05 Nisan 2015 09:05

Tehcir artığı kadınların çileleri ve öyküleri benzeşir mi?

Yanıtım hemen “hayır” olacak bu kendi kendime sorduğum soruya…Tarihi tarihçilere bırakmak gerek diyoruz değil mi? Tamam. Ama asıl insanlık tarihi ayağınıza kadar geldiğinde ne yaparsınız?

Paylaş

Yalan dünya senden lezzet almadım
Daim ağu kattın aşıma felek,
Her daim ağlattın, bir dem gülmedim
Hiç bakmadın gözüm yaşına felek.

Anais MARTİN

Aydın ve kadın olma göreviniz bir araya gelerek beyninize tokmaklar indirmeye başlar. Bana tehcirin ya da zorunlu göçün 100. yılı nedeniyle bir yazı önerisi geldiğinde; yazının içeriğini ciddi, asık yüzlü ve ister istemez hamasi sözcüklerle dolu bir yazı mı, yoksa yaşanmışlıklardan ve çocuk yaşımda dinleyip tüm yaşamım boyunca beni etkileyen gerçek öykülerden mi oluşturmam gerektiği konusunda kısa bir ikilem yaşadım. Sonunda ikinci olgu doğal ki ağır bastı.
Her şeyden önce kadınım ve bir ‘tehcir artığı’ torunuyum bu bir!
Peki neden büyük felâketin (Metz Yeğenk) ya da Aksor’un (Sürgün) 100. yılında bir yazı yazmayı kabul ettim? Belleksiz bir toplum olmamız nedeniyle unutuyoruz, ya da birileri asla unutulmaması gereken olayları bizlere unutturuyor. Bu da iki!
O halde ben de alırım kalemimi elime ve Arşaluys yayamın kollarına atılıp bana bir kez daha Kaç (Cesur) Vartan’ı, Araçnort (Önder) Tavit’i, Aksor’dan sağ kurtulan arkadaşlarının öykülerini ağıtlarla, türkülerle anlatmasını isterim ondan…
Merak ettiniz sanırım… Anneannemin ve arkadaşlarının öyküleri dediğimde. Dışardan bakıldığında sanki ‘birini dinle hepsini dinlemiş olursun’ gibi bir görüntü vermelerine karşın ayrıntılarına girildiğinde her birinin çilesi, felâketi ve sağ kalmak için nelere katlandıklarının içler acısı öyküsü farklıdır.

ARŞALUYS 
Arşaluys yayam Adapazarı Bahçeciklidir (Bardizag). “Oralarda aksor olmadı, biz soykırımı evlerimizde yaşadık.” derdi. Küçüktüm, anlamazdım, gözleri yaşlı bir anneannemiz vardı. Bizi kollarında sallarken hep ağlar ve başlığın üzerinde gördüğünüz ağıt başta olmak üzere hep ağıtlar söyler türküler yakardı. Arkadaşlarına gelince; onlar kendi yaşadıklarını anlatmaya başladıklarında nedense bebeklerimi erkek kardeşimin oyuncak askerlerinin üstüne üstüne saldırtırdım. Anneannemin ailesi YOK! Edildiğinde küçücükmüş. Balkabağı ticareti yapan Türk komşu amca onu arabasında, balkabaklarının altına gizleyerek İstanbul’a getirmiş. Doğal ki Ermeni yetimhanesine teslim etmiş. Çilesi noktalanmış mı? HAYIR!
İşte o yetimhanede Tokatlısı, Hemşinlisi, Kayserilisi, Adanalısı birbirini bulmuş. Sonra her biri bir yana savrulmuş. Kimi İstanbullu Ermeni ailelere kimileri de Müslüman ailelere evlatlık verilmiş. Anneannemin öyküsü biraz farklıdır. Yetimhanenin en küçüklerinden biriymiş, o nedenle onu Ermeni ailelerine gündüz hizmetçisi olarak gönderirlermiş…
Çok sonraları Ermeni Kilisesi aracılığıyla birbirini bulan bu çilekeş kadınlar “Arşaluys Hanım, senin evin ‘erkeksiz ev’.” diyerek anneannemlerde toplanmaya başlamışlar. Yayamın evi aslında erkeksiz değil! İki dayım var, ama ikisi de durmadan ya 20 kuşak askerlik, ya Aşkale’ye, ya da durduk yere Edirne’ye, Adana’ya gönderildikleri için ev bir şekilde erkeksiz! Ha bu arada dedem Varlık Vergisinin vergi elemanları dükkânına geldiğinde heyecandan kalp krizi geçirip dükkânda ölmüş. Anneannem gencecik, dört çocukla dul ve ortada kalmış! 

MARYAM
Arşaluys yayamın arkadaşlarına gelince onların arasında Müslümanlaştırılmış iki yaşlı nine hatırlıyorum. Birini evlatlık verildiği evin en tembel oğluna vermişler. Doğar doğmaz ölen iki bebeğini saymazsak, hayatta kalan üç çocuğu olduğunu söylerdi. Kocası işsiz güçsüz takımındanmış. Her sabah Meryem Nine’yi (Maryam) sırtını yumruklayarak namaza kaldırırmış. Duaları bir türlü öğrenemeyen Meryem Nine, bir de duanın sonunda istem dışı “Hay orti ki surp amen” (Hayr=Baba yani Tanrı, Vorti=oğlu, Surp=aziz) der demez kocası ‘zopayı’ basarmış. Yani ‘Sırtından sopa, karnından sıpa’ eksik olmamış. “Güççükkene belledik biz bu duaları uşşağ” derdi. Sanırım kocası ölmüştü ama oğullarından biri için “Çekmez olası tıpkı babası gibi!” derdi. Maryam Yaya’nın anneanneme her gelişinde tekrarladığı bir dörtlük vardı: “Dağlar dağladı beni/ Gören ağladı beni/ Ben ne yaptım feleğe/ İpsiz bağladı beni.” 

NACİYE
Bir diğeriyse Naciye Nine. Ona ‘haminne’ dememizi isterdi nedense. “Hemşin Ermenisiyiz biz. Ama Müslümanız.” derdi. Çok sonraları merak edip araştırmıştım, gerçekten de Arhavi yöresinde ve Karadeniz’in başka köşelerinde Müslüman Hemşin Ermenileri var. Onların Müslümanlaştırılma öyküsü bu yazının sınırlarını aşar değerli okurlar… Naciye Haminne namaz vaktini hiç kaçırmazdı. Öyle koyu Müslümandı. Anneannem seccade ebadında bir küçük halıyı onun için katlayıp dolabın arkasına saklardı. Ermenicesi çok tuhaftı. Ermenice sözcüklerin ekleri hep Türkçeydi. “Poğotzlarımızı biz süpürürdük. Çok makurdu.” dediğini dün gibi hatırlıyorum.(Poğotz=sokak, Makur=temiz) Ondan size ancak iki satırcık aktarabileceğim.Devamını ne yazık ki hatırlamıyorum: “Hemşin’in dağlarına/ Kar yağar bağlarına.”
Anadolu’nun farklı köşelerinden olmalarına karşın birbirlerinin tekerlemelerini, türkülerini bilirlerdi. Hele bir tane birlikte söyledikleri vardı ki ezberlemiştim arada katılırdım. Sevinirlerdi: “Dağlar dağlar ulu dağlar/ Eteği sulu dağlar/ Ben derdimi söylesem/ Gök durur bulut ağlar.”

SİRANUŞ 
Arşaluys Yaya’mın bu ilginç arkadaşlarından yerimiz yettiğince son bir tanesini daha sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu ninenin adı Siranuş Yaya idi. Ermeni olarak kalmıştı. Anneannemle aynı tarihlerde evlenerek ayrılmışlar yetimhaneden. Tokatlıydı. Ailesi Tokat’ın en zengin ailelerinden biriymiş. “Babamı bir grup Ermeni erkeğiyle birlikte birbirine bağlayıp köprüden aşağı atmışlardı. En öndekinin ayağına bir taş bağlamışlar. Kurtulmasınlar diye.” derken ağlardı. Anneannem de onu teselli etmeye çalışır “Hade, ağlama ağçik! (kız) olanlar oldu. Biz şimdi kendimize bakalım.” derdi. Siranuş Yaya ise anlatmayı sürdürür: “Ah babam, beni ne çok severdi. Bana anasının adını vermiş. Severken ‘Anamın adı, ağzımın tadı gızım’ diyerek bağrına bastırırdı zavallı babacığım. O sabah dükkanına gitti bir daha geri gelmedi. Anamı bahçedeki kuyuya baş aşağı salladı milisler, altınların yerini söylesin diye de biz gardaşımlan samanların arasından gözledik.” Bu öyküyü ve sonra nasıl kardeşiyle kaçtıklarını kim bilir kaç kez dinledim.
Şimdi düşünüyorum da hayatta kalmayı bir şekilde başaran bu kadınların hepsi de çok hırpalanmış, sonraki yaşamlarında hiç mutlu olmamış insanlardı. En büyük mutlulukları sanki bir araya geldikleri o günlerdi. Paskalya yortusu en çok önem verdikleri bayramdı. Hepsi elleri kolları dolu gelirler, biz kardeşimle çörek yumurta yemekten her Paskalya hastalanır, ürtiker çıkarırdık.
Erkeksiz Arşaluys Yaya’mın evinin bu nur yüzlü nineleri biliyorum hiçbirinizin öyküsü ötekine benzemiyordu. İyi ki birbirinizi bulmuştunuz. O küçük mutluluk saatleri sizleri ayakta tutuyordu belki de… 
Hepinizi saygıyla anıyorum çilekeş çarğaş (gözü pek) yayalarım.

ÖNCEKİ HABER

Gidenlere selam

SONRAKİ HABER

Bilmek, yüzleşmek, özür dilemek... İYİLEŞMEK

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa