13 Kasım 1999 22:00

Hayatı anlamaya çalışıyorum

Düz bir tarifle bakarsanız bir film, ne yaparsanız yapın sistemin ideolojik ve ekonomik bir nesnesidir. O zaman eğer hayatımızda bize dayatılanları gerçek olarak kabul edersek, sinema yapmamamız gerekiyor.

Paylaş
Hayatı anlamaya çalışıyorum
Şenay Aydemir
'C Blok', 'Masumiyet' ve bugünlerde gösterimde olan 'Üçüncü Sayfa' isimli filmleriyle sinemada adından söz ettirmeyi başaran Zeki Demirkubuz, sinemayı hayatı anlamak için yaptığını ifade ediyor. Demirkubuz, filmlerindeki öykülere müdahale etmemesini ise, gerçeği kavramak olarak değerlendiriyor. Demirkubuz'la, sinema ve filmleri üzerine görüştük.
Antalya'da ödüller kazanan son filminiz 'Üçüncü Sayfa'da daha önceki filmlerinizin aksine genç ve yeni yüzlere rol verdiniz. Neden yeni yüzleri tercih ettiniz?
Aslında bunun özel bir gerekçesi yok. Ancak, anlatılan öykünün özellikleri bakımından tanınmayan yüzlerin daha iyi olacağını düşündüm. Yeni arkadaşları seçerken de öyküye ne kadar uyup uymadıklarına dikkat ettim ve bir parça da tesadüfen bu arkadaşlarda gördüm. Çünkü bu arkadaşların hiçbirisin oyunculuğu ve geçmeşi hakkında ufak tefek şeyler dışında pek bir fikrim yoktu. Kısa konuşmalar sonucunda edindiğim insani elektrikler sonucunda bu arkadaşlarda karar kıldım.
Sizin sinemanızda toplumsal kategoriler bakımından en altta olan insanlara yer veriliyor. Marjinal insanları anlatıyorsunuz. Bunları tercih etmenizin özel bir nedeni var mı? Sizin filmlerinizde, öğrencilere, memurlara ve işçilere rastlanmaz, böylesi bir tercihin gerekçeleri nelerdir?
Bu açıkçası çok özel bir çabanın sonucu ortaya çıkan bir durum değil. Fakat bunu tabii ki ben de düşündüm sorular üzerine, sanırım biraz aidiyat duygusuyla ilgili. Ben kedimi bu dünyaya ait hissediyorum. Bu dünyaya ait çelişkiler, hayat denilen şeyin bu biçimde örgütlenmesinden ve düzenlenmesinden doğan durumun insanları bu hale getirebilmesi, bu duruma sürükleyebilmesinin bende yarattığı etkiyle ilgili. Ama şunu da belirtmeliyim ki ezilen sınıflar, cumhuriyet dönemi boyunca ve özellikle '60'lı yıllardan beri, üstünde en çok demagoji yapılan sınıflardır. Böyle olmasına rağmen bu insanların varlıkları, içerdikleri anlam hiçbir zaman sınıfsal birtakım veriler ve değerlendirmelerin ötesine geçememiştir. Ve politik bir varoluşun parçası olarak ele alınırlar. Dolayısıyla hiçbir zaman anlaşıldıklarını düşünmüyorum. Bu da bende o sınıflara ait bana öğretilen şeylere karşı bir şüphe duymamı sağlıyor ve bunun üstüne bir anlama çabası olarak değerlendirilebilir.
Zeki Demirkubuz sinemasında senaryonun akışı, yaşanan gerçeklilikle uyumlu hareket ediyor. Bu hayatta öykünün nasıl bitmesi gerekiyorsa da, filmde de öyle bitiyor. Bu hayatın başka türlü olabileceğine dair bir müdahalede ya da yönlendirmede bulunmuyorsunuz. Bunun özel bir gerekçesi var mı?
Şöyle değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Ütopyayı çizmemiz; gerçeği bütün yalınlığıyla, bütün sarsıcılığıyla, bütün acısıyla ve doğrudan bir şekilde anlamamızdan geçiyor. O yüzden ben bunları ideal olanı göstermek, ideal olanı hissettirmek, ideal olanı özletmek açısından böyle bir yol seçiyorum. Bir de sinemanın üstünde dil olarak fazla ipotek olduğunu düşünüyorum.
Sinema, özellikleri gereği zaten ideolojik değil midir? Bir film kaçınılmaz olarak -yönetmeninden bağımsız- ideolojik bir karşılık bulur kendisine.
Düz bir tarifle bakarsanız bir film, ne yaparsanız yapın sistemin ideolojik ve ekonomik bir nesnesidir. Fakat, o zaman neden sinema yapıyoruz sorusunu sorarsak, biraz önceki tarifi daha iyi anlayabiliriz. O zaman eğer hayatımızda bize dayatılan, bize gösterilen şeyleri gerçek olarak kabul edersek, sinema yapmamamız gerekiyor. Ama bu özellikle düşünen, muhalif insanın çok tarihsel olarak yüzleşmek zorunda kaldığı bir noktadır. İşte ozaman bu ideolojik ve ekonomik nesneye olma durumuna; onun anlamını yaratarak, anlamının varlığını hissetterek ve bu anlamlarla yeniden bir ilişki kurarak, yani verili ilişkiyi kırıp, yeniden bir ilişki kurarak son verilebilir. İşte sinemanın anlamı da zaten bu noktada duruyor. O zaman insanlar çok umutsuz görünün bir çabaya, umutla ve gönülle talip oluyorlar. Zaten bir filmi ekonomik yasaların ipoteğinden kurtaran da işte bu anlam. Bu ilişkileri kullanarak sinemaya giden seyirci ile yönetmen arasında kurulan bağ, ancak bu anlam ortaya çıktıktan sonra bir özgürleşme nedeni ya da özel bir bağa dönüşebilir.
Filmlerinizde televizyon önemli bir yer tutuyor. Filmde sürekli olarak televizyonda geçen sekanslara da tanık oluyoruz. Bunun önemli bir nedeni vardır şüphesiz.
Bunun birkaç sebebi var. Birincisi televizyon olgusunun bugünün insanı ve bugünün temalarını anlatmak açısından iyi bir sinematografik öğe olduğunu düşünüyorum. İkinci sebebi; televizyon insanların kültürel biçimlenmesinin, karakter biçimlenmesine büyük bir önem taşıyor. Ve özellikle '50 sonrası kapitalizmin, kendi sistemlerini kabul ettirmek, ya da insanların kendi kültürel değerlerine göre biçimlendirmek için en büyük araçları oldu. Ve hiçbir direnişle karşılaşmadı. Bunu zaman zaman kendi meselemi anlatma nedeni olarak kullandığım gibi bir tür eleştiri nedeni olarak da kullanıyorum.
Altın Portakal Film Festivali sonrasında festivalde ilk kez bu kadar çok 'iyi' sayılabilecek filmin bir arada buluştuğu ifade edildi. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Türkiye sineması ilerleme kaydediyor mu ve ediyorsa bu durum devam edebilir mi?
Türkiye'deki sinemaya dair görüş bildirme konusunda en acemi insanlardan birisiyim. Ve geçmişteki deneyimlerimden Türkiye'deki sinemayı bu şekilde tartışmanın tuzak olduğun düşündüğüm için bu konularda konuşmuyorum. Ama şunu söyleyebilirim, belki kaliteleşme doğru olabilir, belki de bozuk bir saatin günde en az iki kere doğru zamanı göstermesi gibi bir şeydir. Bunu bilmiyorum. Zamanın bunu göstereceğine inanıyorum. Değerli olan her şeyin tek bir kriteri olduğunu düşünüyorum; zaman.
Türkiye sinemasının seyirciyle buluştuğu kanısına katılıyor musunuz?
Tüketici seyirci olarak bir sinema seyircisinin yaratılmaya başlandığını söyleyebiliriz. Tüketici kriterlerine baktığımız zaman bunun Amerikan sermayesinin de ilgisini çekecek düzeye geldiğini doloyısıyla yatırımların devamli büyüdüğünü görüyoruz. Ama seyirci demek tüketici demek mi orda benin farklı bir düşüncem var. Türkiye'de modayı takip eden bir tüketici kesimi var. Kriterler buysa evet milyonu aşan 'Türk filmleri' olduğuna göre bu değerlendirme doğru. Benim beklediğim anlamda bir seyircinin olduğunu düşünmüyorum. Mesela son dönemde kendini böyle bir biçimde ifade ederek yapılan filmlere bakıldığında bu kanıyı görmek mümkün değil.
Bundan sonraki filmlerde de öykü bitmesi gerektiği gibi mi bitecek? Yoksa başka bir son bekleyelim mi?
Öyle bir düşüncem yok. Benim yapmaya çalıştığım şey basitçe şu; ben hayatı anlamaya çalışıyorum ve bunu da özgürleşme adına yapıyorum. Hayat üstünde hiçbir tahakküm, hiçbir egemenlik istemiyorum. Tek amacım var özgürleşmek. Dolayısıyla sinema bu varoluşun sadece bir parçası. Bu hissedişler beni nereye götürürse oraya gideceğim.
ÖNCEKİ HABER

Düzce'de büyük hasar var

SONRAKİ HABER

Halkların düşmanı geliyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...