16 Ağustos 2011 05:08

Halkı bilgilendirmek yerine gerçekler gizleniyor

Ülkemizde uzun zamandır, ‘Basında sansür, otosansür’ ve  ‘Basın ne kadar özgür’ soruları tartışılıyor. Özellikle AKP iktidarı boyunca,  sadece gazetecilik mesleğinin gereğini yerine getirdikleri için yargılanan ve tutuklanan gazeteciler, ülkemizde gazeteciliğe konulan sınırın kim tarafından, nasıl konu

Halkı bilgilendirmek yerine gerçekler gizleniyor
Paylaş
Eda Yıldırım / Selçuk Arslan

Bu sorular gündemdeki yakıcılığını korurken,  İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Esra Arsan,  bu sorunun asıl muhatapları olan gazetecilerle bir anket çalışması yaptı. ‘Türkiye Basınında Sansür ve Otosansür 2011’ başlıklı çalışmanın sonuçları, geçtiğimiz günlerde, gazetemizde yayınlanmıştı.

Birçok gazete ve televizyonda çeşitli düzeylerde çalışan 69 gazeteciyle yapılan anket, hem sansürün hem de otosansürün medyada egemen bir tarz haline geldiğini gösterdi. Yaptığı araştırmanın sonuçlarını gazetemize değerlendiren Esra Arsan, sansürün otosansürü de koşulladığına dikkat çekerek bundan sadece özgür, tarafsız nitelikli bilgi üretmek isteyen gazeteciler değil, gerekli enformasyonu alamayan halkın da etkilendiğini vurguladı.

GERÇEKLER HALKA YANSITILMIYOR

Sansur ve otosansürden etkilenenlerin arasına ihtiyacı olan bilgiye ulaşması engellendiği için halkı da eklemek gerekiyor. Bazı haberlerin - ki araştırmanızda ne tür haberlerin de sansürlendiği var- sansürlenmesi, bir anlamda halktan gizlenmesiyle neyin amaçlanabileceğini açabilir misiniz?

Aslında gazeteciler bunu çok net biçimde söylüyorlar: “Halkın ihtiyacı olan enformasyonu biz zaman zaman, hatta sık sık habere dönüştürmüyoruz.” Bu da ne demektir, eğer o enformasyon habere dönüşse, demek ki belli kurumlar ve kişiler hakkında belli yargılar oluşabilecek. Türkiye’de şu anda şöyle bir durumla karşı karşıyayız; devletin bekasına ve hükümetin iktidarına halel getirecek herhangi bir haberin yayımlanması mümkün değil. Gazeteciler bu konuda, devletin kurumları ya da hükümetin temsilcileri tarafından çok ciddi şekillerde uyarılıyorlar. Buna medya patronları, reklam veren büyük şirketler ya da güvenlik güçleri de dahil. Sürmekte olan davalara ilişkin; örneğin Ergenekon, Balyoz  ya da Deniz Feneri davalarıyla ilgili bilgiler -gerçi Deniz Feneri yavaş yavaş gündeme gelmeye başladı- çok uzunca bir süre gizli tutulup habere dönüştürülmüyor. Bunun nedeni halkın gerçekleri öğrenme iradesine bir darbe indirmek. 

AKP, MEDYAYI KENDİ POLİTİKALARINA HAPSETTİ

Bütün kısıtlama, engellemelerin temel kaynağı araştırmanızda da ortaya çıktığı üzere hükümet. AKP döneminde basına yaklaşım konusunda en belirgin özellik olarak neyi söyleyebiliriz?

AKP döneminin, basına yaklaşım konusunda en  temel özelliği total kontrol. Yani, AKP Hükümeti, tüm medyada genel bir kontrolü elinde bulundurmak istiyor. Örneğin, konuştuğum gazeteciler şöyle hikayeler anlattılar: Her gece haber bültenlerinden sonra,  bültenleri hazırlayanları arayıp, “Bu gece AKP’ye şu kadar yer ayırdınız, CHP’ye şu kadar yer ayırdınız. Bu böyle olmuyor”  diyen hükümet temsilcileri var. Bu durum,  ana haber bültenlerini  hazırlayan gazeteciler  için nasıl büyük bir baskı oluşturuyor düşünebiliyor musunuz. Bir kere her gün o raporlar hazırlanıyor. AKP’nin elemanları veya basın bürosu, ciddi bir medya takibi yapıyor. Bunu yaparken aslında, sansürün spin doktorluğu tarafında da çalışıyorlar. Yani medyada yer almış herhangi bir bilginin hemen yalanlanması, onun yerine yeni bir bilgi üretilmesi ve toplumda  kendi politikalarına rıza üretilmesi açısından haberi yazan kişinin kredibilitesinin yok edilmesi, haberi yazan kişinin işinden edilmesi, başka bir gazeteye transferi vs. için çok ciddi bir çalışma yürütüyorlar. O kişilerin özel hayatlarını takip altına alıyorlar, telefonlarını dinliyorlar. Bütün bunlar bireyler ve kurumlar üzerinde çok ciddi bir baskı yaratıyor. Evet, biz askeri rejimler döneminde de, basına sansür  uygulanmasını yaşadık ancak o dönemde dahi en azından hükümetin yolsuzluklarını, IMF’nin politikalarının eleştirilebildiğini hatırlıyorum. Yani ben 1980 sonrasında gazetecilik yapmaya başladım. O dönemde gerçekten askeri rejimden yeni çıkmış Türkiye’de, Turgut Özal marifetiyle küresel ekonomiye kenetlenmeye çalışan, dışa açılan Türkiye ekseninde,  yine askeri yasaklar, MGK’nın  bir takım gizli saklı işleri, Güneydoğu’da devletin birçok yanlış işleri olabilirken mesela Cumhuriyet gazetesinde Celal Başlangıç, askerler tarafından köylüye bok yedirildiğini yazabiliyordu. Bunlar, bugün artık iyice daralmış durumda. Yani gazetecinin gazetecilik yapması için gerekli kanallar tıkanmış durumda. Bunu hem gazeteciler üzerinde baskı kurarak yapıyorlar hem de medya kurumlarını  ele geçirerek yapıyorlar. Üzerinde baskı hisseden diğer gruplar da çekilip, Aydın Doğan’ın yaptığı gibi, “Bu kadar vergi ödeyeceğime çekilirim kardeşim , niye hükümeti eleştireyim” diyorlar. Boyun eğersen hayatın rahatlamaya başlıyor. Ve bunlar örnek teşkil ediyor tabi. Öbür taraftan idealist  muhabirlerde de, Ahmetlerin Nedimlerin başına gelenler büyük bir korku yaratıyor. “Acaba ben bu haberi yazsam benim de başıma bir şey gelir mi” endişesini taşıyorlar. Hepimizin bir hayatı, bir ailesi var. Örneğin, Ahmet , savcılık iddianamesi olmadan aylardır hapishanede yatıyor. Bu diğer gazeteciler için çok ciddi bir gözdağı. Bütün gazetecilerin başına  gelebilir. Çünkü, bunu kolayca yapıyorlar. Bir sabah gelip, kolayca evden alabiliyorlar.


KÜRT TARAFINA MİKROFON TUTULMUYOR

Basına yönelik engellemeler, baskılar sanki bir savaş hali dönemindeymişiz gibi artıyor. Özellikle Kürt meselesine ilişkin haberler en çok sansürlenen haberler arasında. Bu bir tür ‘Gerçeklerin karartılması çabası’ olarak değerlendirilebilir mi? Özellikle Türk halkının Kürt meselesinde gerçekleri görmesinin engellenmesi mi amaçlanıyor?

Türk halkı, uzun zamandır Kürt meselesinde gerçekleri göremiyor. Bunun bir nedeni ana akım medyada çok tek taraflı bir yayıncılık anlayışının olması. Yani Kürt meselesine ilişkin olaylar, durumlar, açıklamalar habere dönüştürülürken ana akım medya, devletin resmi söylemi çerçevesinde haberi aktarıyor. Ve hiçbir zaman öteki tarafa, Kürt tarafına mikrofon uzatmıyor. Halbuki gazeteciliğin temel normatif yapısı, yazdığınız yayınladığınız habere ilişkin her iki tarafa söz hakkı tanımaktır. Şimdi birincisi buradan zaten gerçeklere ulaşamıyoruz. İkincisi çok yoğun baskı ve sansür var bu konularda.  Belki, askeri vesayetin bazı katı yasakları aşıldı ancak şimdi de, sivil dönemin yasakları var. Örneğin, şimdi Kürt siyasilerinin , belli örgütlerle belki belli şiddet yanlısı oluşumlarla beraber isimlerini anmak gibi söylemsel pratik var. Öte yandan alternatif bilgiyi alabileceğiniz kanalların, özellikle Kürt basınının  ta başından beri Türkiye’de sansürlendiği, gazete binalarının bombalandığı, çalışanlarının  faili meçhullere gittiği bir süreçten geçiyoruz. Hâlâ hapiste olan Azadiye Welat’tan, başka basın yayın kuruluşlarından çok sayıda Kürt gazeteci var. Bunlar halka gerçekleri anlatmaya çalıştıkları için veya gerçeğin öteki boyutunu anlatmaya çalıştıkları için hapse giriyorlar. Ve onlara ‘terörist’ ya da ‘teröristlere yardım ve yataklık yapan kişiler’ gözüyle bakılıyor. Aslında başından beri Kürt meselesinde kamunun haber alma özgürlüğü kısıtlanmış durumda. O problem hâlâ da devam ediyor. Ve bu yaygın bir biçimde suç ortaklığı şeklinde gidiyor.


GAZETECİLER ZENGİNLEŞTİ, PRANGALARI KALINLAŞTI

 Ankete katılan bütün gazetecilerin basında sansürün varlığını görüyor olmaları; üstelik bunu söyleyen gazetecilerin etkili noktalarda olması biraz ilginç değil mi? Bir bakıma kendi sorumluluklarını da itiraf etmiş olmuyorlar mı? Üstelik, büyük bir çoğunluk sansürü bir sorun olarak da görüyorken...

Bu durum büyük basın tarafından ilk defa dile getirilmedi. Çalışmamın içine bakarsanız, bu  Sedat Ergin  veya İsmet Barkan tarafından defalarca dile getirildi. Berkan bunu söylediğinde artık genel yayın yönetmeni değildi. Milliyet Gazetesinde, köşe yazarı olmuştu. Bu araştırmada, konuşan gazetecilerin isimlerini açıklamadığım için, hepsi çok daha rahat duygu ve düşüncelerini dile getirdiler. Biliyorsunuz medyada işini kaybetme korkusu da oto sansürü tetikleyen bir şey. Birçok gazeteci, sahip oldukları mevkileri, aylık kazançlarını, aile düzenlerini kaybetmemek için kendilerinden beklenen sansürcü yaklaşıma boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Eğer isimlerini açıklıyor olsaydım birçoğunun böyle bir şeyi açıklayacağını sanmıyorum. Türkiye’de gazetecilerin;  gazeteciliği bıraktıklarında ya da gerçek anlamda mesleki pratiklerini yerine getirmedikleri zaman “hadi bana eyvallah” dedikleri noktada kaybedecekleri çok fazla şey oldu. Bunun sebebi, Türkiye’de gazetecilerin çok zenginleşmesi. Gazeteciler, çok fazla makam ve mevki sahibi oldular. Bu 1980 sonrasının yarattığı bir şey; tam olarak  AKP ile alakalı değil. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar zengin gazeteci yok. Belki çok büyük televizyon kanallarının çok büyük sunucuları ya da şov programlarını yapanlar çok büyük paralar kazanıyor olabilirler. Ancak Türkiye’de yatla, katla, yalıyla müthiş bir hayat standardına sahip gazeteciler var. Dolayısıyla da gazeteciler, bu yaşam standardından vazgeçmek istemiyorlar. Durum böyle olunca,  gazeteciliğin normatif yapısıyla çatışıyorlar. Yani sen şapkanı alıp, “Ya  kardeşim, burada, artık, gazetecilik yapılamaz hale geldi, ben gidiyorum”  dediğin zaman biliyorsun ki arkada, hayat standardını kaybediyorsun, villada oturmayı kaybediyorsun, hafta sonu Londra’da kahvaltı yapmayı kaybediyorsun. Gazetecilik böyle bir şey değil. Gazetecilik sorumluluk gerektiren bir şey. Halka karşı bir enformasyonu saklamanın bir sorumluluğu var. Bunun hesabını vermek zorundasınız. Bunun hesabını vermiyor ki gazeteciler. Bunun hesabını vermek  zorunda olmadığında da gelen geçen iktidarlara  boyun eğebiliyor.

GAZETECİLER ÖRGÜTLENMELİ

Hükümetin ya da medya patronlarının yönelimi, amacı aşağı yukarı ortada. Böyle bir ortamda gazeteciler neler yapabilir?

Araştırmamın sonunda da önerdiğim gibi gazetecilik örgütlerinin giderek güçlenmesi gerekir. Yani olması gereken,  gazetecilik örgütlerinin, son yıllarda yaşandığı gibi, bir grup hükümet yanlısı gazetecilik örgütleri, bir grup hükümet karşıtı gazetecilik örgütleri olarak değil, gazeteciliğin sorumluluk ve hesap verilebilirliği ekseni  üzerinde, gazeteciliğin normatif yapısı üzerinde, etik ilkeler üzerinde anlaşmış, hakikaten sorumluluk hisseden gazetecilerin sendikalaşması, örgütlenmesi lazım. Ve gazetecilerin korkmadan tepki koyabilmesi lazım. Yani Ferai Tınç’ın yaptığı gibi, “Bana eyvallah kardeşim ben bu koşullar altında gazetecilik yapamıyorum” demesi lazım. Bu iki sonuç doğurabilir. İlki az kalmış doğru düzgün gazetecilik kadroları boşalır yerine çok kalitesiz, çok genç tecrübesiz kadrolar doğar ve kötü gazeteler çıkmaya başlar. Ya da denir ki,  “Bu kadroları koruyalım, haber içeriklerine müdahaleyi durduralım.” Bunun için de ekonomi politiğin, medya sahipliğinin yeniden yapılanması gerekiyor. Medya patronlarının gazetecilikle veya yayıncılıkla uğraşıyor olmaları gerekir.


NTV DE ELEŞTİRİLMESİ GEREKEN BİR KURUM

Son günlerde NTV’de yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

NTV’nin kendi kurum içi meselesi olduğunu düşünüyorum. Banu Güven’in özellikle Leyla Zana söyleşisinin iptal edilmesi üzerine bu kararı alması önemlidir. Özellikle gazetecilik adına saygı duyulması gereken bir karar. Benzer şekilde NTV’de  özellikle eleştirel tavırlarıyla dikkat çeken gazetecilerin yapmakta olduğu talk şovların kesildiğini, örneğin, Nuray Mert’in o programla ilişkisinin nasıl  kesildiğini okuduk. Ben bunun tamamen patronajın hükümete total teslimiyetinin neticesi olduğunu düşünüyorum. Bundan önce NTV çok mu özgürdü, hiç mi eleştirilecek tarafı yoktu. Her kurumda olduğu gibi tabi ki NTV’de de hükümete belli oranda bağlılık vardı. Ama biz hep NTV’yi Chomski’nin ‘Küçük Medya Adacıkları’ dediği büyük medya devlerinin içinde yer alan bağımsız bir takım sorumlu gazeteciler olarak - Mete Çubukçu, Banu Güven, Ruşen Çakır, Mirgün Cabas vs. gibi- görüyorduk. Şimdi demek ki onların da yer alabileceği alan daralmış durumda.


BASININ ÜZERİNDEKİ SİLAHLI GÜÇ DENGESİ DEĞİŞTİ

Çalışmanızın ortaya çıkardıkları arasında sizin beklemediğiniz ya da sizi şaşırtan bir sonuç oldu mu?

Beni en çok şaşırtan sonuç, ordunun haber içeriklerindeki etkisinin bu kadar azalıp onun yerine polisin ve cemaatlerin  haber içeriklerine etkisinin bu kadar artması. Bu bence çok yeni bir şey.  Aslında konjonktüre baktığınızda aslında çok da yanlış değil. Çünkü Türkiye’de ordunun rolünün giderek kısıtlandığı ama bunun yerine başka bir silahlı gücün yani polisin gücünün giderek artırıldığı ve polis şiddetinin giderek meşrulaştırıldığı bir sürece gidiyoruz ve bir taraftan da eskiden polis olan bir takım kişiler de gazeteci oldu başımıza. Eski istihbaratçılar, polis okulu hocaları gazetecilik yapıyor şimdi. Bunlar bir tür spin doktorluğu yaparak büyük bir bilgi kirliliği yaratıyorlar. Yani polisin içinden aldıkları enformasyonları işleyip, yeniden üretip insanların zihninde belli politikalara, olaylara ilişkin rıza üretiyorlar. Özellikle Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde bunu çok net  görüyoruz. Yani bırakın, polisin direkt olarak, haber içeriklerine  “Bunu yapın, şunu yapın” demesi, burada polisin direkt olarak gazetecilik yaptığını görüyoruz.  Yani öyle bir şey ki istihbarat örgütleri, güvenlik örgütlerinin elemanları bizatihi haber içeriklerini hazırlıyor, bilgi üretiyor ve yazıyor yayımlıyor. (İstanbul/EVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

TFF iddianame olmadan karar vermeyecek

SONRAKİ HABER

Sendikanın adı koşulları değiştirdi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...