22 Mart 2015 04:34

Hepimiz birbirimiz için tehdidiz

6üstüoyun projesinin dördüncüsü olan, Kürtçe oyunlarından tanıdığımız Mirza Metin’in kaleminden çıkan ilk Türkçe oyunu, kendi ifadesiyle “kalbi Kürtçe atan Türkçe oyun”u, oyuncusu Sermet Yeşil’le konuştuk. (FOTOĞRAFLAR: Ali GÜLER)

Paylaş

Devrim ACAROĞLU

İstanbul’a geldikleri ilk gün Topkapı Surlarında yatmaya karar veriyorlar. İkiz kardeşler, çocuk yaştalar. Memleketlerindeki surlara benzetiyorlar Topkapı’dakini. “Bayrak direğinin altında yatalım” diyor biri, “ölürsek de şehit oluruz, hiç olmazsa”. Annesiz, babasızlar. Onlar da şehit olmuş belki de. Ama o şehitlik başka. Dilini bilmedikleri şehirde dillerini unutuyorlar. Rüyalarında seslenen annelerini anlayamayacak kadar hem de. Dilini, annesini, kendini, vatanını unutmuş, kaybetmiş, hayata yenik ve yitik başlamış bir insan ölmez, şehit de olamazsa ne olur...
6üstüoyun projesinin dördüncüsü olan, Kürtçe oyunlarından tanıdığımız Mirza Metin’in kaleminden çıkan ilk Türkçe oyunu, kendi ifadesiyle “kalbi Kürtçe atan Türkçe oyun”u, oyuncusu Sermet Yeşil’le konuştuk.

İstanbul-Eskişehir arasında mekik dokuyarak dört oyun oynuyorsunuz. Bunların üzerine tek kişilik bir oyun çıkardınız. Karar vermek zor olmuş olmalı...
Mirza Metin’i önceden tanıyorum. Ne yazacağını az çok tahmin diyordum ama görünce yine de çok şaşırdım. Oku oku denince okuduk, sonra da elimizde kaldı(gülüyor). Bu işi yapmazsam eksik kalırım diye düşündüm.

Neden?
Oyuncu için çok heyecan verici bir rol bu. Kafası karışık, köşeye sıkışmış kötü insan... Kökleri, aidiyeti yok. Savruluyor, düzenin içinde oraya buraya çarpıyor. Hedefleri var, ama gerçekleştirememiş. O yüzden sürekli bir kaybeden halinde. Bankacı da olabilirdi. Mesleğinin, sınıfının bir önemi yok. Bu köşeye sıkışma insanın başına 25’inden sonra falan geliyor herhalde. Bir hedef bir de gerçek duruyor karşında.

Umudu kaybetmek zaman istediğinden mi?
Evet, “o olmazsa o olur, denerim, yaparım mutlaka” diyorsun. Başka ülkede başka türlü gelişebilir elbette ama bu ülkede  belli bir yaştan sonra kendini gerçekleştirme olasılığın çok düşüyor. Her yeni denemede yıllar katlanarak kayboluyor. İkiz kardeşler var oyunda ama gerçekten iki kişi mi var oyunda yoksa tek mi? Ben, Mirza ve yönetmenimiz Cem Uslu çok konuştuk bunları. Tek kişilik bir oyun için yaratmaya, düş kurmaya çok elverişli bir metin olduğunu fark ettik. Bu haliyle beni çok çekti oyun.

BEN DE KARIŞTIRIYORUM

İki kişi mi var tek mi, şu anda sahnede ikizlerden hangisi var acaba diye uzun zaman debeleniyor seyirci. Sonra ise bir ferahlama geliyor. “Amaaan hangisi olursa olsun” diyorsun. Kim olduklarının pek bir önemi yokmuş gibi geliyor. Yanılıyor muyum?
Seyirci bilmek ister. Kuşkuya yer bırakmayacak bir netlik içerisinde anlamak ister. Aynı zamanda da gerçek olmasını ister. İnandırıcılığını ölçmek ister. Hem bilmek hem de inandırıcı olmasını istemek bence seyirciye öğretilmiş kaypak bir durum. Bunu ben de yaşıyorum, özellikle sinema filmlerinde. “Ben şunu anlamadım demek ki orada bir hata var” diye düşünüyorum. Senin önünde bir problem olarak duruyor bu: yazar, yönetmen ve oyuncu olarak. Biz de ilk okuduğumuzda aynı sorunu yaşadık, aynı şeyleri hissettik. Yazım hatasından ya da algılama biçiminden kaynaklandığını düşündük. Algımızı değiştirelim falan da dedik. Ama sonra fark ettik ki durumun kendisi bunu anlatıyor. Ait olamama hissi biraz böyle bir şey.

Beşir’le Beşer’in bilmediğini seyirci nasıl bilsin gibi bir şey mi bahsettiğiniz?
Beşir de Beşer de birbirlerinden çok şey gizlemiş iki insan. Aynı doğru üstünde yürümüyorlar. Birlikte yaşadıkları anıları bile farklı hatırlıyorlar. Aslında onlar da çok emin değiller nerede olduklarından. Biz seyirci olarak neden emin olmak isteyelim ki. Bunda bir sorun yoktu yani. Ben de karıştırıyorum zaten. Bazı anıları anlatırken Beşir’in ağzından mı Beşer’in ağzından mı anlattığımı karıştırabiliyorum. Provalarda çok zorlandım. Bunu seyirciden de beklemek zor.
Aynı köşeden her gün geçen insan karşılaştığı farklı farklı insanlarla arasındaki mesafeyi sürekli açıyor. Hepsini tanımak istiyor ama metropol yoruyor insanı ve bir noktadan sonra tanımaktan vazgeçiyoruz. Herkese eşit mesafeden bakmaya çalışıyoruz. Bu da ister istemez arazlar yaratıyor. Bu arazlardan biri tehdit benim için. Bu hikaye açısından, Türkiye’nin herhangi bir yerinden İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış, burada yaşam mücadelesi veren bir bireyin kendi ruhsal tahribatını anlatmaya çalışıyorum ve onunla ilgili bir tehdit hissediyorum kendimde. O gerçekten her an her şeyi yapabilecek hale gelebiliyor. Çünkü ayaklarını bastığı zemin çok kaypak ve bu önce kendine sonra en yakınındakilere zarar verebiliyor. Kardeşine, sevgilisine, komşusuna... Bazen hiç tanımadığı biseksüel bir kadına. Bir gece birlikte olup sabaha karşı onu bıçaklayabiliyor. Bunlar çok gündelik şeyler İstanbul’da. Ne kadar yüzleşirsek bu tehditlerle birlikte daha doğru yaşayabiliriz. Yoksa hepimiz birbirimiz için tehdit haline geliyoruz. Ne yazık ki böyle bu.

İSTANBUL’DAKİ YÜZ ARKADAŞIMIN KAÇI İSTANBULLU ACABA

İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış birbirlerinden başkası olmayan, suça meyyal iki Kürt kardeş “uzak” gelebiliyor seyirciye başta. Ama oyun ilerledikçe ve empati kurmaya başlayınca seyirci,  onlar buraya ait değil de biz ne kadar aitiz gibi sorular soruyor. İstanbul kime ait ki zaten gibi...
Tapu kadastroya sormak lazım(Gülüyor). Mutlaka mülklerin sahibi vardır. Ama İstanbul’dan bahsettiğimizde buranın Türkiye’nin fotokopisi olduğunu görmemiz lazım. Yüz arkadaşım varsa İstanbul’da, kaçı İstanbullu acaba. Birileri de onlara ev açıyor değil mi? Nerden çıktınız siz demiyor, kiralıyor evini. Ne azın çoğun üzerinde ne çoğun azın üzerinde bir hükmü olmaması gerekirken mümkün olmuyor tabii bu. O kadar gelişmiş bir demokrasi yok, yeryüzünde yok. Ama bu hatırlatılması gereken de bir şey aynı zamanda. Bazı dersler çıkardığımızı düşünüyorum. Belki yanılıyorum ama İstanbul’un bir bölgesinde “burada Laz istemiyoruz” deyip, Lazları yaka paça atmaya kalkışsa birileri, “sen bunu yaptığında İstanbul daha iyi bir yer haline gelmeyecek, sen de mutlu olmayacaksın” denir gibi geliyor bana. Birbirlerine dokunuyor ve tanımaya çalışıyor insanlar birbirlerini artık diye düşünüyorum.

Ben de sizin kadar iyimser olmak isterdim ama değilim sanırım. Mesela bu röportajı yaptığımız Tophane’de yaşayan başka ülke vatandaşları arttıkça ya da sanat galerisi sayısı arttıkça hoşgörü de artıyormuş gibi gelmiyor bana.
Evet, bazı hassasiyetler var toplumda. Taşlanan, basılan galeriler oldu. Defalarca... Ama çözüm oldu mu, olmadı. Bu anlaşılacak diye düşünüyorum. Beyoğlu buraya üç dakika. Orada gırlası dönüyor tepki gösterdiklerinin. Bu iki yüzlüce değil mi?

Yukarısı değil ama burası onun. Vatanını savunuyor bir anlamda. Oyun karakterlerinin bir yere ait olma çabaları da benzer dürtüler taşımıyor mu? İkizlerimiz İstanbul’a geldikleri gün “Bayrak direğinin altında yatalım, ölsek de şehit oluruz hiç olmazsa” diyorlar...
Aynı yerden besleniyor iki tavır da. O cümleyi Beşer söylüyor. 12-13 yaşında İstanbul’a gelmiş bir çocuk, ona inanmak istiyor. Büyük ihtimalle yaşadığı travmalar nedeniyle böyle bir savunma mekanizması geliştirmiş. Bayrağın daha güvenli olduğunu düşünebilir, belki Tophaneli arkadaşlar da öyle düşünüyordur ama birbirine girmiş yaşam alanlarımızda birbirimiz için tehdit oluşturduğumuzda müdahale etmesi gerekiyor her iki tarafın da. Benim birlikte yaşamaktan anladığım bu.


‘ANA DİLİM DEYİP AJİTASYON YAĞI SÜRÜYORUM BELLEĞİME’

“Ana dilimde rüya gördüm ama anlamadım” diyor. Kendi hayalini dahi anlamazsan kendi gerçekliğinle nasıl ilişki kurabilirsin?
“Dünyanın sınırı bir parça ekmek, hayalin sınırı yok” diyor. Hayalde yediğin ekmeğe sınır yok. Bir parça ekmekle yetinmek zorunda değilsin. Bir hayal içinde yaşadığını düşünüyor. Küçük yaşta ve anne-babayı kaybetmiş, geliyorlar İstanbul’a ve  konuştukları dilden de anlaştıkları toplumdan da uzaklaşmış oluyorlar. Haliyle kendi dillerini unutuyorlar. Ana dilinde gördüğü annesinin söylediklerini duyuyor ama anlayamıyor. Dilini unuttuğu için annesiyle yani kökleriyle iletişim kuramadığını düşünüyor. Bir boşluk hissediyor, kimliğim yok diyor.

İkizlerden biri dilini unutmasını dert etmiyor, diğeri ise dertli. Ama her ikisi de aynı noktada. Nasıl oluyor bu?
“Ana dilim deyip ajitasyon yağı sürüyorum belleğime” diyor karakter. Anadilimi bilmiyorum, anadilimi unuttum diye ajite ediyor kendini ama bununla ilgili bir çabası da yok. Öğrenmiyor da dilini. Kaypaklık bu. Kürt için de böyle Laz için, Türk için de. Küçük burjuva alışkanlıklarından kurtulmamayı tercih ediyor. Travmasını da çözümsüz kılıyor böylelikle.


KARDEŞİZ, NE YAPALIM!

“Sizi kardeşliğe mahkum ediyorum” anonsu geçiyor polis oyunda. Hapse mahkum olmakla bir yani kardeş olmak. Lanet gibi... Nasıl olsa altından kalkamazsınız, belanızı buldunuz işte mi diyor?
Bir mahkumiyet bu evet. Kimse doğduğu yeri seçemez. Kardeş olmasak dert de olmaz ama kardeşiz ne yapalım. Birkaç dakika arayla doğmuş Beşir’le Beşer. Kardeşler işte. Bunun için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Kardeş değiliz deyip söküp atmak bir yol. Kardeşiz diye oturup konuşmak bir yol. Onun dışında üçüncü yol olabileceğini belki benim kafam almıyor.

Yan yana yaşayan iki kardeş halkın yazgısı gibi değil mi?
Evet. Kimse sormadı kardeş olmak istiyor musunuz diye. Ama kimse de söylemiyor; siz kardeş değilsiniz diye.  Zaten hep böyleydi. Yüzyıllardır. Sonuçta hepsi politik bir okumaya giriyor. Ama politik okumanın çok faydalı olduğunu görmedim ben. Bir Kürt hikayesi diyebilirsin ama ben ısrarla bir insan hikayesi anlatmaya çalıştığımı vurguluyorum hep. Bu hikaye başka türlü de anlatılabilirdi çünkü. Tehdidi, aidiyetsizliği, boşluğu...Beşir mi Beşer mi karışıklığının da buna hizmet ettiğini düşünüyorum. Asıl hikayeye odaklanmamız lazım; birbirimizi tanımıyorsak nasıl kardeş olacağız.


YORULARAK DA EĞLENEBİLİRİZ

İlk tek kişilik oyununuz değil mi?
Evet. Çok zormuş tek kişilik oyun. Tahminimden de zormuş. Prömiyer gününde anladım. Sırtını yaslayabileceğin kimse yok. Allahtan iki karakter oynuyorum da...

O “Allahtan” denen bir şey mi oluyor?
(gülüyor) Karakter değiştirmek ufacık da olsa bir nefes alanı yaratıyor. Bir sahnede kapı çalıyor, biri mi geldi deyip dışarı çıkıyor ve o gidip kardeşi geliyormuş gibi oluyor. Beşer çıkıp Beşir olarak girince, sadece isim olarak bile değişse beni rahatlatıyor. Bir karakterin çatışmalarını bırakıp diğerine yöneliyorsun ya... Rahatlatıyor... Genco Erkal’ı izlemiştim çocukluğumda, hatırlıyorum. Beni tiyatroya iten sebeplerden biriydi “Bir Delinin Hatıra Defteri”. Geçenlerde tekrar izledim, hiçbir şey kaybetmemiş performansından. Bu oyunu çalışırken de onu hatırladım; o enerjiyi nerden buluyorlarmış diye sordum kendime. İyi ki bu yaşımda yaptım.

Olumsuz anlamda söylemiyorum ama seyirci de yoruluyor açıkçası...
Yorularak da eğlenebiliriz. Satranç bir spor sonuçta. Yorulmak da iyi geliyor insana. Yaşadığını hissediyorsun.


İSTANBUL’DA YAŞAMAK İNSANI ZİNDE TUTUYOR

Sermet Yeşil’in arası nasıl İstanbul’la?
Bohçamı Eskişehir’de doldurdum, onu getirdim buraya. Başka bir şeyim yok elimde. Buraya geldiğimde Beşir’le Beşer kadar zorluk yaşamadım. En azından anladığım bir dil konuşuluyordu. Şimdiye kadar büyük bir sorun yaşamadım ama ben de ait hissetme sorunları yaşadım. İlk zamanlar “ne işim var benim bu kaosun, kalabalığın içinde” dediğim zamanlar da oldu. Eskişehir daha ufak daha kolay daha yaşanabilir bir yer. Kendime koyduğum hedefler vardı, onları hatırladım bunaldığımda. Sonuçta nabız İstanbul’da atıyor. Ankara’yı, İzmir’i, Bursa’yı, Diyarbakır’ı biliyorum... Ama İstanbul başka. Her hafta nerdeyse bir festival var sanatın her dalında. Bulunmaz bir nimet İstanbul. Benim de burada anlatmak istediğim şeyler var diyebileceğim noktaya gelene kadar büyük emek harcıyorsun. Daha çok yolum var. Ama korkutuyor da tabii. Beyoğlu’nda, Suriyeli dilenciler Arap turistlere dileniyor. Başka bir ülkede yaşıyormuş gibi hissediyorum. Birbirimize karşı sınırlarımızı çok zorlayacakmışız gibi hissediyorum. Özellikle merkezlerde.
İstanbul’da yaşamak büyük mücadele. Bu insanı zinde de tutuyor.

Eskişehir İstanbul ikiliği sürecek mi?
Sürecek, gittiği yere kadar. Ben Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu oyuncusuyum. Tiyatromdan ve repertuvar politikasından çok memnunum. İki üniversite var Eskişehir’de. İstanbul’da onlarca üniversite var ama öğrenciler kendilerini Eskişehir kadar hissettirmiyor burada. Çünkü orada çok hayatın içinde üniversiteliler. Oyun oynadığımız insanların yüzde 80’i öğrenci. Önemli branşlarda eğitim alan bu çocukların tiyatroya gitmesi beni ülke demokrasisi adına da umutlandırıyor. Pek çoğu ilk defa tiyatroyla bizim aracılığımızla tanışmış oluyor. Bu da büyük sorumluluk hissettiriyor kendi adıma bana. İstanbul da Eskişehir de beni besliyor, iki tarafta da olmam gerekiyor gibi geliyor bana. Enerjim yettiğince sürdüreceğim bu durumu.

ÖNCEKİ HABER

Kürt daha ne desin!

SONRAKİ HABER

Otoriteye karşı sanat

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa