19 Nisan 2015 03:24

Kürt sinemasının ulusal bir pazarı yok

Dünya seyircisinin anlayabileceği evrensel bir dil kullanmaya çalışıyoruz. Eğer o film uluslararası film festivallerinde gösterilmezse ya da küçük dağıtımcılar veya TV kanalları bulmazsa kayboluyor, çünkü kendi pazarı yok.

Paylaş

Suncem KOÇER*

Bahman Ghobadi, Hiner Saleem, Hisham Zaman gibi Kürt sinemasının önemli yönetmenlerinin filmlerinde yapımcı olarak imzası bulunan, Kar Yağmadan Önce ve Krala Mektup filmlerinin senaristi Mehmet Aktaş yirmi bir yıldan sonra ilk kez İstanbul Film Festivali için Türkiye’ye geldi. Aktaş’ın yapımcılığını üstlendiği ve senaryosunu yaptığı Shawkat Amin Korki imzalı Taşlara Yazılmış Hatıralar, Bakur’a uygulanan sansür nedeniyle uluslararası yarışmadan çekildi. Mehmet Aktaş’la Taşa Yazılmış Hatıralar’ı, İstanbul Film Festivalinde yaşananları, Kürt sinemasında yapım ve dağıtım sorunlarını konuştuk.

BUGÜNKÜ KÜRT TOPLUMUNUN PORTRESİ

Yapımcılığını ve senaristliğini üstlendiğiniz Taşlara Yazılmış Hatıralar neyi anlatıyor?
Film bir yönetmen ve yapımcının hikayesi. Saddam’ın düşüşünden sonra Enfal katliamı üzerine film yapmak isterken kendileri kurban oluyorlar. Aynı zamanda Kürt sinemasının doğuş sürecini anlatan bir film. İran ve Irak Kürdistanı’nda bazı filmlere yapımcılık yaparken kamera arkasında tanık olduğum olaylar kamera önünde anlattığımız hikayelerden daha ilginç gelmeye başlamıştı. Doğu Kürdistanlı yönetmen Rahim Zabihi ile Efsane Ülkesi diye bir film yaptık. Zabihi bir günde beş defa İran Irak sınırını geçmek durumunda kalmıştı ve film materyallerini İran’dan Irak’a oradan geriye getir götür derken prodüksiyonda en çok masrafı kaçakçılara yaptık. Sınırlarla oynayarak o filmi bitirebildik. Yine Hisham Zaman’ın Kar Yağmadan Önce filminin bir kısmı Amidiye bölgesinde, bir kısmı İstanbul’da ve Berlin’de çekildi. O filmin setinde de inanılmaz olaylara şahit oldum. Bütün bunlar birleşince böyle bir hikaye yazma isteği doğdu. Taşlara Yazılmış Hatıralar aynı zamanda bugünkü Kürt toplumunun bir portresi. Bir taraftan kendi coğrafyasına aşık, aynı zamanda onunla mutlu olmayan iki sinemacıyı anlatıyor.

Kürt sineması sadece tema olarak değil yapım pratikleri açısından da sınırların gölgesinde yeşeriyor o halde. Kürt sinemasının gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt sineması Yılmaz Güney ekolünden etkilenmiş, şiirsel gerçekçi bir sinema. Yılmaz Güney’in Türk sineması için devrim olduğunu söylüyorsak, bu aynı zamanda Kürt sinemasının da doğuşudur. Sınır olgusu en çok Yılmaz Güney filmlerinde vardır. Kürt sineması Kürt toplumunun bir bütün olarak yaşadığı trajedileri dünyaya rapor eden bir sinemadır. Bizde janra yok, komedi, aksiyon filmleri yok örneğin. Kürt filmleri yapan insanlar çok farklı sinema geleneklerinden beslenmişler. Ben sinemayı daha çok Fransız ve Almanlardan öğrendim. Hisham Zaman Norveç’te, Shawkat Amin Korki İran sineması içinde büyüdü. Rezan Yeşilbaş, Erol Mintaş Türkiye’de sinemayı öğrendiler. Herkes farklı bir deneyim getiriyor ama ortaklıklar da çok. Önümüzdeki yıllarda Kürt sinemasında diasporada yaşayan yönetmenlerin etkisinin çok daha fazla hissedileceğini düşünüyorum.

KÜRT FİLMLERİ KÜRT SEYİRCİYE ULAŞMIYOR

Kürt sinemasının yapım ve dağıtım anlamında sorunları neler?
Kürt sinemasının bir pazarı yok. Sinema bir endüstri işidir. Biz filmleri kendimize yapmıyoruz, ya da festivaller için yapmıyoruz. Bu filmlerin bir pazara ulaşması lazım. Ne Türkiye’de ne Irak Kürdistanı’nda ve İran’da ne de çok sayıda Kürt’ün yaşadığı Avrupa’da Kürt filmleri gerçek anlamda Kürt seyirciye ulaşmıyor. Bunun bir çok nedeni var. En önemlisi dağıtım alt yapısının olmaması. Ulusal pazarımız olmadığı için bir projeye daha başlarken dünyalı olmaya çalışıyoruz. Dünya seyircisinin anlayabileceği evrensel bir dil kullanmaya çalışıyoruz. Eğer o film uluslararası film festivallerinde gösterilmezse ya da küçük dağıtımcılar veya TV kanalları bulmazsa kayboluyor, çünkü kendi pazarı yok. Irak Kürdistanı’nda şimdiye kadar dört film çektim, hiç biri gösterime girmedi. Kürt televizyonları da Kürt sinemasına herhangi bir katkıda bulunmuyor. Kürt seyircisi internet ortamında, illegal yollarla filmlere ulaşıyor. Türkiye’de Kürt belediyelerinin destekleri var ama yeterli değil. Ben yapımcıyım ama kendi paramla bu filmleri yapamıyorum. Daha en başından fonlara başvurmak zorundayız. Örneğin Berlin’de bir dünya sinema fonu var, oraya dünyanın her tarafından yüzlerce proje başvuruyor. Büyük bir yarışın içine giriyorsunuz. Dağıtım sürecinde ise kültür alanında sorumluluk alan Kürt kurumların desteği gerekiyor. Kürtlerin örgütlü olduğu onca belediye varken neden Kürt filmlerinin izleyicisi beş on binde kalıyor, anlaşılmaz bir durum. Kürt sinemasının şu an itibariyle ticari bir anlamı yok. Ticari bir Kürt filmi yapmak isterim ama bu filmi kime satarım, hangi seyirciye nasıl ulaştırırım bilmiyorum. Durum bu olunca da sanatsal ve politik filmlerle sınırlı kalıyoruz.  

BAZI ŞEYLER DEĞİŞMİYOR

Yirmi bir yıl sonra buradasınız. İstanbul değişmiş mi?
Hem olumlu hem olumsuz anlamda pek çok şeyin değiştiğini görüyorum. İstanbul’un çok çirkinleştirildiğini gördüm ama sinemacıları ve sanatçıları bakış açılarıyla, kültür sanat alanındaki vizyonları ile Türkiye’nin geleceğine dair umut verici buldum. Diğer yandan bazı şeyler değişmiyor. Yirmi bir yıl önce Özgür Gündem gazetesindeyken baskılar, gazeteci cinayetleri gibi sebeplerle artık çalışamaz duruma geldiğimizde ben de bir çok arkadaş gibi yurt dışına gitmiştim. Şimdi yıllar sonra İstanbul’a geliyorum ve geldiğimin birinci saatinde bir sansür toplantısına katılmak durumunda kalıyorum.

İstanbul Film Festivali’nde yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bakur’un her şeye rağmen gösterilmesini isterdim. Bizim filmlerimizi çekme kararı almamızsa çok olağan. Bakur’un konusu belli, Türkiye’de bir barış süreci var. Bu yasak kesinlikle anlaşılmaz ve kabul edilemez. Festivalde yaşananları biraz da seçim sürecine bağlıyorum. Gördüğüm başka bir şey de yirmi yıl öncesine kıyasla Türklerin de Kürtlerin de Türkiye’deki demokrasi çıtasından memnun olmaması. Halkın daha demokratik bir Türkiye isteği sinema sektörüne de yansımış durumda. Azize Tan ve ekibi üzerinde ciddi bir baskı olduğunu da gördüm. Onlar çok iyi niyetli bir festival programı yaptılar. Belki gösterim konusunda daha ısrarlı olabilirlerdi ama büyük baskı altında olduklarını hissetmek mümkündü.

* Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi  Yardımçı Doçent

ÖNCEKİ HABER

Siyah tanrıçanın büyüyen öfkesi

SONRAKİ HABER

Sansür belası: Festivalden festivale, artık her yerde

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa