21 Mayıs 1999 21:00

Duvarların dışında

Yaşadığımız günlerden çizgiler.......Adnan Özyalçıner
Cenazenin dört bir yanını Zihni'nin büyük posterleri ve "Sosyalizmin Uzun Yürüyüşçüsü" sloganlarıyla kuşatmışlardı.

Ölümün seyir defteri
Yaşadığımız günlerden çizgiler.......Adnan Özyalçıner
Şişli Camisi'nin dört köşe avlusu, her an biraz daha kalabalıklaşıyordu. Genciyle yaşlısıyla Zihni Anadol'u sevenler, sayanlar avluyu tıka basa doldurmuştu. Kalabalık, gazetecilerin yanıp sönen flaşları, televizyoncuların durmadan işleyen kameraları karşısında öbek öbek duruyordu. Aralarında konuşup tartışıyorlardı. Bu konuşmalar, yeni gelenlerle selamlaşmalar, hatta uzun süredir görüşememiş olanların özlem giderici sözleri akıl almaz, bir uğultuya neden oluyordu. Her yerde Zihni Anadol konuşuluyordu. Zihni'nin şakacı kişiliğine uygun fıkralar anlatanlarla siyasal, toplumsal savaşımından, yazılarındaki toplumcu, gerçekçi bakış açısından söz edenlerin konuşmaları birbirine karıştığından kimse kimsenin ne dediğini tam dinlemiyormuş gibi geldi bana. Belki de bütün cenazelerde bu böyleydi.
'Gene nereye kayboldu?'
Ben, bir köşeye çekilmiş kalabalığı izliyordum. Bir yandan da gözüm kapıda. Sennur, gelip burada bulacaktı beni. Öyle sözleşmiştik. Kalabalık arasında Zihni'nin oğlu Kemal Anadol'u görüyordum. O topluluktan ötekine koşuyor, her birine bir şey söyleyip yanlarından ayrılıyordu. Üzüntü ve heyecandan tam bir şaşkınlık içindeydi. Kalabalık hem şaşırtmış, hem de mutlu etmiş onu. Tam o anda, Zihni'nin eşi Naciye Hanım ilişti gözüme. O da benim gibi kalabalığı izliyordu. Aradığı Kemal ya da torunlarından biri miydi bilmem ama bana Zihni'yi arıyormuş gibi geldi. Acıdan kararmış donuk yüzü, kuşkulu bakışları "Gene nereye kayboldu bu adam?" diyen yarı sevecen, yarı kızgın bir anlam taşıyordu. Çocuğunu esirgeyip korumaya çalışan, ona kol kanat geren bir ana gibiydi tıpkı.
Naciye Hanım'ın bu tavrına bir de Dikili'de tanık olmuştum. Orada bir şenlikte hep birlikteydik. Bir yaz gecesi, kaldığımız kampüsün deniz kıyısındaki bahçesinde Sennur'la oturuyorduk. Saat on buçuk suları olmalıydı. Naciye Hanım gelip telaşını belli etmemeye çalışan bir sesle:
- Zihni'yi gördünüz mü? diye sordu. Heyecanla:
- Bir şey mi oldu? diyerek ayağa fırladık.
- Yok yok, diye bizi yatıştırdıktan sonra gülerek:
- Zihni'yi düşündüğüm yok şimdi, dedi. Nasılsa döner gelir o, ama odanın anahtarı onda. Dinamo'yla birlikte kalıyorlar ya... Onun da uykusu gelmiş beni zorluyor. Ne yapacağımı bilemiyorum.
Aklıma yöneticilerde yedek anahtar olabileceği geldi. Sordurduk. Varmış. Odayı açtırıp Dinamo'yu yatırdık. Naciye Hanım da bizimle oturup sohbete koyuldu. Gece yarısını geçtikten epey sonra Zihni çıkageldi. Gülümseyerek yanımıza yaklaştı. Naciye Hanım, Anadol'u gördüğüne sevinmişti. Gene de sevincini belli etmeden azarlarmış gibi sordu:
- Söyle bakalım, gene nereye kayboldun?
- Çarşıya gittim. Gençlerle gazinolardan birinde oturup sohbet ettik.
"İnsan bir haber verir" bile demeye gerek görmeden tıpkı bugün kalabalığı araştırırken baktığı gibi baktı kocasının yüzüne. Sevecenlikle kızgınlığın birbirine karıştığı bir bakışla. Daha sonra dördümüz de olanlara uzun uzun güldük.
Mezarlık yolunda
Daldığım bu düşten Sennur'un kalabalığın arasında beni bulmasıyla uyandım. O sırada tabut omuzlara alınmış, caminin kapısından çıkarılıyordu. Baktım, Zihni, gene gençlerle birlikteydi. Cenazenin dört bir yanını Zihni'nin büyük posterleri ve "Sosyalizmin Uzun Yürüşçüsü" sloganlarıyla kuşatmışlardı.
Cenaze arabası, önde polis arabası eşliğinde hızla hareket etti. Gençler de caminin çevresinde dizilmiş bekleyen polislerin yanı sıra, Feriköy Mezarlığı'na doğru, ellerindeki posterleri havaya kaldırıp posterlerin üstünde yazılı sloganları bağırarak yürüyüşe geçti. Sennur'la ben de ne kadar yürüyeceğimizi bilmeden arkalarına takıldık.
Cenaze arabası gözden kaybolup gittikten sonra kalabalık, mezarlığa gitmek üzere, arabalarla minibüslere dağıldı. O sırada bizim yanımızda da bir araba durdu. İçinde Songül vardı. Önde arabayı süren arkadaşın yanında Sait Hoca oturuyordu. Songül ayağı ağrıdığından ya da ayakkabısı vurduğundan yürüyemeyecekmiş. Yolun uzun olduğunu belirterek bizi de arabaya aldılar.
Önce ana yoldan saparak mahalle aralarındaki dar yollara girdik. Sonra yeniden ara sokaklardan ana yola çıktık. Feriköy Mezarlığı bir türlü görünmüyordu. Mezarlığı bulamadığımız gibi, girip çıktığımız yollarda cenaze arabasıyla da, önünde belki de siren çalarak giden polis otosuyla da karşılaşmadık.
Uzun süren bir labirentin içindeymiş gibi dönüp durduktan sonra Feriköy Mezarlığı'nın önce servileri, ardından yokuş aşağı uzayıp giden yüksek taş duvarı göründü. Araba hızla ileri atıldı. Gördüğümüz ilk kapıdan aynı hızla mezarlığın içine daldık.
Mezarlık, Kasımpaşa sırtlarıyla Okmeydanı'na bakan geniş bir tepenin üstündeydi. Ortalıkta ne cenaze arabası, ne de törene katılan onca kalabalıktan kimseler vardı. Bizden önce gelen bir iki araba mezarların arasındaki yan yollarda dönüp duruyor, oraya buraya girip çıkıyordu.
Biz, yan yollara hiç sapmadan, mezarlığın ana yolunu izledik. Önümüze dik bir yokuş çıktı. Yokuşu inince kendimizi arabayla birlikte mezarlık duvarının dışındaki boş bir asfaltta bulduk. Gerisin geri yokuşu tırmanıp mezarlığa döndüğümüzde, yukardan üstümüze doğru gelen polis arabasıyla cenaze arabasını gördük. Araçlardan inmiş dağınık bir kalabalık da onları izliyordu. Arabayı kenara alıp cenazeye yol verdik. Cenaze arabası bizim yaptığımız gibi yokuş aşağı hızla inip gitti. Biz de arabamızla arkasından gazladık. Az önce ulaştığımız mezarlık duvarlarının dışındaki asfaltta bir an için durakladık. Asfaltın yukarısına, aşağısına baktık. Her iki yönde de bir tek araç görünmüyordu. Önceki gibi bomboştu.
Yeniden mezarlığın içine döndük. Arabayı park edip indik. Cenaze arabasını bulamadığımızı, nereye gittiğini bilmediğimizi söyledik. Kalabalık homurdanıyordu. "Yoksa kaçırıldı mı?" diyenler bile vardı.
Özgürlüğün tadı
En iyisi rastgele mezarlıkların arasına dalmaktı. Öyle yaptık. Tek sıra olup mezar aralarından, dikenli çalıların içinden geçerek tepenin en uç noktasına kadar yürüdük. Burada da mezarlık yüksek bir duvarla sona eriyordu. Yalnız yanda, küçük bir boşluktan, çöplü bir arsalıktan aşağı doğru inen bir keçi yolu vardı. Hep birlikte oraya yöneldik. Keçi yolunu bitirip duvarları arkamızda bıraktığımızda, aşağıda, asfalt kaplı bir ara yolun kıyısına kazılan çukurun çevresindeki kalabalığı gördük. Burası papatyalarla kır çiçeklerinin açtığı otluk bir alandı. Gençler, ellerindeki posterlerle açılan mezarın dört bir yanını çevirmişti. Posterler, dışa dönüktü. Zihni Anadol, her zamanki gibi, başında kasketi gülümseyen yüzüyle bize bakıyordu.
- Bir yere kayboldum sanmayın. Gençlerle birlikteyim, beni merak etmeyin, der gibiydi.
Mezarı, yüksek duvarlarla çevrili içi tıka basa ölülerle dolu mezarlığın dışındaydı. Çevre yoluna bağlı asfalt bir yolun kenarındaki mezarında o, belki de ilk kez, özgürlüğün tadına varacaktı.
ÖNCEKİ HABER

Ordu Belediyesi'nde değişen bir şey yok

SONRAKİ HABER

NATO'da bahane bitmiyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...