29 Ocak 2000 22:00

Süreci emekçilerin müdahalesi değiştirir

Emeğin Partisi Genel Başkanı Levent Tüzel gündemdeki konularla ilgili açıklamalarda bulundu: "28 Şubat'la işaret edilen yeniden yapılanmanın argümanları bölücülük ve irtica ile mücadeleye 'çağdaş' batı toplumuyla entegrasyon ve AB ile birleşme de katılmış durumda."

Paylaş
Süreci emekçilerin müdahalesi değiştirir
Serpil Kurtay
Emeğin Partisi (EMEP) Genel Başkanı A. Levent Tüzel'le gündemdeki Hizbullah operasyonundan olayların Susurluk bağlantılarına, hükümetin uzlaşma tablolarından Öcalan'ın idamı ve Kürtlerin gerçek taleplerine, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden hükümetin 2000 yılı programına kadar birçok konuda görüştük. EMEP Genel Başkanı Tüzel, böyle bir dönemde büyük bir sessizlik içerisinde olan sendikaların ve emekten yana partilerin üzerine düşen görevlerini yerine getirmeleri gerektiğini dile getirerek, işçi ve emekçilerin önünü açacak açıklamalarda bulundu.
Beykoz'daki ev baskınının ardından çeşitli illerde yapılan operasyonlarla çok sayıda Hizbullah üyesi gözaltına alındı ve Hizbullah tarafından öldürülerek gömülen çok sayıda ceset çıkarıldı. Yıllardır Türkiye'deki faaliyetleri bilinen Hizbullah'ın bu yüzünün gözler önüne serilmesi için devlet, niye bu kadar bekledi? Neden bu kadar gürültülü bir operasyon yapıldı?
Toplumu büyük bir infiale sürükleyen, vahşi cinayetler ve ölüm tarlaları, mezar evler vb. görüntüler altında sürdürülen Hizbullah operasyonunun zamanlaması elbette bilinçli bir seçim. Tesadüfi bir itirafın sonucu başladığına inanmak, son birkaç yıldır nasıl bir Türkiye yaratılmak istendiğini anlamamak olacaktır. Artık hepimizin bildiği 28 Şubat'la işaret edilen yeniden yapılanmanın argümanları bölücülük ve irtica ile mücadeleye "çağdaş" batı toplumuyla entegrasyon ve AB ile birleşme de katılmış durumda. Dolayısıyla irticanın bir parçası olarak dinci terörün ne denli büyük bir tehlike olduğunu göstermek ve bununla mücadelede kararlılık gösterisi bu sürecin bir gereği olarak yer teşkil ediyor. Ancak giderek bu tarzın; yani toplumda infial yaratan, kimi trajik skandallar, komplolar vb ile gündem oluşturmak ve buradan yeni hamleler yaparak bilinç bulanıklığı yaratmak, çok açık peşkeş ve satışları bir iyileşme ya da kaçınılmaz bir tedbir gibi sunmak vb hükümet etme ve devlet yönetiminin belirgin bir özelliği olduğu görülüyor. Belki buna Yeni Dünya Düzeni'nin yeni sanal yönetim biçimi de denebilir; yanıltma, saptırma, unutturma, gözbağcılığın başarılı örneklerini sergileme. Bu arada IMF programı yürüyor. Özelleştirme ve satış projeleri cepte toplantılar dolaşılıyor, Bakanlar her gün televizyonlarda bu programın uygulanmasının kaçınılmazlığını anlatıyor; dışişleri, çalışma, ekonomiden sorumlu, özelleştirmeden sorumlu, bilumum bakanlar gayet uyumlu, paslaşan bir çalışmayı sergiliyor.
Asgari ücret 80 milyon olarak belirleniyor, sosyal güvenlik kurumlarının ipini çekmek için hazırlıklar tamam, fırsat kollanıyor, Ek vergiler ve keyfiyetler herkesi canından bezdirmiş durumda ve Hizbullah bütün bunları şimdilik bıçak gibi kesiyor. Tabi bunların yanında asalım histerisiyle iç politika malzemesi yapılan Öcalan'ın ölüm cezasının ertelenmesi kararının yarattığı tepkiyi de yumuşattığını ve zaman kazandırdığını söylemek mümkün.
Susurluk ile Hizbullah arasında bağlantılar ve benzerlikler kuruluyor. Yapılan operasyonlar, sizce bu tür örgütlenmelerin önüne geçmek için yeterli mi?
Şimdi hükümet icraatlarının şakşakçısı ve borazanı durumundaki medyamızın değerli köşe yazarlarından kimilerinin Hizbullah'ın doğuşu ve gelişimi konusunda devletin sorumluluğuna ilişkin "ciddi" kaygılar taşımakla beraber nasıl büyük bir beladan kurtulduğumuza ve toplumun büyük bir pislikten temizlendiğine dair şükür ve minnet duyguları içinde olduklarını izliyoruz. "Terör terördür, sağcısı, solcusu olmaz" deniyor da iş, bu devletin cinayet işleyip işlettirdiği konusuna gelince konsept kuralları hatırlanıveriyor. Devlet kurumları korunmalı, sisteme güvenilmelidir. En iyisi, devlet kusurlarından, günahlarından arınıyor, çetelerden temizleniyor, AB'ye girme ve insan haklarını tesis etmede mesafe alınıyor diye düşünüyor.
Elbette nasıl Susurluk'ta bin operasyon çözülmediyse Hizbullah'ta da binlerce faili meçhul çözülmeyecektir. Sistem '70'li yıllarda, sözde milliyetçi eli kanlı katilleri nasıl yönlendirip kullandıysa '90'lı yıllarda da bu İslam savaşçılarını aynı yurtsever, devrimci çevrelere karşı kullandığını ve bütün bunları özel savaş yöntemlerinin gereği olarak gerçekleştirdiğini, bugün temizlendiği düşünülen çete oluşumlarının aslında korunduğunu ve yarın gerek duyulduğunda başka oluşumlar içinde değerlendirileceğini az çok düşünme yetisi olanlar biliyor.
1970'lerde "Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" diyen Cumhurbaşkanı Süleymen Demirel; Hizbullah operasyonlarının ardından da "Devlet cinayet işlemez ve işletmez" dedi. Gerçekten böyle mi?
Aslında Cumhurbaşkanı "Devlet cinayet işlemez" demagojisiyle gerçek anlamda bir sorgulanmayı engelliyor ve sistemi koruyor. Böyle olduğu içindir ki, ilerlemiş yaşına rağmen cumhurbaşkanlığı adaylığında rakip tanımıyor. Şimdi Silahlı Kuvvetler ve Genelkurmay çevresi, Doğu ve Güneydoğu'da Hizbullah'ın Kürt sorunundaki "işlevi" ve "terörle mücadelede" nasıl değerlendirildiği üzerine suçlamaları iftira ve yıpratma olarak yanıtlıyor. İfadeler, komisyon raporları, bir vakitler bakanlık yapmışlar da bu savunmaları yanıtlıyor. Gerçek anlamda insanlık suçu işleyenlerin üzerine gidilmesi ve toplumdan temizlenmesi, emeği ve demokrasiyi temsil eden sınıfların bu hesaplaşmayı yürütenler olmasıyla mümkün olacak.
Koalisyon hükümetlerinin kurulmaya başlanmasıyla sık sık "istikrar" tartışmaları gündeme geldi. DSP, MHP ve ANAP koalisyonu da politikalarını uygularken sürekli "uzlaşma" tablosu çiziyor. Öcalan'ın idamı konusunda da benzer tartışmalar yaşandı. Bu gelişmeler konusunda ne düşünüyorsunuz?
57. hükümetin gerçekten de geçmiş koalisyonlardan farklı olarak büyük bir uzlaşma özverisi, kültürü sergilediklerinin hakkını vermek gerekir. "Uzun sürmez yakında kapışırlar" diye düşünenleri hayli yanılttılar. Onları bu denli istikrarsızlık ve parçalanmışlık içerisindeki burjuva politikasında uyumlu kılan şey elbette sermayenin yakıcı ihtiyaç duyduğu ekonomik ve siyasi program etrafında birleşmiş olmaları ve her birinin de sermaye hizmetinde partiler oluşları. Nitekim seçim öncesi farklı söylemler kullanmış olsalar da sistemin nasıl işleyeceğine ve ihtiyaçlarına ilişkin çözüm önerileri farklı olmayan bu partilerin ortak çizgisi serbest piyasacı rekabetçi açık pazar ekonomisinden yana oluşları. İstikrar ve uyumun kaçınılmazlığı ve tekelci sermayenin ihtiyaçları söz konusu olunca yeniden yapılanma ve konsept için ne gerekiyorsa orada uzlaşma sağlanıyor. Milliyetçilik ve halkçılık burada koşullara göre yorumlanan ve kullanılan nostaljik bir motife dönüşüyor. Tabii sergilenen bu "uzlaşma kültürü" kimi zaman bayağılıkları ve yüzsüzlüğü içermiyor değil. Kendini solcu olarak tanıtan DİSK eski başkanının, adı Kemal Türkler'in katledilmesiyle birlikte anılan "milliyetçi" partinin başkanını, önce telefonla arayıp sonra ziyaret etmesi uzlaşmanın örneği olarak alkışlanıyor. Kemal Türkler gibi katledilen yüzlerce emekçinin kemiklerinin sızlaması bir yana hâlâ sol ve sağ üzerinden bölünmeyle kendini ifade eden "solcularımızın" buradan ders çıkartıp çıkarmadıkları da merak konusu.
Cumhurbaşkanlığı süresi mayıs ayında dolacak olan Süleyman Demirel'in tekrar cumhurbaşkanı olması için çaba sarf ediliyor. Cumhurbaşkanlığı tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in her hitabetinde karşısındakileri ilkokul çağındaki çocuklar yerine koyarak bilinenleri "masumane" çarpıtsa da, aile çevresi içinde kimi isimlerin adı devlet kaynaklarının hortumlanmasına karışmış olsa da, siyasete atıldığı tarihten bu yana "Sağcılar cinayet işlemez", "Fırat kenarındaki kuzu benden sorulur" benzeri söylevlerle katilleri korumuş ve göz yummuş olsa da, deprem konutu teslimi adı altında dev alışveriş merkezleri açılışıyla her daim içinde yetiştiği patron çevreleriyle kadirşinas dostluğun hakkını verse de -bu liste uzatılabilir- kırk yıllık politik hayatıyla bugün en büyük devlet adamı ve vazgeçilmez lider muamelesi görmesi şaşırtıcı değil. Sistem, sermaye ve holding çevreleri güçlü ve istikrarlı bir devlet yapısı içinde cumhurbaşkanının rolünün artırılması, başkanlık sistemine geçilmesini uygun görüyor. Demirel, bu yeniden yapılanma, istikrar, entegrasyon vb konseptleri anlayan ve bunları en iyi şekilde temsil eden şahsiyet olarak üzerinde birleşilen isim. İlerlemiş yaşının sorun olmaması için de, bir yıl içinde kaç bin kilometre kat ettiğinin, kaç kez konuşma yaptığının yazılıp durulması bize has bir tarz olarak tarihimize geçecek. Uzlaşma kültürünün burada da sergilenmesi cumhurbaşkanının halkın gerçek bir lideri ve temsilcisi olduğu anlamına gelmeyecek. Kısaca 75. yılında yeni bir marş üretemeyip 10. yıl marşıyla yetinen cumhuriyet, yeni dönem için 70'lik Demirel'den başkasını çıkartacak görünmüyor.
MHP ve DSP emekçilerin oylarıyla iktidara geldi. Ancak hükümetin 2000 yılı programının başında işçi ve emekçilerin haklarına yönelik gasplar yer alıyor. Bu bir çelişki değil midir?
İşçi ve emekçilerin oylarıyla seçilen hükümetin halka düşman ve kendisini seçenlerin çıkarlarına ters politika ve programları uygulamaya koyması anlaşılır bir çelişki. Bu burjuva politikacılığının ve emekçiler için geçerli olmayan temsili demokrasinin bir oyunu. Bunun yıllardır böyle sürüp gittiğini biliyoruz ve bir süre daha da böyle olacağı anlaşılıyor. Nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden yoksul ve ezilen halk, her gün bu emperyalist çıkar ilişkileriyle yoğrulmuş burjuva yalan propagandasının kuşatması altında ve bölünmüşlüğünü aşabilmiş, kendi politikasını yapabilir değil. Bu partiler, milliyetçilik, halkçılık, işçi dostu, Türkçü vb söylemlerle halkın kafasını çelmiş olsalar da, asıl karakterlerini oluşturanın sermayenin programı olduğu ve bu konuda tekleştikleri kısa bir süre içinde ortaya çıktı. Ancak bunun görülmesi, görenlerin bu politikalardan kopuşu, kendi saflarında birleşebilmesi, örgütlenebilmesi ve mücadele örnekleriyle yönetebilir bir noktaya gelmesi gerekiyor. İşte partimiz bunun aracı olacak.
Böyle bir dönemde bir yandan Emek Platformu toplanmıyor, bir yandan da Türk-İş Başkanlar Kurulu yaklaşık bir ay erteleniyor. Ancak gelişmeler konusunda sessizlik içerisinde olan sendikalar 7'li İnisiyatif içerisinde yer almayı ihmal etmiyor. Gelişmeler karşısında sendikaların tutumu ne olmalıdır? Bu dönemde sendikalardan beklenen nedir?
Sendikalar emek örgütleridir ve kendilerini yok etme peşinde olan sermayenin küresel dünyasına karşı ayakta kalabilmek için yöneticiler, işçilerin sesine, tabana kulak vermek ve güvenmek durumundalar. Çünkü işçiler ve emekçiler saldırılar karşısında harekete geçmek için öfke biliyorlar ve üst yönetimlerinden ciddi, samimi tutum bekliyorlar. Emek Platformu, bu açıdan geleceği olan bir saflaşma olarak ortaya çıktı. Herkes kendi safında yer almalı. Emek örgütlerinin sermaye ile emeğin çıkarlarını uzlaştırmak, daha doğrusu emeği bu programlara boyun eğdirmek için oluşturulmuş sivil insiyatifler içersinde yeri olmamalı. Zaten sivil organizasyonlar çağdaş toplum olmanın bir gereği olarak halka dayatılıyor ve burada da bir bilinç bulanıklığı yaratılıyor. İşçilerin kendi örgütleri var ve sivil benzeri adlarla patron örgütleriyle çıkarlarının birleşmesi mümkün değil. Şimdi bu denli kapsamlı hak gasplarının karşısında Emek Platformu çok acil olarak harekete geçmeli ve protestocu ve işi yaygınlaştıran tarzdan uzak, bu sermaye programını işlemekten geri bıraktıran bir eylem yaklaşımıyla sürece müdahale etmeli. Yıllardır yapılan gösteriler hükümetleri rahatsız etmiyor. Yani devlet açısından "yollar yürümekle aşınmıyor". Üretime ve hizmete yön verecek, yönetenleri rahatsız edecek boyutta düşündürecek ve toplumda yankı bulacak işyeri eylemleri sonuç alıcı olacaktır. Bunu yapacak güç işçi ve emekçiler de vardır. Şimdi sorun bunun aşağıdan yukarıya yerelden merkeze hazırlanmasıdır.
ÖNCEKİ HABER

Deniz fenerlerinin isim babası:

SONRAKİ HABER

Kürtlerin talepleri küllendirilmeye çalışılıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...