07 Haziran 2015 03:48

Bir kentin belleğidir onlar

Tek katlı bahçeli evlerle, evlerin kıyısında onlardan uzun ağaçlarla doluydu mahalleler. Sonra evler bir kat, bir kat daha arttı. Önce ağaçlarla boyları eşitlendi, sonra da ağaçların boylarından hayli uzun apartmanlar yapıldı ve ardından gökdelenlerle görünmez kılındı. Hangi kente adım atılsa manzara-i umumi bundan ibaret.

Paylaş

Özgün E. BULUT

Zamanın su gibi aktığına dair olan inancım sonsuzdur. Sadece benim değil, cümle alemin düşüncesi de bu yöndedir. Hızla akan bir zaman var ve o aktıkça da beraberinde çok şeyi alıp götürüyor ne yazık ki. En çok da kentler nasibini alıyor bu döngüden ve en çok kentleri vuruyor zaman. Eski duruluğu, diriliği, dinginliği kalmıyor. İnşaat çamuruna batmış, soluk almaya çalışan yaralı bir aslan gibi çaresiz.
Tek katlı bahçeli evlerle, evlerin kıyısında onlardan uzun ağaçlarla doluydu mahalleler. Sonra evler bir kat, bir kat daha arttı. Önce ağaçlarla boyları eşitlendi, sonra da ağaçların boylarından hayli uzun apartmanlar yapıldı ve ardından gökdelenlerle görünmez kılındı. Hangi kente adım atılsa manzara-i umumi bundan ibaret.
Ağaçların binalardan küçük olmasını garipsemiyor insanlar. Üstelik bu durum gelişmişlik göstergesi sayılıyor. Betondan kulelere bezenmiş kentlere bakanlar ‘amma da gelişmiş’ diyorlar. Oysa betonlara gömülen gülümsemeleri görmüyorlar farkında olmadan. Duvarlara çarpıp kaybolan anıları anlamıyorlar. Güneşe ucundan ucundan göz kırpan havuzlar ve havuzların klorunda kaybolan yalnızlıkları gelişmişlik olarak okuyorlar. Modern binaların yarattığı algı bu. Ağacını kaybeden her kent, o ağaca sırtını yaslayan her hayatı da yok ediyor. Meydanlar, meydanlara döşenen taşlar, toprak yollar, tozlu kaldırımlar, el işleri, zanaat, komşuluk, çocukluk kayboluyor.
Ne zaman anılar dehlizine dalsam; çocukluğumu, gençliğimi düşünsem, ilk önce binalar arasında sıkışıp, cüce gibi kalan ağaçları düşünürüm. Bu da beni karamsar düşünceler içerisine iter. Bu düşünce fırtınası ile büyüdüğüm kenti sokak sokak, meydan meydan, mahalle mahalle gezer dururum. İçten bir koşuşturma, dingin bir durağanlık vardı o kentin geçmişinde. Güzel arkadaşlıklar, sınırsız bir mizah, keyifle yapılan tartışmalar, sokağın her köşesinde olan devrimci ağabeyler ve onların bitip tükenmeyen devrim muhabbetleri; sınıfsal bilinç olmadan tartışmanın olmayacağına dair kesin tavırları kış gecelerini ısıtan soba kadar sıcak ve derindi.
Devrimci ağabeyler ayaklarında mekap ayakkabı, üstlerinde kot, kazak ve parka ile çocukluklarında mahalleli arkadaşları tarafından kendilerine takılan unvanlarla devrimin en hararetli yerlerinde duruyorlardı. Alınganlıktan öte anlamları vardı bu unvanların.  Tam anlamıyla onlara takılan şeref madalyası demek daha doğru olsa gerek.
Her kentin oraya has, efsane olmuş devrimcileri mutlaka vardır. Çocukluk ve gençliğimin geçtiği Elazığ’ında ise efsane olmuş devrimcileri anlatmak ayrı bir heyecan benim için. Sonradan bazıları ile tanışıp, yakın muhabbetlerim ve dostluklarım oldu. Hala devam ediyor bu dostluk. Ne zaman yanlarına gitsem, bir yerde buluşsak o günlerin kokusu gelir burnuma. Kel, Kör, Topal bir kokudur bu. Gavur’ca söylenmiş bir hoyratın Anarşist yorumu ile çıkarım tarihi Harput sırtlarına. Harput’a her çıkışımızda sesimizin en yanık hali ile onlara iki hoyrat gönderirdik. Uzaktan da olsa Harput eteklerinde bulunan cezaevine el sallar, onların bilinen anılarını anlatırdık birbirimize.
İsimlerini söylemeden, kimseyi incitmeyi düşünmeden; bazılarının hayatta olmadığı, bazılarının yorgun, bazılarının sürgünde ömür tükettiği, yürekleri ışık dolu bu insanlara bir vefa yazısıdır yapmak istediğim. Okunacaksa böyle okunmalıdır. Yıllardır anıları ile kalbimde gezen devrimci ağabeylerimi yazmasaydım eksik kalırdım. Onlar soluğumuzdu, bizim yerimize düşünenlerdi. Onlar gibi yürür, onlar gibi giyinir, onlar gibi bakardık. Onlar gibi duvarlara yaslanır, olmayan bıyıklarımızı yolar, onlar gibi koşardık. Kel, Kör, Topal, Anarşist, Gavur, Şerefsiz, Panzer, Tipi Tip, Sarı, Çengel, Şişko, Teyip, Komo, Zaza, Kara, Bozo… gibi unvanlara sahip bu isimleri Elazığ’ın Sako, Fevzi Çakmak, Yıldız Bağları, Alman Bağları, Yığınki, Yeni Mahalle ve Karşıyaka mıntıkalarında tanımayan yoktu. Kulaktan kulağa yayılan bu isimleri Elazığ’ın faşistleri bile bilirdi.
Kerpiç ve briket duvarlara yaslanan, geceleri mahallelerinde nöbet tutan şövalyeydiler onlar. Nefesleri kentten uzaklaştıkça duvarlar yıkıldı, ağaçlar kurudu ve binalarla birlikte onların rüyaları da yavaş yavaş betonlarda kayboldu.
Çocukluklarından gençliklerine taşıdıkları unvanlarının en temiz hali ile fırtınalar içine giren bu kuşağı, o kentin iyi ki var olan değerleri olarak ilk sıraya taşıyorum. Kalbimin iklim değişikliklerinde onların yeri her zaman özeldir ve ayrı durur. Dizelerimden fırlayan imgelerdir onlar. Tarih böyle bir şey. Belki de akan zamanın tek durağan yeri bu akılda kalmalar ve bu hayatlar. Not düşülsün lütfen.

ÖNCEKİ HABER

Haydi hayırlı yolculuklar

SONRAKİ HABER

Bir eğitim emekçisinin öyküsü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa