22 Ağustos 1999 21:00

Depremin değil ülkenin gerçeği

Depremin değil ülkenin gerçeği
Özlem Ergun
Ölümle yaşam arasındaki o kısacık an. Dudaklarınızın arasından çıkan o soluğun, sonuncusu olacağını hissetmek. Kulakları tırmalayan uğultuların, hiç bitmeyecekmiş gibi duyumsadığımız tanımsız gelgitlerin arasında daha önce hiç bilmediğimiz, çığlık çığlığa yaşanan hezeyanlar. Sallanan tavanlara diktiğimiz gözlerimizin son bakışının bu olacağını bilmek. Ve az sonra gelecek olan ölüm...
Bir tek kendi evimizin sallandığını düşündüğümüz o saniyelerin ardından öğreniyoruz, yaşananın bir tek bize ait olmadığını... Çoğu zaman en korunaklı yer diye düşündüğümüz evlerimizin nasıl yerle bir olduğuna, o evlerin altından yükselen insan feryatlarına, çıkarılan cesetlere, kimsesizliğimize, çaresizliğimize belki de ilk kez bu kadar yakından tanıklık ediyoruz. Ve şimdi hep birlikte ölümü kokluyoruz. Bu kâbusun, bu darmadağın acının orta yerinde ölümün ağır kokusu artık her yanda.
Bildiğimiz bir başka şey de, 'çağdaşız, uygarız' nutuklarını atıp, kocaman tabelalarla şehirlerin girişine '... bir Avrupa şehridir' yazanların, böylesine bir felaketin hangi Avrupa şehrinde olduğunun cevabını veremeyecekleri... Fay hatlarını yerel yönetim kararlarıyla belgeler üzerinde 'değiştiren'ler, bunun hesabını nasıl veremiyorsa; milyarlık koltuklarında oturanlar, 'Zelzele Kuran'da vardır' diyerek, kayıtsızlıklarını, ihmallerini gözümüzün içine baka baka, tüm yüzsüzlükleri, aşağılık pişkinlikleri ile meşrulaştırıyorlar. Binlerce insanın kanına ekmek doğrayan müteahhitlerden sadece biri olan Veli Göçer, kim bilir neredeki sağlam villasından verdiği demeçlerinde deniz kumu kullandığını itiraf ediyor. Ve yine kendi demeçlerinden öğreniyoruz, 'istediği zaman' gelip teslim olacağını.
'Acıya, göz yaşına alışan insanımız nasıl olsa buna da alışır' mı deniyor? Depremin ardından bir başka deprem yaşanıyor artık, insanların korku dolu bakışlarında ölümü görmek hiç de zor değil. En sevdiklerini kaybedenler bundan sonra ne eyler, ne yapar da nasıl yaşar, nasıl unutur tüm bunları... Yaşadıklarına sevinebilirler mi sizce? Ve işte bir tarafta insan hakları, demokrasi, sosyal devlet, diğer tarafta daha çok kâr, daha fazla kazanma hırsı, rant, para... Hepsi, hepsi gözümüzün önünde... Yaşanan gerçekliği, olanca çıplaklığı ile bu kez göremediysek, bir daha da hiç göremeyiz...
Bursa SSK Hastanesi'ndeyiz. Acil kapısının önünde birbiri ardına keskin sirenleriyle gidip gelen ambulanslar sessiz bekleyişi yırtan tek ses. Enkazların altından çıkartılan yaralıların taşınması sırasında yaşanan panik ve heyecanın dışında... Hastane koridorlarını dolduran yüzlerce yaralı konuşamayacak kadar bitkin olsa da, onlar yine de şanslı sayıyor kendilerini. Birkaç kişinin dışında hemen hiç kimsenin yanında refakatçisi yok. Hastane bahçesini ise, yakınlarını arayan insanlar doldurmuş, hepsinin yüzünde çaresizlik, şaşkınlık...
Haklı öfkelerini dillendirenlerden biri, "Bu müteahhitlerin hepsi katil. İnsan sadece tabanca ile öldürülmez ki. 50 kilo demir koyacağına 25 kilo koyuyor, sonrasını işte görüyorsunuz" derken, deprem gerçeği ile yüzleşen bir başka yurttaş ekliyor: "Yüreğimizin yanmasından başka bir şey kalmıyor, hep ağlamak düşüyor bize. Zamanında önlem alınsaydı böyle olmazdı. Japonya'da hemen her gün deprem oluyor, bir kişinin burnu bile kanamıyor, bizde ise binlerce insan ölüyor. Ucuz yapıların, fazla kâr hırsının sonuçları işte bunlar."
'Kim bilir hangi hastanede?'
Kızını arayan bir başka annenin perişan görüntüsü ise söylenecek pek çok şeyin özeti aslında. Ailesinin hayatta olduğunu bilmek içlerini biraz olsun rahatlatsa da, İsmet Hanım şimdi hastane hastane gezerek kızını arayan yüzlerce anneden biri: "Ben Sarımsaklı'daydım, kızım Değirmendere'de oturuyor, koşarak geldik, ev sıfır olmuş. Ve hiçbir şekilde enkaz çalışması yok. Kızımı, damadım kendi çabasıyla çıkartmış, torunum kendi kendine kurtulmuş. Şimdi kızımı arıyorum. Bu evin yanında bir sürü apartman var, onlar sapasağlam duruyor, bu un ufak olmuş." Arayışını sürdüren bir başkası da Yalçın Aydın. Aydın, haklı öfkesini şöyle dile getiriyor: "Bu yıkım aza indirilir, ama elli sene önce başlayacaktık. Türkiye'yi müteahhitlerin eline teslim ettik. Şimdi bu yıkılan binaları kim yaptı acaba? Müteahhidi denetleyen kimse yok, para denetliyor her şeyi. Müteahhit hırsızlık yaptıysa kim sorumlu, ona ruhsat veren adam sorumlu. Bakın, beş katlı binadan torunum, damadım şimdi çıktı, kızımı hâlâ bulamıyorum, kim bilir hangi hastanede."
Evet, bir tarafta en çok sözü edilen demokrasi, insan hakları, bir tarafta yıkıntılar adasındaki kan, gözyaşı, feryatlar ve yitirdiklerimiz... Önümüzdeki manzarada belirenler ise acı; acı olduğu kadar da gerçek, tüm sahte pırıltılarından, cilasından arınmış, çırılçıplak bir ülke.