15 Mart 2015 04:05

Bazı sözcüklerin yaşı

Bazı sözcükleri öğrenmenin yaşı vardır. Amma velakin kimi yerlerde öğrenmenin yaşı daha erkene alınmıştır. Diyarbakır’da doğmuşsanız şayet, diğer yerlerdeki yaşıtlarınıza nazaran bazı sözcüklere erken kayıt yapmak, kimi sözcükleri erken sökmek ve bu sözcüklerle vaktinden evvel tanışmak zorundasınızdır.

Paylaş

Murat ÖZYAŞAR

Bazı sözcükleri öğrenmenin yaşı vardır. Amma velakin kimi yerlerde öğrenmenin yaşı daha erkene alınmıştır. Diyarbakır’da doğmuşsanız şayet, diğer yerlerdeki yaşıtlarınıza nazaran bazı sözcüklere erken kayıt yapmak, kimi sözcükleri erken sökmek ve bu sözcüklerle vaktinden evvel tanışmak zorundasınızdır. Her ne kadar sözcük diyorsam da siz bunu kimi zaman bir cümle, deyim, şarkı, durum veya olay olarak da okuyabilirsiniz. Niyetim bir yerde doğmuş ve orada büyümüşlere güzelleme yapmak değil, bundan bir mağduriyet çıkarmak hiç değil. Hiçbir hiyerarşi kurmadan ya da herhangi bir şeyi yüceltmeme adına söylüyorum bunu. Demek istediğim sadece şu: Bazı çocuklar daha erken atılırlar bazı sözcüklerin içine. Bazı çocukların ise vakti vardır daha.
“Vakti zamanında” diye başlayan bir hikâyedir bu:
Henüz 10-11 yaşınızdasınızdır, Newroz kutlanıyordur şehrin meydanında. Devlet “Yasak lan!” demiştir ama, ağbileriniz ablalarınız yakılacak lastikleri çoktan gömmüşlerdir o meydana. Yakın çevreniz, aileniz sizi uyarır “Gitme sen!” derler. Yanıtınız hazırdır: “Niye ben eqo piçiyem?”
Anlamı bilinse de hikâyesi pek az bilinen bu deyim çokça kullanılır Diyarbakır’da. Sizin de yapabileceğiniz bir şeyler varken, esirgenip uzak tutuluyorsanız yapılacak şeyden “Niye ben eqo piçiyem?” diye sorarsınız. Sorunuza yanıt almadan dahil olursunuz duruma. Bir hayıflanma, yanıtı olmayan bir sorudur aslında kurduğunuz cümle. Bir aksan değil, aksayan bir dilin vuku bulmuş hali. “Ben de varım,” demenin bir başka hali. Ben de sonra sonra öğrendim “eqo piçi”nin hikâyesini.
İbrahim Peygamber’e olağanüstü hazırlanmış ateşe ağzında bir dal parçasıyla uçan kuşa sorulur:
“Zaten yanacak, senin o dal parçasına mı kaldı?”
Kuş “Olsun,” der “dost kim düşman kim belli olsun.”
Hasıl-ı kelam işte bu kuşun adıdır “eqo piçi”.
Ağbileriniz, ablalarınız lastikleri ve ateşi hazır etmişlerdir o Newroz meydanında. Siz de “Dost kim düşman kim belli olsun,” diye birkaç çalı çırpıyla varırsınız oraya. Bin kişilik; el ele, omuz omuza durmuşların halaylarına katılıyor, yasaklı bayrak biraz daha yukarı çıksın diye kısacık boyunuzla  siz de bayrağa el veriyor, davul ve zurnanın hiç bu kadar coşkuyla inlemediğine şahit oluyor, “Kahrolsun! Yaşasın!” diyor, dil makas değiştiriyor bu kez “Bijî! Bimire!” diyorsunuz. Ateşin üstünden birkaç kere de siz atlıyorsunuz, tüm alkışlar size tutuluyor o an. “Niye ben eqo piçiyem?” demenin hakkını layıkıyla vermişsinizdir.
Sonra biri eğilip kulağınıza “Hadi,” diyor “sen fazla kalma, eve dön!” Diretmenin, yeni deyimler kullanmanın manası yoktur, bilirsiniz, eve dönmek mecburiyettendir artık.
Başınızı eğer, yarım kalmış oyunun heyecanı, eve dönmenin azabıyla bomboş sokaklarda bulursunuz kendinizi. Çünkü “hayalet şehre” dönmüştür eve giden yollar, herkes o meydandadır hâlâ. Top oynadığınız, şahane goller attığınız sokaklarda bu kez in cin top oynuyordur. Fazla sürmez, oyunun bitiş ıslığı bu kez size çalar ve yeni bir maç başlar. İnlerinden çıkan cinler köşede bir yerlerde, ama her yerlerde sizi beklemektedir. Kaçış yoktur. Bu maç oynanacaktır. Ellerinde kalaşnikoflar, yüzlerinde maskeler, dillerinde küfürler, hepsi iri kıyım adamlar. Islık çalar, çağırırlar sizi “Hişt Hişt!” derler, Sait Faik’in “Hişt Hişt!”i değildir bu. Gizlenmek için yer arar gözleriniz, gözlerinden kaçmaz, “Lan yavşak! Gel buraya!” derler. Adımlarınız titrek, sırtınızda “ben tek, siz hepiniz” demenin ağır yükü, korkunuz sizden evvel varır onların yanına. Ellerinizi koklar o koca koca adamlar, yüzünüze dikkatle bakarlar is var mı diye.
Bilirsiniz, ölebilirsiniz o an, yıllarca kalacağınız cezaevi kapısının o an açılması da yüksek bir ihtimaldir. Şansınız vardır, telsizlerinde acil bir anons duyulur, başka bir yere alelacele koşturmak zorunda kalırlar. Kıçınıza tekmeyi, yüzünüze tokadı, ana babanıza küfrünüzü yiyip eve yollanırsınız.
Bazı sözcükleri söylemenin bedelini ağır ödetirler size.
Çünkü bazı sözcükleri öğrenmenin yaşı olduğu gibi, bazı sözcüklerin de yaşının olduğunu yıllar sonra öğrenirsiniz. O sözcüklerin bu topraklarda ne kadar eski ve hâlâ taze, ne kadar yaşlı ve hâlâ genç olduğunu: “Bijî!” ve “Bimire!” mesela ya da “Kahrolsun! ve “Yaşa!”
Sonra sonra öğrenirsiniz, zamanın da bir vakti var. İşte bu yüzden bazı cümleler “vakti zamanında” diye başlar.
Diyarbakır için de “vakti zamanın” başladığı yılların 90’lı yıllar olduğunu düşünüyorum. Her şeyin birden bire değiştiğinin, yıllardır bomboş olan arazilere iki göz odalı evlerin bir gecede yapıldığının, hayatların başka hayatlara evirildiğinin, kapınıza dayanan yeni sözcükleri içeri buyur etmenin zamanıdır artık. Köyü yakılmış, zorla göç ettirilmiş ilkokul arkadaşınızdan “serhildan” sözcüğünü öğrenirsiniz mesela, bunun “isyan, başkaldırı” demek olduğunu, “asker” sözcüğünün başka başka anlamları olduğunu. Okulda birkaç gün “yok yazıldıktan” sonra Memo’nun “gurbete gittiği” lafı dolaşır. Böyle bir tabir girer hayatınıza. Anlarsınız sonra bu tabirin “kapkaç” olacaklar için kullanıldığını. 10-11 yaşlarındaki Memo, Tarlabaşı’ndadır artık. Hırsızlık yapmak için gurbete gitmiştir: “arpacı, tufacı, askıcı” olmak için. Giderken boş gönderilmemiştir ama, battal boy iç çamaşırlarıyla x-large beden gömlek ve kazaklarla birlikte 3-5 kilo da “derman” konulmuştur Memo’nun bavuluna. Dermanın ne olduğunu da öğrenirsiniz: Esrar!
Kapınıza duran sözcükler günden güne artar: “bildiri, ajitasyon, zıvana, çarşaf, tevkif, refik,  milis, provokasyon, azadî, gayr-ı meşru, berxwedan, şoreş…”
“Ihlamur çaydan iyidir,” dendiğinde anlarsınız mahalleyi polisin bastığını.
Herkes ve her şey uçlardadır.
Boğaziçi Üniversitesi diye bir yer varmış, Ali Dayı’nın kızı orayı kazanmıştır.
Kapı komşunuzun, kirvenizin saflara katıldığı –dağa gittiği- anlatılır, sonra yakalandığı, 125’ten müebbet yediği. Ali Dayı’nın kızı da yakalanmıştır, ama cezası kesilmemiştir.
Ev ödevine çalışır gibi “müebbettin” nasıl bir şey olduğunu kavramaya çalıştığınız, cümle içinde kullanmaya giriştiğiniz ilkokul yolunda; üzerinizde siyah önlük, üzerinizde beyaz etamin yaka, cebinizde mendil, çantanızda beslenme saati için ekmek-peynir ve Tak! Tak!
İlk hikâye kitaplarınızı aldığınız, okumaya meraklı olduğunuzu fark eden, bu sebeple size Maksim Gorki’nin “Ana”sını hediye eden kırtasiyeci ve aynı zamanda tüm mahallenin öğretmeni olan Zübeyir Hoca’nın cesediyle karşılaşırsınız yolda. Tak! Tak! Zübeyir Hoca’ya da, tüm mahalleye de öğretirler fail-i meçhulün ne olduğunu. Akşam eve dönersiniz, babanızdan “Sömürge Salih”in hikâyelerini dinlersiniz, aklınızda Salih’in lakabı, yıllar sonra bile bırakmaz peşinizi, anlarsınız bazı hikâyelerin iki sözcükten de oluşabileceğine: “Sömürge Salih”, işte uzun hikâye, daha n’olsun!
Bakkala ekmek almaya giderken duyarsınız 17-18 yaşlarında, zıpkın gibi bir genç olan mahallenin ağır ağbilerinden “Sator Musa”nın kimlik sorgusuna çekilirken aynı zamanda üst-baş araması yapılınca üstünden çıkan satır bıçağı için “Bu ne lan?” diye sorulduğunda, “Ne yani elma da mı soymiyaq?” diye yanıtladığını. Yıllar sonra Metis Yayınları’nın Gezi Direnişi’nden hareketle hazırladığı Diren Direniş Ajandası’nda “Devrimde mi yapmıyaq” yazısına denk geldiğinizde, aynı aklın gömlek değiştirdiğini sevinçle karşılarsınız.
Yeni bir “vakti zamanın” geldiğini, yeni bir aklın ufkuna vardığınızı, yeni bir dilin imkân ve vaadinin menziline girildiğini, hayatlarımızın yeni hayatlara evirileceğinin, kapımızda yeni sözcük ve cümlelerin biteceğinin vaktidir artık. Bu sebeple hoş geldin diyorum: “Kahrolsun bağzı şeyler, Yasak ne ayol, Evine hoş geldin TOMA, Yeni başlayanlar için Lice…”

ÖNCEKİ HABER

Memleket Eskişehir

SONRAKİ HABER

Bir öyküdür İstanbul*

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...