13 Mayıs 2015 00:55

Diktatör öldü: Fabrikalar, atölyeler, işliklerde militer örgütlenme devam ediyor…

Paylaş

Levent KOŞAR*

24 Ocak Kararlarından sekiz ay sonra 12 Eylül’de yapılan asker darbesi bir gerçeğin ilanıydı. Bugün bizleri ağlatmayan ölümüyle tarihte işçinin, halkın katili olarak anılacak Kenan Evren “Eğer 24 Ocak Kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyaskoyla sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir” diyerek; “Çalışma düzeni olarak militarist devlet” modelinin fabrikalara/işliklere kadar nüfuz etmesinin gerekliliğine işaret etmişti.

Marx’ın “emek yağması” olarak ifade ettiği ve doğrudan işçi bedenine saldırıyı gösterdiği kapitalizm çözümlemesinde olduğu gibi Engels’in de “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” kitabında gösterdiği “İngiliz işçi sınıfının durumuna ilişkin gerçekler, işçi sağlığı ve güvenliği alanına sınıfsal bakışın ilk örneğini oluştururken emek yağmasını azami kâr arayışının sonucu olarak ele almanın, bu nedenle yağmanın sermaye yetersizliğinden kaynaklanan geçici bir durum değil, sınıf mücadelesinin güçsüz olduğu koşullarda hortlayan kapitalizme içsel bir olgu olduğunu, işçi cinayetlerinin yapısallığını ortaya koyduğunu söyleyebiliriz” (N.Aslan, Kitap Tanıtımı: Friedrich Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”, TTB/Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı: 53, sayfa: 49). Ve bu gün bizler de; işçi sınıfının adeta cehennemi bu dünyada görmek zorunda bırakıldığı zamanın tanıklarıyız. Bu cehennemi insansal tarihe sokan şeyin ne olduğunun, insanlığın neye kurban edildiğinin anlaşılması sorumluluğuyla karşı karşıya olduğumuzu en güzel anlatan Engels; “Bir yandan sosyalist teorilere, öte yandan bunların haklılığına ilişkin yargılara sağlam bir temel sağlamak için, proletaryanın koşullarının bilgisi kesin bir zorunluluktur” dediğinden bu yana kapitalizm bir savaş pratiği gibi üretim ilişkilerinin her safhasına uzanmıştır. Ve güce dayalı kapitalist egemenlik sistemin militarist anlayışını (N.T.Kılınç, TTB/Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı: 27, sayfa:2-6) “despotik emek rejimi” olarak tüm işliklerde görüyoruz. Bu despotik emek rejimi içerisinde kapitalistin emek üzerindeki tasarrufunu emek-gücünden işçinin fiziksel/biyolojik bütünlüğüne doğru genişlettiği her yerde iş kazalarına, meslek hastalıklarına, işçi cinayetlerine rastlamak sıradan değil kapitalizmin yasasıdır. Bu nedenle; “13 Mayıs 2014 tarihinde Türkiye Kömür İşletmelerine ait olan Soma Kömür İşletmeleri AŞ tarafından hizmet alım yolu ile işletilen Manisa İli Soma İlçesi Eynez/Karanlıkdere yer altı kömür ocağında 301 madenci katledilir.” Ardından “28 Ekim 2014 tarihinde Ermenek’teki yer altı kömür ocağında daha önce çalışılmış olan bölgede biriken suyun ocağa aniden dolması sonucu 18 madenci katledilir.” Şırnak’taki ölüm kuyularında açıkça ölüme gönderilen işçiler ile diğer işçi cinayetlerinin devam edeceği ise gün gibi aşikardır (M.Torun, TTB/Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı: 53, sayfa: 10-13).

“Ilık bir mayıs akşamı bir madenin 301 işçiye mezar olmasının nedeninin yine ılık bir eylül sabahı ‘sokakta anarşinin sonu’ propagandalarıyla gelen darbe olduğunu kaç kişi düşünmüş olabilir? Ya da Soma’lı köylü Ahmet bindokuzyüzseksen 12 Eylül’ü, tarlasında zeytin toplarken ya da sabaha karşı tütün dizerken, çok uzaktan duyduğu tank homurtularının kırk yıl sonra köyün bütün erkekleri gibi oğlunu da ‘paşa vardiyasında’ bir madenin yedi yüz elli metre altına gömdüğünü aklına getirmiş midir?.. Bugün adeta sınıfsal bir katliama dönüşen işçi cinayetleri değerlendirildiğinde, işçi sınıfının bilinç yitiminin bedelini en ağır biçimde ödediği görülür.” (R.Türkmen, “İşçi Cinayetlerinin Politik Ekonomisi”, TTB/MSG Dergisi, Sayı: 53, sayfa: 2-9).

DESPOTİK EMEK REJİMİ VE ‘ÖZGÜR İŞÇİ’…

“Marx’ın sermayenin ilkel birikimi olarak adlandırdığı dönemde tarih sahnesine ilk kez özgür işçi çıkar. İşçi iki anlamda özgürdür. İlkin kendi üretici potansiyeli üzerinde söz sahibidir ve ikincisi üretim araçlarından serbestleşmiş durumdadır. Böylece emek metalaşır ve emek-gücü olarak pazara sunulur. Emek-gücü, işçinin üretebilme potansiyelinin, iş günü denilen belirli bir süreliğine, bir ücret karşılığında satılır hale gelmesidir. İşçinin emek-gücüne bir meta olarak sahip olması, onu, üretim ve geçim araçlarının sahibi kimliği ile kapitalistle karşı karşıya getirir. Bu ilişki meta sahiplerinin arasında kurulan, hukuksal olarak eşitler arası bir ilişkidir… Ancak eşitler arasında son sözü her zaman güç söyler.” (G.Akarca, “Emek Yağması Yasal Cinayetler”, TTB/MSG Dergisi, Sayı: 40, sayfa: 2-10). Eşitlik ilişkisinin bozulduğu her durumda kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki sözleşmenin ihlal edildiği bilinir. Sözleşmenin ihlalini gerçekleştiren kapitalisttir ve bunu iki yolla yapar: Birincisi işçinin kiraladığı emek-gücüne değerinin altında ücret vermesi, ikincisi ise emek üzerindeki tasarrufunu emek-gücünden işçinin fiziksel/biyolojik bütünlüğüne doğru genişletmesidir ve bunun sonucu iş kazaları, meslek hastalıkları, işçi cinayetleridir.
Nedenselliği kapitalizmin işleyiş yasalarında aranması gereken işçi cinayetleri, meslek hastalıkları, iş kazaları egemen algı yanılgısına düşüp sonuçları üzerinden değerlendirildiğinde ise; işçi sağlığı meselesine sağlık ve güvenlik sorunu olarak bakılır. Ve işçi sağlığı meselesinde sınıfsal eksende verilmesi gereken mücadele profesyonellere teslim edilir. Mühendis ve hekimlerin tasarrufuna bırakılamayacak kadar önemli olan işçi sağlığı alanı mesleki-teknik bir alan olmadığı gibi bu alandaki verilmesi gereken sınıfsal mücadele de mesleki-teknik denetimlerle ikame edilemez.

Hukuk, etik vs. eksenine abanılarak yapılan işçi cinayetlerinin önünü kesme tartışmaları ve çözüm arayışları kapitalizmin sınırlarına dayandığı noktaya kadar ilerleyebilir. Elbette ki iş kazalarını, meslek hastalıklarını ve işçi cinayetlerini azaltmak da bir iştir ve bu uğurda mücadeleyi hak eder. Ancak sınıfsal perspektifte üretilmeyen kavramların, teorilerin ve bunların yön verdiği politikaların işçileri tarihsel sınıf belleğinden koparacağı da unutulmamalıdır. Tekrardan hatırla(t)mak gerekirse; Soma’da 13 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleşen ve “adeta sınıfsal bir katliama dönüşen işçi cinayetleri değerlendirildiğinde, işçi sınıfının bilinç yitiminin bedelini en ağır biçimde ödediği görülür.”

SOMA’DAKİ SINIF KATLİAMI ‘YASAL CİNAYET’TİR…

“İşyerlerinden gecekonduların üzerine yayılan is ve yanık kokusu, iç çekişler, öfkenin içinde çöreklendiği çaresizlik, vicdan ve ahlak söylemlerinin duvarlarında yankılanıyor. Sınıfsal ve tarihsel bilince yaslanmamış, bilimden beslenmemiş her bireysel veya toplu başkaldırı/isyan, referansını vicdan ve ahlak söylemlerinden alıyor. Sınıfın umarsızca sığındığı bu meşruiyet sarmalı, sınıf hareketinin her ileri atılımını sermayenin ıslahından öte bir talepten ileri götüremiyor.” (G.Akarca, “Emek Yağması Yasal Cinayetler”, TTB/MSG Dergisi, Sayı: 40, sayfa: 2-10).

Devletin yeniden yapılanmasına paralel olarak “işçi Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’na dönüşürken, dönüşen sadece yasa başlığındaki “İşçi Sağlığı” kavramının “İş Sağlığı” kavramına dönüşmesi değildi elbette. Sermaye aklıyla üretildiği için, geçmişte olduğu gibi “insan hakları” ehlileştirmesiyle “sosyal devlet” çatısı altında tanımlanmış dahi olsa tüm bu yasalar “özel mülkiyet hakkını” tartışma konusu bile yapmadan “çalışma hakkını” ve “işçinin sağlığından işveren sorumludur” laflarını değişik cümlelerin içine yedirmeyi sermayenin işçi sınıfını ıslahında bir araç olarak kullanıyor.
Ancak; “Bana iş kazasını nasıl tanımladığınızı söyleyin size kazaları önleyip önleyemeyeceğinizi söyleyeyim” (E.Altıntaş, “Kapitalist Üretim Tarzı ve İş Kazaları”, TTB/MSG Dergisi, Sayı: 40, sayfa:11-16) vurgusu tüm uluslararası kuruluşların (UÇÖ, DSÖ), yasaların, yönetmeliklerin ruhunu açık eder.
DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) iş kazasını “önceden planlanmamış… olaylar”, UÇÖ (Uluslararası Çalışma Örgütü) ise “…beklenmeyen, önceden planlanmayan bir olay” olarak tanımlıyor. Sanki kapitalist/emperyalizm bir sömürü ve bölüşüm planı yapmıyor… Sanki sermaye ve onun kolektif temsilcisi devlet artı değer sömürüsü ve kârın maksimizasyonu için bir çalışma planı yapmıyor. Ve bizler; iş kazasını, işçi cinayetlerini sınıf bağlamından kopararak tanıma sokan ve bu anlamda sınıfsallığı perdeleme görevi üstlenen her iki örgütün de kapitalist ulus devletlerin desteğinde ve sermaye politikaları doğrultusunda kurulduğunu biliyoruz.

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’na yedirilmiş anlayışın ruhunun nerelerden doğru geldiği Yasanın “gerekçe” kısmında daha tasarı halindeyken detaylandırılmıştı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Anlaşması, Avrupa Sosyal Şartı, T.C. Anayasası’nın 49. Ve 56. maddesi, 4857 sayılı İş Kanunu… Öyle bir tablo ile karşı karşıya bırakılmak istenmekteyiz ki; sanki kapitalist üretim ilişkileri içerisinde meslek hastalıkları, iş kazaları ve işçi cinayetlerine neden olan bir takım yasal eksiklikler ve “işverenin eksikliği”, bireysel sorumsuzluğu, niyeti ile işçilerin duyarsızlığı-bilgisizliği… Burada “devlet” ve uzantıları ise her şeyi gören(!) bir edada üstyapıda mevzuat düzenleyen. Peki, bu “devlet” denilen nedir? Tabii ki tüm aygıtlarıyla; Hükümet, Bakanlıklar, Genel Müdürlükler… Sermaye ile ortaklıkları nedir?

Kapitalizm ne tür yasa getirirse getirsin Soma’daki sınıf katliamını önleyemediği gibi sonrasında gelen ve gelecek olan işçi cinayetlerini de önleyemez. Çünkü iş kazası, “işçi cinayeti” tanımda saklıdır ve kapitalizmin üretim eyleminin muhteviyatında gizlidir. 

*Türk Tabipleri Birliği - Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi Editörü 

ÖNCEKİ HABER

TOKİ bize ev diye mezar yaptı

SONRAKİ HABER

Yunanistan’ın boğazını sıkıyorlar

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...