16 Temmuz 1999 21:00

Sanatçı çağının sanığı da olabilmeli

Sanatçının emekçinin yanında olması gerektiğini belirten Ruşen Hakkı: "Sanatçının çağının tanığı olması yetmiyor; sanatçı aynı zamanda çağının sanığı da olmalıdır."

Paylaş
Sanatçı çağının sanığı da olabilmeli
Güngör Gençay
Ruşen Hakkı, bir dönem toplak ölçümlenmesiyle (tapu kadastro) uğraşmasına karşın, toprağı olmayan bir kalem ustası. Doğduğu memleketin en önemli üretimi olan çini süslemeciliğinin güzelliğini ve inceliğini şiirde, öyküde, romanda yaratmış bir şair-yazar. Ayrıca, uzun yıllara dayanan, gazeteciliği var. Şimdi de Özgür Kocaeli gazetesinde köşe yazarlığını sürdürüyor. Ruşen Hakkı'yla sanat yaşamı, sanata bakış açısı ve son kitabıyla ilgili görüştük.
Elli yıla yaklaşan bir sanat hayatın var. Bu zaman dilimi içinde seni doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyerek yılgınlığa düşüren olay ya da olaylar oldu mu?
Belki zaman zaman karamsarlığa kapıldım, ama yılgınlığa düşmedim. Beni etkileyen olayları şöyle sıralayabilirim: 6-7 Eylül 1955 talanı. O akşam Fatih'ten Beşiktaş'a kadar yürümüş ve yağmanın tanığı olmuştum. 27 Mayıs 1960 devrimi. 15-16 Haziran direnişini İzmit'te yakından izleme olanağı buldum. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbesi; benim de yargılandığım Aydınlar Dilekçesi Davası. İnsan Hakları Kocaeli Şubesi kurucu başkanlığı. 2 Temmuz Sivas katliamı ve Cumartesi Anneleri'nin kararlı direnişi...
İzmit deyince, Türkiyeli sanatçıların aklına Ruşen Hakkı gelir. Peki İzmit, senin aklına neler getiriyor?
İzmit denince, ilk aklıma gelen emek oluyor. İzmir bir sanayi kenti. Bu kentte yaşayıp da emekten ve emekçiden yana olmamak olası değil. Sen bu kentte, yakın zamana kadar, edebiyattan çok, emekçilerin çilesini, direnişlerini kendime görev edindim ve gazeteci olarak da onların sesi olmaya çalıştım. Görevim sürüyor.
İzmit'te yaşayan sanatçılar azımsanmayacak bir sayıda. Gerek İzmit özeli, gerekse Türkiye genelinde sanatı-emekçi ilişkileri için neler söyleyebilirsin?
Sanatçı da bir emekçidir, bu nedenle de her zaman onların yanında yer alması gerekir. 1960, hele hele 1970'li yıllar, İzmit'te işçi hareketlerinin en yoğun yaşandığı yıllardır. Direnişler, çok uzun süren grevler, ölüm oruçları, mitingler, şiirin de içinde yer aldığı dayanışma geceleri, coşkulu grev ziyaretleri, yaşamımda önemli yer tutan olaylardır. Bir yazar ve gazeteci olarak olayların için de oldum. Bir devlet memuru olarak da hep emekçilerle birlikte olmuş ve mitinglerde pankart taşıyıp şiirler okumuşumdur. Neden mi? Çünkü, sanatçının çağının tanığı olması yetmiyor; sanatçı aynı zamanda çağının sanığı da olmalıdır.
Söylediklerinin ışığında emekten ve sermayeden yana olan sanat, medyada kendini nasıl ifade ediyorlar? Toplumun aydınlanması bağlamında konuyu kısa ve uzun erimde nasıl bir çözüme kavuşturmak gerekli sence?
Emekten yana olan sanatın kendine medyada yer bulabilmesi olası mı? Medya elbette sermayeden yana olan sanatı ve sanatçıyı öne çıkaracaktır. Ama bu ne kadar sürer? Gazetelerde okuyoruz, televizyonlarda izliyoruz; falanca yazarın kitabının bir ayda on baskı yaptığı ilan ediliyor! Doğru olabilir! Ama o kitap sattığı kadar okunuyor mu acaba? Hiç sanmıyorum. Adam, reklamı yapılan kitabı okumak için değil de, kitaplığına koymak için alıyor. Görenler "Aferin" desin diye alıyor kitabı ve böylece ne kadar "entel" olduğunu gösteriyor eşine-dostuna! Sonra, çok satan kitap, iyi kitap mıdır? Eğer öyleyse, ben çok kötü bir yazarım; çünkü hiçbir kitabım ikinci baskıya ulaşamadı... Ben medyatik yazarları, sanatçıları, çok renkli, cicili bicili kocaman balonlara benzetiyorum; eninde sonunda patlayacaklar ve geride hiçbir şey kalmayacaktır, diye düşünüyorum. Bu bir modadır, gelir geçer. Geçmeyecek olan, yarınlara kalacak olan ise emekten yana, barıştan yana olan sanat olacaktır.
Gerek yasalar, gerekse şiddet uygulamaları ve buna bağlı olarak düşün ve sanat adamlarının tutuklanmaları, ülkemiz sanatçılarında nasıl bir yansı yapıyor? Toplumsal olayların sanat içinde yeterince yer bulamadığından yola çıkılırsa, sanatçıların sansür uyguladığı sonucuna varılabilir mi?
Demokratik hukuk devleti olduğu söylenen bu ülkede yasalar, düşünceyi ifade özgürlüğüne izin vermiyor. Bu ülkeyi yönetenler, "konuşan Türkiye"den yana tavır koyuyorlar ve konuşuyorlar. Ama bu ülkenin yazarı, sanatçısı, aydını, sendikacısı konuşmaya kalktığında başına bela alıyor! Bu ülkeyi yönetenler ya da yönettiğini sananlar, bir yandan demokrasiden, hukuk devletinden söz ederlerken, düşünce hâlâ terör suçu sayılıyorsa, gülünç duruma düşerler ve düşüyorlar da. Bu beyler, çok sayıda yazarın, gazetecinin hapiste olmasını nasıl açıklayabilirler?
"Otosansür" diyorsun... Bir yazar, örneğin Yaşar Kemal diyelim, örneğin Gülsüm Cengiz diyelim... Düşüncesini ifade ettiği için ceza yiyor, ama beş yıl içinde aynı suçu (!) işlememesi kaydıyla cezası erteleniyor... Yazar, bu beş yıl içinde kendini nasıl tutacak? Bundan daha ağr hapis, bundandaha acı veren işkence olabilir mi?
Bir de, ortada hiçbir şey yokken kendine otosansür koyan yazarlar var ki, onlara bir sözüm olamaz! Onlar bu düzenin sanatçısı oldukları için, elbette düzene uyacak ve ünlerini sürdürmenin yolunda uygun adımlarla ilerleyeceklerdir!..
Son şiir kitabın "Elini Hünerle Kuşlara Yelek Giydir" adını taşıyor. Ülkemizin büyük bir kesimi yiyecek bulamaz ve doğru dürüst giyinemezken, kuşlara yelek giydirmek ne anlam taşıyor?
Dediğin gibi, ülkemizin büyük bir kesiminde açlık yaşanıyor. İşsizlik almış başını gidiyor. İşten atılanlarla, işsizler ordusu daha da güçlenip büyüyor! Yaşadığım kent olan İzmit'te bu durum daha net görülüyor. Günün her saatinde özellikle de sabahları çöp kutuları, varilleri, aç ve işsiz insanlar tarafından didik didik ediliyor. Yenebilecek yiyecekler bir yana, satılıp da para getirecek şeyler -kâğıt, karton, şişe, demir gibi- bir yana ayrılıyor... Kimi zaman durup onları izliyorum. Yüzlerinde okuduğum utanç değil, öfke oluyor. Sanki işsiz ve aç kalmalarının sebebi benmişim gibi bakıyorlar yüzüme. Utanıyorum! Sonra bu utançtan kurtulmak istercesine, oturup yazıyorum hallerini. Yazı gazetede çıktığında, kimi telefon edip "vah vah!" diyor. Ama kent yöneticilerinden tıs çıkmıyor...
Bu, kentin bir yüzü. Bir de öbür yüzü var bu kentin, bu kentte yaşayan varsılların. Aç insanlar ekmek paralırını çöplüklerden çıkarmaya çalışırken, varsılların kurdukları dört kişilik bir sofraya asgari ücret ödeniyor. Beş on milyon lira da garsonlara bahşiş olarak bırakılıyor...
Şimdi gelelim sorunun özüne... Kitaba adını veren şiir, yani "Elini Hünerle Kuşlara Yelek Giydir" de emeği güzelleyen bir şiirdir. Umudun şiiridir, beklemenin şiiridir. Savaş karşıtıdır ve de bir uyarıdır. Şiirin son yedi dizesini okuyalım:
"Bir düş de sen seç kendine / ve imzanı at aklının lazeriyle / Sonra kurtar kendini zamandan / çiçek yetiştir / saksı eylediğin postallarda, / elini hünerle kuşlara yelek giydir"
Bu şiirin iletisi ise, birçok şiirimde olduğu gibi, son dizelerle verilmiştir. İşte son iki dize:
"Ve yasadışı ilan edildiklerinde / yalnız bırakma dikenleri".
Yeni çalışmaların var mı, bu konuda bizi aydınlatır mısın?
Toplumsal şiirlerimi son kitabıma sokmadım. Onları ayrı bir kitapta toplamak istiyorum. Sanırım, gelecek yıl kitaplaşır. Ayrıca İnsancıl dergisinde "Günler / Kitapla / Dergiler" başlığıyla yayımlanan yazılarım da kocaman bir dosya oldu. Bu, "Bir Şafaktan Bir Şafağa"nın bir devamı olacak. Günü gününe tutulan notlardan oluşan bu yazılarımdan bir seçmeyi de kitaplaştırmak istiyorum.
Toplu Şiirler düşünüyorum. İlkini dosya haline getirdim. Bu kitap, tükenen ilk beş kitabımdan oluşacak. Ayrıca "Sokağın Ucu Deniz" ve "Irmak" adlı hikâye kitaplarım da tükendi. Bu iki kitabı bir arada yayımlamayı düşünüyorum. Yeni şiirler var, ama iki üç yıl beklesin, sonra kitaplaşsın istiyorum...
ÖNCEKİ HABER

'Herkeste uzun namlulu silah vardı'

SONRAKİ HABER

Karabay: SSK tasarısı özelleştirmeyi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa