleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım... Belirli birtakım şartlar yüzünden geri, bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış insanların, imkâna kavuştukları zamanı değişip gelişeceklerine, ileriliği benimseyeceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum."
"Ortam" dergisindeki bir konuşmasında ise şunları söylüyor:
"Romanlarımdaki iyimserlik bana, halkımızı yakından, çok iyi tanımaktan geliyor. Daha açıkçası ben halkın kendisi, bir parçasıyım. Onun için yakından görüyor, biliyorum ki en kötü insanın bile iyi bir yanı var. Daha açıkçası en kötü insanın bile iyi bir yanı var. Daha açıkçası en kötü insanı içinde yaşadığı toplum yaratıyor, onun için bizim bulunduğumuz toplumun değil, dünyanın gelecekte düzene gireceğine, düzenli toplum insanlarının da daha çok mutlu olacağına inanıyorum.
ÖNCEKİ HABER

Öğrenci velileri örgütleniyor

SONRAKİ HABER

Erbakan'a Milli Görüş morali

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa