AKP içinde bir krizden bahsetmek için erken
Öcalan'ın Newroz mesajı, Erdoğan'ın çözüm süreci çıkışı ve Bülent Arınç'ın Erdoğan uyarısı... Siyasetin sıcak hafta sonunu Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Yücel Demirer'le konuştuk. (Fotoğraflar:Erdost Yıldırım)

Serpil İlgün
Türkİye, gerek PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın görkemli Diyarbakır Newrozunda okunan mektubu, gerekse Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Hükümeti boşa düşüren açıklamaları ve o açıklamalara gelen yanıtlar nedeniyle oldukça hareketli bir hafta sonu geçirdi.
Öcalan’ın Newroz mesajının okunduğu saatlerde Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’tan gelen Erdoğan eleştirisi, Hükümet-Erdoğan çatışması yorumlarını güçlendirdi. İzleme heyeti oluşturulması konusunda “haberim yok. Onaylamıyorum” diyen Erdoğan’a yanıt vermeyen Başbakan Davutoğlu ise, aynı saatlerde İstanbul’da partisince düzenlenen “nevruz şöleni”nde yaptığı ve HDP’yi itibarsızlaştırmayı ihmal etmediği konuşmasında, “çözüm süreci ne pahasına olursa olsun başarıya ulaşacak” dedi.
Bu hızlı, yoğun ve birbiriyle doğrudan ilintili siyaset gündemini Kürt sorununu, dolayısıyla çözüm sürecini yakından izleyen bir isimle, Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Yücel Demirer’le konuştuk.
Abdullah Öcalan’ın Nevvroz mesajıyla başlayalım. Mesajın ana vurgusu sizce ne oldu? Gerek demokratik cumhuriyet, gerek yeni süreç vurgularının daha somutlaştığı değerlendirmelerine katılır mısınız?
Öcalan’ın mesajı, çözüm sürecinin gelişerek sürmekte olduğunun net bir kanıtı olurken, iki özelliği ile öne çıktı. Bunlardan birincisi, Öcalan’ın kendisini çözüm sürecinde taraflardan biri olmak, onu temsil etmek yerine daha farklı bir pozisyona, daha üstte bir konuma yerleştirmesi olurken; ikinci olarak, barış meselesini tüm Ortadoğu’ya yayılan bir ölçekte tartıştı ve özellikle iç siyasetin gereksinimlerine göre ayarlanmış siyasal tonlara daha geniş kesimlere hitap eden farklı bir düzey kattı.
Mektup Öcalan’ın özellikle altını çizdiği, halkların tümü için demokratik dönüşüm söylemini pekiştirmesi yanında, yeni sürecin gelişim dinamiklerine ilişkin de fikir verdi. Örneğin çatışmanın sonlandırılma biçim ve yöntemine ilişkin daha konuşkan bir metin bekleyenleri eli boş bırakırken, büyük fotoğrafta, sürmekte olan görüşmelerin selametine ilişkin daha iyimser bir ton içermekteydi.
Öcalan, Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin sonlandırılması için kongre toplanması çağrısını yineledi ancak sizin de belirttiğiniz gibi Hükümetin yarattığı beklentinin aksine, bunun için Dolmabahçe’de açıklanan on maddelik deklarasyonun gereklerinin yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. Hükümetin bu koşulu nasıl karşılayacağını düşünüyorsunuz?
Hükümetin bu koşulları nasıl sağlayacağı konusunda yaklaşan seçimlerin sıkıştırması, Bülent Arınç’ın beklenmedik çıkışının sonuçları ve Davutoğlu’nun tercihleri etkili olacak gibi örünüyor. Kimileri çok erken bulduğum bir biçimde Nisan ayının somut aşama içermesi gibi bir beklenti içine girseler de, ben beklentilerin yanıtlanacağı dönemin seçim telaşını izleyen aylarda olacağını düşünüyorum.
Sıcak bir yaz beklentimin altında, barış sürecinin zorlukları ve benzeri sıkışıklıklar yanında, Erdoğan ve Hükümet arasında genişleyen açının durulması, soruların yanıtlanması da etkili olacak gibi görünüyor.
Mektupta öne çıkan vurgulardan biri de ‘Eşme ruhu.’ Bu vurgunun alt metninde ne var? Eşme ruhu ile ne kastediliyor?
2013 Newrozunun ılıman ortamından farklı olarak Haziran 2015 seçimleri, 2015 Newrozunun tonunu derinden etkiledi. İktidar tarafı 2015 Newroz mesajını özellikle Çanakkale Savaşının 100. yıldönümü anmaları ile gölgelemeye gayret ederek, Kürt Newrozu’na karşı ciddi bir yenilgi almış Türk Nevruzu’nun boşluğunu Çanakkale anmaları ile kapatmaya gayret etti. Hem televizyon ekranlarının hegemonik akşam saatlerinin doldurulmasında ve hem de rekabetçi kültürel sözlüklerde Çanakkale bağlamı neredeyse yenik Nevruz’un yerine konulmak istendi.
Bu rekabet ortamında Öcalan’ın “Eşme ruhu”nu anımsatan vurgusu bir yandan yatıştırıcı bir biçimde dayanışma çağrısı yaparken, diğer yandan gelenek icat süreçlerine bir yanıt niteliği de taşımaktaydı.
Bilindiği gibi Osmanlı geleneğinin materyal kültüründe, tarihsel doğruluğu üzerine rivayetler muhtelif olsa da, önemli bir simgesel işlevi olan Süleyman Şah Türbesi geçtiğimiz ay yapılan bir gece operasyonuyla nüfusu Kürtlerden oluşan Eşme’ye getirilmiş ve bir anlamda ecdat mührü Kürtlerin bekçiliğine bırakılmıştı. Mektubunda bu konuya değinen Öcalan, yaptığı vurguyla, bölgedeki Kürt siyasal varlığının gücüne ve istikrara yaptığı katkının da altını çizmiş oldu.
Arınç’ın sizin de değindiğiniz Erdoğan uyarısına geçmeden önce, Erdoğan’ın bu sözleri Nevvroz’dan hemen önce sarf etmesini siz nasıl değerlendirdiniz?
Bu soruya yanıt verirken nerede yaşadığımızı akılda tutmamız lazım. Türkiye siyasal kurumsallaşma düzeyi düşük; dün dündür, bugün bugündür geleneğinin son derece işlevsel olduğu bir ortam. Erdoğan’ın Newroz öncesindeki “Kürt sorunu yoktur” vurgusunu, yaklaşmakta olan seçim ve MHP’ye kaydığı düşünülen oylar ekseninde düşünmek doğru olur. Detayına ilişkin bilgimiz olmasa da, önemli bir müzakere süreci sürüyor. Bu konudaki yaşanmışlıklar ve uluslararası deneyim birikimi bize, görünenin ötesindeki bir gerçekliği hesaba katmamız gerektiğini söylüyor. Örneğin İrlanda’da bombaların patladığı çok sıkıntılı dönemlerde, barış sürecinin çok önemli adımlarının atıldığını sonradan öğrenmemizde olduğu gibi. Bu yüzden, bu türden yaklaşımları önemsememek mümkün olmasa da, içinden geçtiğimiz dönemin hassasiyetine binaen, gazete haberleri ötesine de kulak kabartan bir dil ve algılama mekanizması geliştirmemiz gerekiyor. Açıkçası ben Erdoğan’ın bahsettiğiniz sözünü seçim telaşının işareti olarak görme eğilimindeyim.
GÜNCELE ODAKLI OKUMALAR, ERDOĞAN’IN POZİSYONUNU ANLAMAYI GÜÇLEŞTİRİYOR
Arınç’ın sözleri, Hükümet ve Erdoğan arasında, Fidan krizi ile açığa çıkan ayrışmanın derinleştiğini mi gösteriyor?
Ben hem Fidan olayında, hem Davutoğlu’nun söyledikleri ya da söylemedikleri bağlamında ve hem de Arınç’ın son yorumu bağlamında AKP içinde bir krizden bahsetmek için erken olduğunu düşünüyorum. Bahsi geçen konular üzerinden kriz yorumu yapanlar bence görmek istedikleri ile reel durumu karıştırıyorlar. Bence bu noktada, çatlamanın kaçınılmazlığına, bu sürece önderlik edebilecek kadroların net bir biçimde ortaya çıkmış olup olmadıklarına ve farklı çizgilerin kitle tabanlarına bakmak gerekiyor. Çatlama senaryolarında adı geçenlerin büyük bir bölümü ki bunlara Davutoğlu ve Fidan dâhil, siyasi hayatlarını Erdoğan’a borçlu ve ancak onun gölgesinde siyasal varlıklarını sürdüren kişiler. Çok daha önemli darbeleri atlatabilmiş bir liderin sarsıldığı bir konjonktürün bundan daha farklı olacağını düşünüyorum.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en liberal, aynı zamanda en pragmatik kadrolarını içinde barındıran bir partiden bahsediyoruz. Güncele odaklanmış bir okumanın Erdoğan’ın pozisyonunu anlamama tehlikesini içerdiğini düşünüyorum. Alışkanlık olarak gündem belirlemek için sesini yüksek tutma ve yeni bir şey söylemek konusunda özel çabası olan bir ağızdan çıkan hiçbir söz, bu durumlar yok sayılarak düşünülemez. Bildiğiniz gibi Türkiye’deki İslamcılığın hep bir Türk milliyetçisi damarı var, bu damara seslenen ve özellikle HDP’nin son dönemde başarı ile yürütmekte olduğu söyleme karşı daha şansını milliyetçi hedef kitle üzerinde deneyen bir dil var. Bunu böyle okumak gerekiyor. Bu arada yine de, önümüzdeki dönemde Haziran seçimlerinden önce yine Kürtlerin gönlünü almaya çalışan söylemlerde bulunacağını düşünüyorum
Erdoğan’ın. HDP’ye oy vermeye ikna olmamış Kürt seçmenine seslenen bir dil geliştireceğini düşünüyorum.
Tablo, AKP içinde bir parçalanmaya işaret etmiyorsa, Erdoğan, Hükümeti boşa düşüren açıklamaları neden yapıyor?
2010’dan itibaren seslendiği tabanın daraldığını gören Erdoğan, siyasal kültürümüzün temel referans noktaları ile uyum içinde bir dil geliştirerek bir yandan Erdoğan markasını parlatırken, diğer yandan değişik olasılıklara karşı kendisini hazırlıyor. Ben Hükümetin bu açıklama ile boşa düştüğünü düşünmüyorum. Hemen her gün kamuoyu önüne çıkan Erdoğan’ca çoktan ve pek çok kez boşa düşürülmüş olan Hükümetten bağımsız bir duruş ve buna bitişik bir AKP krizi beklemek yerine, kendisini Haziran seçimleri sonrasına hazırlayan bir Erdoğan’ı daha ciddi olarak düşünme eğilimindeyim ve davetim de bu yönde.
ERDOĞAN MİLLİYETÇİLİĞİN AKIŞ KANALLARINA DA MÜDAHALE EDİYOR
Erdoğan’ın ‘Kürt sorunu yoktur’ açıklaması, AKP’nin çözüm pradigmasını da yeniden tartışmaya açtı. Nitekim KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık, Erdoğan’ın bu ifadelerinin milliyetçi oyları almak için bir seçim yatırımı değil, bir zihniyetin dışavurumu olduğunu söyledi. Ne dersiniz?
AKP, Milli Görüş geleneğinden sınırlı bir kopuşu ifade ediyor ancak Türkiye’de devlet geleneğinin pek çok yönüyle devamı niteliğinde. Özellikle “ustalık dönemi” olarak adlandırılan 2010’dan itibaren Erdoğan, özellikle kendisini iştahla dinleyenlere, ne söylerse alkışlayanlara konuşmaya başladı. Tamamen kendi hedef kitlesine yöneldi. Bu doğrultuda ürettiği mesajlar öncelikle seçimlere ve milliyetçi oyların yönüne müdahil olma kaygısı taşısa da, makro düzlemde Türkiye milliyetçiliğinin temel akış kanallarına müdahalesinden söz etmek de abartılı olmayacaktır.
Dindar milliyetçiliğin, önce milliyetçi, sonra dindar olan kesimlere yönelik olarak artan etkisi, 21 Mart günü yapılan MHP Kongresine de yansıdı. Parti Meclisi’nin ciddi oranda yenilenmesine rağmen üst yönetimdeki sabitlik ve sürpriz isimlerin yeni dönemde milletvekili adayı olmamaları, bu alana yansıyan bir çalkantının eseri olarak görülebilir.
Hakan Fidan örneği anımsatılarak, Erdoğan’ın ‘onaylamıyorum’ sözlerinden sonra İzleme Heyetinden vazgeçilebileceği söyleniyor. Bu da sürecin geleceğine ilişkin kaygı ve kuşkuları arttırmış görünüyor. Sizce çözüm sürecinin geldiği nokta, Erdoğan’ın bu müdahalelerini etkisizleştirebilecek güçte mi?
Arınç’ın açıklamasından anlaşıldığı üzere hayır, etkisizleştirmeyecek. Dilerseniz gelin konuya bir de başka açıdan bakalım. Barışın geleceği, izleme kurulu, kimlerin üye olacağı gibi konularda AKP’nin ısrarla sürdürmeye çalıştığı çoklu bir söylem tercihi var. Yani AKP yapabildiğince tek boyutlu bir açıklamada bulunmuyor. Her zaman görünenin ötesinde bir boyutu da etkilemeye çalışıyor. İçinde bulunduğu ortamı sürekli olarak domine eden bir partiye seçmenini alıştırmış durumda. Bu bağlamda, az önce söylediğimi tekrar etmek pahasına, Erdoğan’ın müdahalelerinin, liderlik ettiği kesimlerdeki bölünme potansiyeli kadar, onlara farklı araçlar aracılığıyla ulaşma, toparlama kapasitesine işaret etmek gerekir.
10 MADDE BARIŞ HEDEFİ İÇİN İLERİ BİR ADIM
Öcalan’ın da Newroz açıklamasında, yeni sürecin başlama temellerini oluşturacağını söylediği, Dolmabahçe deklarasyonundaki 10 maddeyi siz nasıl değerlendirdiniz? Malumunuz, bu maddelerin çözüme ilişkin somut önermeler içermediği gibi eleştiriler de var...
Öncelikle 10 maddenin açıklanma günü, heyeti ve açıklanma biçimi başlı başına çok önemliydi. Özellikle Arınç gibi iktidar heyetinin önemli bir temsilcisinin “ortak bir açıklama olmayacak” beyanından sonra böyle bir açıklamanın yapılması çok şiddetli, yer yer çatışmalı bir müzakere sürecinin geçmekte olduğunun işareti olarak algılandı. İkincisi, AKP’nin kendi gündemini geliştirme sürecinde simgesel anlamı olan Dolmabahçe’de bu açıklamanın yapılmasının ve 28 Şubat tercihinin rastlantı olduğunu düşünmüyorum. Bence ortak açıklama önemli bir gelişme ve içinde hiç Kürt kelimesi geçmeyen ama tamamen Kürt meselesine odaklı bir metin. Ben bu 10 maddeyi bir “asgari çerçeve” olarak nitelendiriyorum.
10 maddeyi değerlendirirken 2013 Newrozunun yalnızca iki yıl sonrasında olduğumuz akılda tutulmalı. Metni siyaseten geri, muğlak bulan yorumları erken buluyorum. Çünkü barış süreçlerinin, diğer deneyimlerden öğrendiğimiz doğasını dikkate almamız gerekiyor. Bu 10 maddeyi, Kürt özgürlük mücadelesi ve barış hedefi açısından ileri bir adım olarak niteliyorum.
2015’E ROJAVA DAMGA VURDU
Öcalan’ın, silahların bırakılması sürecini başlattığı Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa Manifestosu’nu açıkladığı 2013 Newrozu için, “Newroz kendi simgesel varlığı içerisinde çok önemli dönüşümü bizatihi kendisi yaşadı” demiştiniz. 2015 için bu değerlendirmeyi nasıl genişletirsiniz?
Öncelikle bu saptama 2015 için de geçerli. Abdullah Öcalan’ın mesajının dışında da 2015 bu mesajları taşıyan örneklerle dolu. Kobani sınırındaki Suruç ilçesi karşısında yer alan, Etmenek köyündeki yüz bin katılımlı Newroz, özellikle rekabet halindeki Türk Nevruzu’nun kutlanmasındaki son yıllardaki geriye çekilme hali bize çok şey söylüyor. Newroz hâlâ Kürt toplumsallığının en kitlesel mecrası ve Kobani örneğinde olduğu gibi kendisini sürekli olarak geliştiriyor.
Diyarbakır Newrozunda kürsüden verilen mesajlar kadar, alanın mesajı da önemliydi. Yine görkemli bir Newroz’a imza atan Kürt halkının verdiği mesaj için ne söylersiniz?
Sanılanın aksine, bir Newroz, bir başka Newroz’a benzemez. Bazen PKK’nin bahar saldırıları onunla başlar. Bazen barış mesajı orada okunur. Benzer bir kitleselliğin arka planında tema, içinden geçilen dönemin ihtiyaçlarına göre değişir. Bazen gözler Diyarbakır Newrozunda olur, bazen Mersin’de, bazen Suruç’ta. Bu yıl Kürdistan’ın diğer parçalarından temsiliyet düzeyi ve özellikle Rojava direnişi vurgusu ile barışa yönelik hazırlığın sunumu etkileyiciydi ve 2015 kutlamalarına damgasını vurdu.
GÜVENLİK PAKETİ UYGULANMAYABİLİR
Hükümet, İç Güvenlik Paketi’nin değişmeyeceğini söylüyor. Ancak paket, çözüm sürecinin de kırmızı çizgilerinden biri... Siz paketin geri çekileceğini düşünüyor musunuz? Geri çekilmemesi süreç üzerinde bir kırılmaya yol açar mı?
Güvenlik Paketi’nin değişmeyeceğini düşünenlerdenim. Ama Türkiye’de devletin ve hukukun temel niteliklerine yönelik bazı özellikleri unutmamamız gerekiyor. Örneğin mahkeme heyeti değiştiğinde değişen kararlar, döneme göre şekillenen tutuklamalar ya da serbest bırakılmalar olabiliyor. Güvenlik Paketi üzerine şekillenen iddialaşmada müzakere ve geri adım atmalar uygulama konusunda gözlenebilir. Bu otoriter çerçeve, o kadar otoriter uygulanmayabilir, bu bazda bir anlaşma geliştirilebilir. Türkiye’de iktidarın hukuk üzerindeki gücünün değişik müzakere süreçlerine imkan tanıdığını düşünüyorum. Yani hedef kitlesi önünde geri adım atmıyor görüntüsü vermemek için, bu yasa böylece bırakılabilir ama tam anlamıyla uygulanmayabilir.
Farklı bir yorumda bulunuyorsunuz. İktidarın mevcut pratikleri, gerek kolluk, gerekse valilerin son uygulamaları, iktidarın yasayı hayata geçirmede tereddüt etmeyeceği görüntüsü vermiyor mu?
Ben yanıtımla Hükümet çevrelerinde ani demokrasi rüzgarları eseceğini öngörüyor değilim. “Süreç açısından kırılma noktası olur mu” sorunuz üzerine bunu söylüyorum. Müzakere sürecinin bir aşamasında, AKP’nin kendi taraftarlarına, geri çekmediği görüntüsünü verirken, fiiliyatta bunun uygulanmaması gibi bir geri adım atabilir. Buna uygun ve çarpık bir hukuk altyapımız var çünkü.
KANIKSANMIŞ SİYASAL SÖYLEMLERİN BAŞARI ŞANSI GİDEREK AZALIYOR
HDP’yi ‘ama’lı destekleyenler HDP’nin AKP karşısında güçlü bir seçenek olması için Türkiyelileşmesi gerektiğini söylüyor. Öte yandan, HDP de Türkiye partisi olma iddiasında. Ancak bu iki vurgu arasında bazı farklar var. Ne dersiniz, Türkiyelileşme önerisinin altı bugün nasıl dolduruluyor?
Türkiyelileşme tanımı altında ifade edilen hedeflere ulaşma konusunda HDP’nin yaptıkları önemli ama yeterli değil. Önce bunu söyleyeyim. Özellikle parti üst yönetimi düzeyinde bu hedef açıkça ifade edilse de, yerellerde bahsi geçen politikaların altının yeterince doldurulabildiğini düşünmüyorum.
Bunu açar mısınız?
BDP’den HDP’ye geçiş sürecinde çok acele edildiğini, yeterli ön hazırlığın yapılmadığını düşünüyorum. Üye, potansiyel üye ve hedef kitle şeklinde HDP saflarına katılması beklenen kesimler açısından geçiş çok hızlı olduğu için negatif etkisi olduğunu bile söyleyebilirim. BDP’nin HDP’lileşmesi sürecindeki acele, yanıtlanması gereken pek çok soruyu öylece bıraktı. Türkiye’nin illerinde, ilçelerinde, mahallelerinde siyaset yapan sosyalistlerin, devrimcilerin, Kürdistan özgürlükçülerinin birbirlerini henüz yeterince tanıdıklarını düşünmüyorum. Birbirlerini tanıma ve kaynaşma için daha önlerinde önemli aşamalar var, tüketilmesi gereken gündemler var. Siyasetin Türkiye’de salt siyasal gerçeklik üzerinden değerlendirilmesi alışkanlığı yerine, sosyolojik bakışlara da yer verilmesinin, bu açıdan, tam zamanı olduğunu düşünüyorum.
Nasıl?
Şöyle; Türkiye’nin toplumsal yapısı, değişen eğitim ve gelir düzeyi, ortaya çıkan yeni orta sınıf ve işçi sınıfı içindeki değişimlerin siyasete olan etkisi dikkate alınmak durumunda. Türkiye’nin yeni orta sınıfı, gençlik dinamikleri, işçi sınıfı, kırın iyice çözüldüğü bir dönemde kentsel dinamikleri karşımıza daha önce tanık olmadığımız bir gerçeklik halinde çıkardı. Artık kent, özellikle de büyük kent dinamiklerinin, kitle iletişim araçlarının yetkinliği bağlamında tüm ülke gündemini hızla etkilediğini görüyoruz. Bu bağlamda, yeni durum ve taleplerine göre siyasal arayış içinde olan yeni seçmen kuşağının sürprizlerine hazırlıklı olmalıyız diyorum. Bunu sadece önümüzdeki seçimler için söylemem çok acele olabilir ama CHP’nin, AKP’nin ve siyasal panoramanın bütün uçlarındaki siyasi partilerin önemli bir değişim ve dönüşüm sürecinin başlangıcında olduklarını ve buna bir yanıt vermeleri gerektiğini düşünüyorum. Bu seçim için hızlı bir yorum yapmış olmak istemem ancak değişim kapıda ve kanıksamış siyasal söylemlerin başarı şansı giderek azalıyor.
HDP’nin çözüm sürecine odaklanmış bir propagandadan ziyade, Türkiye’nin işsizlik yoksulluk gibi diğer önemli başlıklarını da öne çıkarması gerektiğine, böyle yaparak yüzde 10 barajını zorlayabileceğine ilişkin tespit ve öneriler var. Söyledikleriniz bunu da kapsıyor sanırım…
Evet, bunlar çok yerinde öneriler. Tüm iyi niyete rağmen, özellikle de Demirtaş’ın çok başarılı performansına rağmen, HDP henüz bu çizginin çok yakınında değil. HDP’nin şu anda elindeki kaynaklarını siyasal gündem üretmek için çok verimli kullandığını düşünmüyorum. Çünkü hâlâ örneğin Türkiye’nin batısındaki HDP çalışmalarında, BDP reflekslerinin sürece rengini verdiğini görüyoruz. Bu ve bunun gibi nedenlerle, elindeki kaynakları kullanma bağlamında HDP’nin daha önemli işler yapması gerektiğini düşünüyorum.
AKP OYLARINDA DRAMATİK BİR DÜŞÜŞ BEKLEMİYORUM
Erken bir soru olabilir ama verilere baktığınızda, kriminalize etme çabaları devam edilen HDP barajı geçme konusunda sıkıntı yaşar mı? Nedir gözlemleriniz?
Ben henüz sınırın geçilmesine garanti gibi bakılacak bir rahatlık noktasında olmadığımızı düşünüyorum. Siyaset minderi asla etiğin ilkeleriyle örülmüyor. Israrlı bir biçimde HDP’nin oylarını yüzde 10’un altında göstermenin de, onu akamete uğratacak bir biçimde yüzde 10’un çok üzerinde göstermenin de dezavantajları var. Ben HDP’nin yüzde 10’u geçebileceğini ama henüz rehavete kapılmak gibi bir lüksün olmadığını düşünüyorum. Ülkenin her gündemini olduğu gibi, sanal alemi de belirlemeye çalışan bir hegemonik aygıtın egemen olduğu içinden geçtiğimiz kesitte, siyasal mücadeleye manipülatif müdahale olasılığı mevcut olsa da, özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki Demirtaş performansı ve çözüm sürecinin içinde bulunduğu aşama itibariyle sürecin kriminalize edilme çabalarının sonuçsuz kalacağını düşünenlerdenim.
Aynı soruyu AKP için soralım. Araştırma şirketlerince yüzde 36’lar ile yüzde 46’lar arasında gösterilen AKP’nin 7 Haziran’dan nasıl bir sonuçla çıkacağını düşünüyorsunuz?
Vatandaşların oy verirken karar verme sürecini belirleyen etkenlerin başında, iktisadi, dolayısıyla gündelik ihtiyaçların geldiğini biliyoruz. Daha politik, daha etik, daha ulvi gerekçelerle başka beklentileri olanlar, daha iktisadi ve gündelik gerekçelerle oy veren seçmenler tarafından genellikle yanıltılırlar. Bu aslında olumlu bir yanılmadır. Ben AKP’nin oylarında dramatik bir düşüş beklemiyorum. Çünkü özellikle 2010’dan ve cumhurbaşkanlığından bu yana, tonundaki sertliği arttıran Erdoğan’ın ve AKP kurmaylarının buna hazırlıklı olduğunu, önlemlerini almaya çalıştıklarını düşünüyorum.
Dramatik düşüşün olmaması, Erdoğan’ın başkanlık hayallerini nasıl etkiler?
HDP’nin Meclise girmesiyle, anayasayı değiştirebilir bir çoğunluğa sahip olmayan bir AKP’nin başkanlık sürecine yönelik hissiyatında ve söylemlerinde değişiklikler olacağını düşünüyorum. Ama az önce söylediğim gibi ben bunun pragmatik ve hızla değişebilen söylemleri bağlamında, farklı biçimlerde geri adım atılabilecek bir konu olduğunu da düşünüyorum. Özellikle AKP’li seçmenler arasında yapılan anketlerde başkanlık sistemi konusunda ciddi bir kesimin farklı düşündüğü görülüyor. Ben Erdoğan’ın başkanlık talebini azami bir talep olarak görüyorum ama azami ile asgari arasında geniş bir boşluk var. Bu boşluğun herhangi bir noktasında bir AKP içi oydaşma sağlanabilir. Erdoğan “Türkiye tipi başkanlık” kavramını tedavüle sokarak bir geri çekilme payını da kendisine bırakıyor. Yarın başkanlığı daha olur bir bağlamda tanımlamak durumunda kalabilir.
SAHİDEN FİKİR ÜRETEN ELEŞTİRİLERLE DAHA ÇOK YOL ALIRIZ
Dolmabahçe açıklamasının ardından ‘müzakere’ ve ‘mücadele’ kavramlarının altı daha kalın çizilir oldu. Geldiğimiz aşamada “Müzakere edilen tarafla aynı zamanda mücadele etmenin bu kadar etkinleştiği bir dönem olmadı” sanırız. Ne dersiniz?
Umarım çok iddialı bir cümle kurmuş olmam, ama siyasi tarihte eşine az rastlanır özgünlükte bir dönemden geçiyoruz. Yerinde sözlerle ifade ettiğiniz gibi bir yandan mücadele ederken, bir yandan bir arada yürüme, mücadele etme örneklerinin değişik boyutları aynı anda yaşanıyor. Bunun en önemli gerekçelerinden bir tanesi, silahlı mücadelenin duraklasa dahi bitmemiş olması. Ayrıca etkili aktörlerin hem Hükümet ve hem de Kürt siyaseti tarafındaki çeşitliliği süreci okumayı zorlaştırıyor. Dönem itibariyle henüz veri olarak doyma noktasına gelmediğimizi düşünüyorum ve günün dayanışırken eleştirmek ya da eleştirirken destek vermek şeklinde bir tarzın günü olduğu kanısındayım.
Yapıcı eleştiri eksikliğini önündeki engellerden biri de, sürecin iki uç noktada ele alınması mı? Yani, ya ‘Bundan hiçbir şey çıkmaz’ ya da ‘Güzel, güneşli günler bizi bekliyor’ şeklinde yaklaşılması mı? Ve bu da bize mi özgü?
Sosyalistlerin uzun döneme yayılmış muhalefet yıllarında edindikleri haletiruhiyenin uzantısı bir kafa karışıklığını sıkça yaşadıklarını düşünüyorum. Bu bağlamda bazen iyi sorulmamış soruları tartışırken arada duvarlar yükseltilebiliyor.
Mesela?
Şöyle; karşılıklı yürütülen bir tartışmada kimisi müzakere süreçlerinin aktörlerine vurgu yaparken, öbürü işin toplumsal desteğini konuşuyor. Daha netleşmiş, daha iyi sorulmuş sorularla bu iş yürüse, daha iyi birbirimizi anlarız gibi geliyor. Sözde değil, sahiden fikir üreten ve emek içeren eleştirilerle daha çok yol alırız.
Bunun yapılabilmesi için şeffaflaşma gerek…
Çözüm sürecinde şeffaflaşmayı istemeye devam edeceğiz ama ben çok yakın vadede bir şeffaflaşma beklemiyorum. Öncelikle Türkiye siyasetinin genetik kodlarında şeffaf olma geleneği yok. Devlet aklı gizleme, örtbas etme önceliği üzerine kurulmuş. Onun için sadece verili sorunun dinamikleri ile uğraşmıyoruz, yaşadığımız kapalılıkta ülke siyasal kültürünün de etkisi var.
Evrensel'i Takip Et