Savaş kışkırtıcılığı, AKP ve Suriye
Yrd. Doç. Dr. Neval Oğan BALKIZ
Siyasal İslam’ın Türkiye projesi AKP hükümeti, her alanda güç ve meşruiyet kaybediyor.
Özellikle Gezi’den beri gittikçe artan oranda uyguladığı ve son olarak 1 Mayıs etkinliklerinde örneğini gördüğümüz baskı ve şiddet politikaları; İç Güvenlik Paketi denilen yasal düzenlemeler sürekli kıldığı olağanüstü hal koşulları onun liberal / özgürlükçü görüntüsünü silmiş bulunuyor. Türkiye’de; yeni demokratik süreçlerin ve halk kesimlerinin toplumsal güç elde etmesine olanak vermeyen, biçimsel bir demokrasiyi kurumsallaştıran bu anlayışın ekonomik eşitsizliği ne denli arttırdığı, toplumdaki eşitsiz erk paylaşımını nasıl yoğunlaştırmış olduğu artık daha fazla görünür olmaya başlıyor.
Ancak, bu görünüm toplumsal algıyı yönlendirdikçe, halk kesimlerinin sorgulamaları arttıkça; yönetici koalisyonun konumunu ve ekonomik gücün bölüşümünü korumaya, İslamcılığın liberalleştirilmesi ve neoliberalizmin İslamcılaşmasına (yerelleştirilmiş ve yerleştirilmiş ) dayalı bu iktidar yapısı da giderek; işçiler ve diğer halk kesimleri üzerindeki baskılarını da yoğun şekilde arttırıyor. Emekçi ve üretici kesimlerin haklarını, yaşam alanlarını ve varlığını yok sayıyor. Bu baskı politikaları günlük yaşamın tüm alanlarına yayılıyor; seçim sürecini etkileyecek şekilde muhalefet partilerine yönelik provokatif eylemlere dönüşüyor. Halk katmanları arasında gerginliğin artması; mezhepsel, inançsal temelde farklı özdeşim kutuplarının oluşturulması ve bu şekilde kendi seçmen kitlesinin tahkim edilmesi amaçlı bu politikanın bir uzantısını da, iktidarın baştan itibaren izlediği Suriye politikası oluşturuyor.
Günümüz dünyası yeni bir egemenlik savaşı çağı yaşıyor. Bu savaşların ana ilkesini;”toprak temelli egemenlikleri aşan küresel bir piyasanın içinde, “özneleşmeyen” ulusal egemenliklerin (devletlerin) savaşla disiplin altına alınması” oluşturuyor. “Küresel egemenler ile ulusal egemenler arasındaki bu savaşların sınırları, ulus devletler arasında değil, küresel piyasanın içinde ve dışında olmak şeklinde belirleniyor. Bunlar artık sadece bir cephede değil; herhangi bir an, herhangi bir yer ve herhangi bir koşulda, ortada bütün dünyanın olduğu topyekün bir savaş halini alıyor.” (Suriye’de; Yemen’de, Irak’ta yaşanmakta olanlar bunun örneğini oluşturuyor. Bu savaşlarla; küresel düzeyde bir kontrol toplumunun dayatılması ve tekil politik rejimlerin dünya düzenine(!) bağlanması amaçlanıyor. Böylece kapitalist küreselleşme sürecinin sürekliliği sağlanmış ve süreç, kendi risklerine ve krizlerine karşı korunmuş oluyor. Günümüzün bu gerçekliği karşısında Türkiye; iç ve dış politikadaki açmazlarının, özellikle Ortadoğu ve Suriye konusunda izlediği taraflı politikalarının yarattığı sonuçların altından nasıl kalkacağı belirsiz bir iktidarın, seçim hezeyanlarının sarkacında belirsizliğe, savaş ortamına sürükleniyor.
AKP hükümeti; Suriye’de gelişen sürecin başından itibaren; zaman zaman etnik ayrımcılığı öne alan bir din, inanç üzerinden üretilen söylem ve eylemlerden oluşan bir politika çizgisiyle; muhaliflerin hamiliğini üstlenen bir konumda oldu. Özgür Suriye Ordusu altında toplanan milislere eğitim, mühimmat, teçhizat vb. her türlü desteği sağladı. Talimatlarıyla, çatışmalarda yaralananların sınır illerimizdeki hastanelerden bedelsiz ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından öncelikli konumlarda muayene edilmelerine ve sınırlardan kontrolsüzce geçişlerine olanak tanıdı. İstanbul’da bir araya gelmelerine ev sahipliği yaptı. Bu gruplara Türkiye tarafından silah sağlanmakta ve eğitimlerinin yapılmakta olduğuna dair; ulusal ve dış basında yer alan iddiaları, sınır illerinde yaşayan halkın şikayet ve tanıklıklarını, yanıtsız bıraktı. Adana’da yakalanan içi silah dolu TIR’lar üzerinde yapılacak denetim ve soruşturmaları engelledi, görevli savcıların yerlerini değiştirdi, haklarında soruşturmalar açtı ve son olarak da görevden aldı. Suriye’de “mezhepler arası iç savaşa” dönüşen çatışmalar karşısında; “mezhep-içi” bir yaklaşım ve tutum sergiledi. İç politik düzlemde, “Alevi” karşıtlığı üzerine kurguladığı bir söylem geliştirdi. Tarihsel yargıları, güncel siyasal, sosyokültürel anlayış ve kalıplarla birleştirerek ve bunları toplumsal alanda görünür yaparak; seçmenlerini dayanıklı bir çerçevede tutmak amacıyla, keskin duygusal ve algısal sınırlar oluşturdu. İzlemekte olduğu politikaya eleştiri yönelten kimi parti başkanlarını, demokratik kitle örgütü yöneticilerini, aydınları mezheplerine atıfta bulunarak, mezhepsel bir aidiyet refleksi ile hareket etmek ve “zalim”in yanında yer almakla itham etti. Bu söylemi ile toplumsal kesimleri; bir partinin seçmeni olmak / olmamak; belli bir milliyet ve / veya belli bir mezhepsel inanç mensubu olmak / olmamak ayırımı üzerinden ayrıştırdı.
Bu söylemin propagandacısı olmakla görevli olan militan basının kimi kalemleri de; bölgede barış isteyen, Suriye’de “savaşa hayır” diyen her kesimden insanı ve grupları şeytanlaştırma kampanyası başlattılar. Akif Beki; “savaşa hayır” sloganları atan Alevilerde “Bir Suriye Sevgisinin” izini süren niyet okumalarına girişti. Etnik ve mezhepsel aidiyetlerine atıfta bulunarak, Suriye rejimine duyduklarını iddia ettiği “duygudaşlık üzerinden” özellikle Alevi /Nusayri damarının mezhepçi davrandığı ithamında bulundu ve adeta bir nefret söylemi geliştirdi. Suriye’de, Libya’daki çözümün aynısını umduklarını yazanlar da (Mustafa Akyol), barış isteyenleri (Onların deyimiyle solcular, Kemalistler, antiemperyalistler, çağdaş laikler) barış çığırtkanlığı yapmakla suçladılar. Hatta bu kesimleri Bosna Hersek’teki vahşetin de suçlusu ilan ettiler ve AKP hükümetinin bu çığırtkanları! dinlememesine şükrettiler! ABD ve NATO’nun ikna edilerek, muhaliflere Stinger tipi silahların ulaştırılmasının sağlanmasını önerdiler. Var güçleriyle; barış ruhunun kınanması, “savaş yanlısı iyi vatandaşların!” birlik içinde hükümet politikalarına bağlılıklarının devamını sağlamak için çalıştılar! Hatay sınırına yakın yerleşim yerinde son olarak Alevilere yönelik bir katliamı gerçekleştiren İŞİD denilen grupları;el Kaideci Nusra ya da Ahrar’uş Şam’dan ya da son adıyla Fetih Ordusu adı verilen gruplardan ayrı ve meşru göstermeye, Türkiye’nin bu grupları eğit donat adı altında koruyup silahlandırmasını haklı kılmaya çalıştılar. NATO Dışişleri Bakanlarının Antalya’da yaptığı toplantıda; Suriye’ye de bir tampon bölge oluşturma taleplerini kabul ettiremeyen iktidarın, bir kulağını Obama’nın Camp David’de Körfez ülkelerinin krallarını ağırladığı görüşmelere dikerek, oradan da istediği yönde bir eğilimin oluşmayacağını anlamasının hemen ardından Suriye hava aracını yok etmesi, AKP’nin ikinci adamı konumundaki Yasin Aktay’ın, Adana’da araması yapılan TIR’ların (ve daha nicelerinin ) milislere silah taşıdığını açıkça söylemiş olması, silah taşıyan TIR’ların aranmasında görevli savcıların görevden el çektirilmesi, aramaya katılan jandarmalar hakkında davalar açılması, toplumda algı ile gerçeklik arasındaki bağın parçalanmasına, diğer yandan, iktidara güvensizlik, tedirginlik ve belirsizliğin bölgeye hakim olmasına yol açtı.
Buna karşın bu medya ideologları toplumu zorunlu bir “suskunluk ve eylemsizlik” sadakatine mahkum etmekte, kısmen başarılı oldular.
Soli Özel bu durumu; “…Türk toplumu yanı başındaki insanlık trajedisi karşısında, hükümetin politikasına inanmadığı ve güvenmediği için sessiz. Bu sessizlik ahlaki bir iflasa da tekabül ediyor” şeklinde tanımladı.
Ancak şu anda içinde bulunduğumuz koşullar; toplum olarak sessiz kalmamızı değil; aksine bu “ahlaki iflastan” kurtulmamızı zorunlu kılıyor. Tüm siyasi parti ve kurumlarla birlikte en kısa sürede; kimlik temelli çatışma karmaşıklığını algılamaktan uzak realist güvenlik tanımını aşan bir politika oluşturmasını sağlamalıyız. Bu da ancak; savaşın mantığına, toplum olarak bize dayatılan panik rejimine, öncelikle de küresel sermayeye ve onun dünya düzenine karşı çıkmamız ile olanaklı görünüyor.
Zira, içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşanan süreç; dünyada hakim olan “yeni bir egemenlik savaşı” çağının görünümü ve örneğini oluşturuyor. Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin “yeni bir egemenlik savaşı” çağının sonucu olduğunu ve bu hale geleceğini önceden en açık şekilde gören, Samir Amin olmuştur. Amin; “ ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan süreçte; orta ve uzun vadede sosyalist bir perspektif kazanabilecek, somut alternatiflere gebe olma potansiyeli taşıyan, sosyal patlamalar var. İşte bu yüzden kapitalist sistem, dünya ölçeğinde egemenlik kuran tekelci sermaye, bu türden hareketlerin gelişmesine izin vermeyecektir. İstikrarsızlık yaratmak için, ekonomik ve finansal baskılardan askeri tehditlere kadar, her türlü aracı kullanacaktır. Duruma bağlı olarak faşist ve faşist eğilimli sahte alternatifleri ya da askeri diktatörleri destekleyecektir”. Zira “Arap Baharı bir Arap Dünyası uyanışına yol açarsa, bu ilerici hareket, kaçınılmaz olarak dünya ölçeğindeki emperyalist kapitalizmin ötesine geçebilmek için bir hareketin parçası haline gelmek durumunda” olacaktır. O nedenle tekelci sermaye, tüm gücüyle bu hareketi başarısızlığa uğratmak, Arap Dünyasını şu andaki teslimiyetçi periferi konumunda tutmak ve dünyanın şekillenmesi sürecine aktif bir şekilde katılmasının önüne geçmek amacıyla çalışacaktır” diye uyarmış bulunuyor.
Bu uyarı, hemen dibimizde yaşanan trajik gelişmeleri yeterince açıklamıyor mu? Merak ediyorum: Vahabiliğin en gerici selefi yorumundan ilham alınarak formüle edilen, ılımlı bile olmayan, tamamen dışarıya bağımlı piyasa merkezli bir ekonomik sistemi kabul eden ve her daim emperyal güçlerin müttefiki olmuş, Müslüman Kardeşlerin temsil ettiği damarın
-AKP’nin bu yapıya desteği ve meyli bağlamında- tarihsel ve mezhepsel arka planına dair ehli olan şöyle “efradını cami ağyarını mani” bir yazı yazar mı artık dersiniz?