21 Şubat 2015 01:10

Avrupa’da siyaset karışık

Bu hafta İngiltere, Fransa ve Almanya’dan üç ayrı konu ile ilgili yazılarımız var. Fransa’da Manuel Valls, 8 Nisan’da başbakan olarak atanmış ve ardından da güven oyu almıştı. Aradan tam 315 gün geçti ve başbakan Sosyalist Parti üyesi milletvekilleri mecliste çoğunluğu oluşturmasına rağmen, çoğunluğu kaybetti.

Paylaş

Bu hafta İngiltere, Fransa ve Almanya’dan üç ayrı konu ile ilgili yazılarımız var. Fransa’da Manuel Valls, 8 Nisan’da başbakan olarak atanmış ve ardından da güven oyu almıştı. Aradan tam 315 gün geçti ve başbakan Sosyalist Parti üyesi milletvekilleri mecliste çoğunluğu oluşturmasına rağmen, çoğunluğu kaybetti. Salı günü aylardır tartışılan ultraliberal Macron Yasası oylamaya sunulacaktı, ama 50 civarında Sosyalist milletvekili ret oyu kullanacaklarını ilan edip geri adım atmayınca Macron Yasası’nın reddedilme riski doğdu. François Hollande ve Manuel Valls buna karşı Anayasa’nın en antidemokratik maddelerinden birisi olan 49-3 nolu maddeyi kullanmaya karar verdiler. Bu madde sayesinde, yasanın oylaması iptal oluyor, ama karşılığında ise hükümete yönelik güven oylaması gündeme geliyordu. Yasayı eleştiren 50 civarında sosyalist milletvekili ve Yeşiller Partisinin milletvekilleri ise bu oylama da kuşkusuz hizaya geçmek zorunda kalacaklardı. Ancak zoru kullanarak iktidarda kalan bir çoğunluk gerçekten bir çoğunluğu temsil edebilir mi? Ana basın, 49-3 nolu maddeyi kullanmak zorunda kalan hükümetin sonunun başladığı konusunda hemfikir.  

Almanya’da ise Avro Grubu’nun önerisini kabul etmeyen Yunanistan, yardım paketinin altı ay daha uzatılması başvurusunda bulundu. Grup üyesi ülkelerin temsilcilerinin bu konudaki kararı heyecanla bekleniyor. Almanya’nın başını çektiği ‘alacaklı ülkeler’ neoliberal politikalarını sekteye uğratabilecek, duruşuyla onlara kafa tutan Yunan hükümetine diz çöktürmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Öte yandan İngiliz hükümetin Ukrayna’nın geleceğinin tartışıldığı Minsk görüşmelerinde yer almaması bazı İngiliz basın organlarını rahatsız etmiş görünüyor.

İngiltere’nin sağcı gazetelerinden Daily Telegraph geçen hafta Minsk’de gerçekleşen ve Ukrayna için yapılan barış sözleşmesinin etkisi zayıfladıkça Batı ülkeleri Rusya’dan gelebilecek her türlü krize hazırlıklı olmalı diye vurgu yapıyor. Bu yüzden hükümetin “güvenlik” için daha fazla harcamalar yapmasını öneriyor ve Başbakan David Cameron’un Rusya ile ilgili daha etkili bir rol almasını tavsiye ediyor.


VLADİMİR PUTİN’İN VERDİĞİ YEMİNE GÜVENİP TÜM RİSKE RAĞMEN ALINAN ATEŞKES BİR HATAYDI

Daily Telegraph 
Başyazı

“İkinci Minsk barışı sunmuyor ama umut veriyor” diye geçen hafta uyarıda bulunduk. Ukrayna iç savaşını durdurmak için fırtınalı bir şekilde yapılan anlaşma kesinlikle saflıktı. Bu anlaşmanın kökeni Avrupa’nın gücünü elinde tutan Fransa ve Almanya’ya dayanıyor. Onlar çatışma yerine taviz vermeyi tercih ettiler ve bu süreçte daha sert olan ortaklarını devre dışı bıraktılar.
Putin’e sundukları teklif prensipte sorunsuz ama içeriği hatalıydı. İkinci Minsk ateşkesi sağladı ve çatışmayı öyle bir süreçte durdurdu ki Rusya yanlısı muhaliflere tam da Kiev hükümetinin en güçsüz anında maksimum avantaj sağladı. Bu yüzden Vladimir Putin, Rus kuvvetlerini Ukrayna’daki askeri geri çekiliş süresini netleştirmedi, zaman sınırı belli olmadı ve halen sürecin nasıl işleyeceğine dair bir onay yok.
Putin’in sözüne inanarak kumar oynamak şimdiden hata gibi görünüyor zaten. Debaltseve’nin düşmesi Rusya’nın lehine bir kazanımı temsil ediyor ve ateşkes çabalarının ikinci kez yerle bir oluşunu gördük. Putin, Macaristan ziyareti süresince Ukrayna ve ordusuna ateş püskürdü. “Yenilmek her zaman acı verici…Zor geliyor bir zamanlar madenci ve traktör şoförü olan insanlara karşı kaybetmek. Ama hayat hayattır işte” dediği söyleniyor. Rusya Cumhurbaşkanının AB’yi ziyaret etmesi ve Batı’yla bu şekilde dalga geçmesi İkinci Minsk anlaşmasında verilen ve zaten muğlak olan sözlerin gerçekleşmesini daha da zorlaştırıyor. Putin’in etnik milliyetçiliği bugün her zamankinden daha da güçlü.
Tabi ki Batı, Moskova’yla direk bir çatışmaya girmekten kaçınmalı. Kaybedilecek çok şey var böyle bir harekette. Fakat Putin etkisini daha da genişletmeye devam ederse, Batı’da gittikçe bölünen Ukrayna’nın ötesinde bir sınır çizmek zorunda kalacak. Gazetemize verdiği özel bir görüşmede, Britanya Güvenlik Bakanı Michael Fallon, Baltıklardaki dengeyi bozmak için Rusya’nın NATO’nun güneyine saldırıda bulunabileceğini söyledi.
Batı buna izin vermemeli. Ukrayna’ya karşı sorumlulukları olsa da, Batının Baltıklardaki ülkelere NATO üyeliklerinden dolayı daha belirgin bir sorumlulukları var. Estonya, Letonya ve Litvanya’ya karşı bir saldırı da tüm demokratik ülkelere yapılmış bir saldırı olarak sayılır.
Bu tarz bir yüzleşmeyi önlemenin en iyi yolu Batı’nın kendisini olası bir krize hazırlaması olur. Bu yönde Britanya şimdiden Baltıklarda ve Güney Avrupa’da daha yoğun askeri kuvvet bulundurmaya karar kıldı ve hükümet güvenlik için ayırdığı bütçeyi bu yüzden yükseltmeli.
Batı genelinde birlik olarak karar alarak ve hareket ederek NATO üyelerini korumak yönünde net bir niyet beyan edilmeli. İkinci Minsk’in zayıflamasının ardından Batı’nın Moskova’nın iyi niyetine güvenemeyeceğini anlamış olduk ve daha dik bir gerçekçilikle ilerlemeliyiz bundan sonra. Yani barışı sağlamanın en iyi yolu gücümüzü kullanmak.
(Çeviren Çınar Altun)


AB ve Yunanistan anlaştı

SÖZ KONUSU OLAN NEOLİBERAL PRENSİP

Tom STROHSCNEIDER
Neues Deutschland

Kabul edelim ki bugünlerde SYRIZA yönetimindeki Yunanistan hükümeti ile Avrupalı alacaklılar arasındaki çatışmanın gidişatını anlamak kolay değil. Bunun nedeni sözleşmelerdeki teknik konular ve formülasyonlardaki çok küçük farklılıkların bile politik açıdan büyük önem taşıması. Avrupalı alacaklıların ‘Yunanistan bizim iyi niyetimizi istismar ediyor’ söylemlerinin ise hiçbir anlamı yok.  Bir haber ajansı; ‘Yunanistan borç görüşmelerini yeniden çıkmaza soktu!’ diye haber yaptı. Gerçekten öyle mi?
Tabii ki değil. Olaya biraz yakından bakarsak her şeyin bambaşka olduğunu görürüz.  Avro Grubu toplantısında neler oldu öyleyse? Avrupa Komisyonu çevreleri tarafından hazırlanan ve Yunanistan’ın da kabul edebileceği bir öneriye son anda Avro Grubu şefi tarafından el konuldu ve yerine SYRIZA’nın hiçbir şekilde imzalamayacağı bir belge geçirildi.  Birilerinin iddia ettiği gibi reddetme nedeni  SYRIZA’nın seçim vaatleri ve inanılırlığını kaybedecek olması değil, söz konusu binlerce Yunanistanlının yaşamı ve bir ülkenin geleceği.
Ancak bu durum, Avrupa Birliği’ndeki bazı güçler için hiç önemli değil. Onlar Brüksel’deki görüşmelerin çıkmaza girmesinde en büyük hatta en belirleyici paya sahipler. O zaman Nobel Ödüllü Ekonomi Profesörü Paul Krugmann’ın sorduğu soruyu biz de soralım: Yunanistanlıları ‘Cehenneme göndermek’ isteyen, bundan çıkarı olanlar kimler ve bunu neden yapıyorlar? 
Yunanistan sorunu ve alacaklıların borçların azaltılması için sert kemer sıkma ve kuralsızlaştırma önlemleri neoliberal politikaların olmazsa olmazı. Esas olarak borçların miktarı, kredilerin geri ödenme süresi hiç önemli değil, önemli olan  ancak sosyal hak gaspları, özelleştirme, işçi haklarının kısıtlanması ile herkesin çıkarına gelişimin sağlanabileceği içerikli neoliberal politikalara meşruiyet kazandırmak. Herkesin buna inanmasını sağlamak, bundan başka yolun olmadığını kafalara kazımak. 
Yunanistan, bu fikrin iflasını gösteren çok güzel bir örnek. İşte bu nedenle  dayattığı  tasarruf politikasıyla AB içinde güç gösterisinde bulunan Alman hükümetinin başını çektiği belli gruplar bu fikri savunmak, zorunlu göstermek, dayatmak ve ideolojik olarak doğruluğunu kanıtlamak için ellerinden geleni yapıyorlar. İlk defa bir ülke, bankaların kurtarılması için krizin faturasının  emekçilere kesilmesi,  tasarruf dayatması ve özelleştirmelere karşı çıkıyor ve sopayı görüyor. 
Heyecan içinde kimin galip geleceğini bekliyoruz. Avro Grubu tarafından da kabul edilen Berlin kaynaklı kemikleşmiş politikalar mı yoksa Avrupa idealinin alacaklılar ve paradan daha önemli olduğunu ileri sürerek  uzlaşmadan yana olan ‘Politik Avrupa’ mı?  Bu  idealin Almanya açısından da çok önemli olduğu söylenmesine rağmen biliyoruz ki Almanya kendi çıkarları için başka yollardan gitmekte hiç mi hiç tereddüt etmeyecektir.
(Çeviren Semra Çelik)


YÜRÜTMENİN YAYI ÇATLADI

Patrick APEL-MULLER
Humanité 

Yasa projesinin liberal bir niteliğe sahip olduğunu söyleyen milletvekillerine yönelik kibirli yaklaşan, sosyal adalet ve kamu hizmetinin gelişmesini öngören madde önergelerini elinin tersiyle iten, bankacı bakan büyük bir yenilgi aldı. Sağ, hükümetin dağıttığı olağanüstü hediyelere kanmadı ve Macros yasa projesinden ne kadar memnun olsalar da yaklaşan il bölge seçimlerinden dolayı oylarıyla onu destekleme kararı vermediler. Yalnız Bercy Caddesi’nde bulunan Ekonomi Bakanını esas sarsan, sol güçlerin kararlıca projeye karşı çıkması oldu. Sosyalist Parti içindeki elli civarındaki muhalif milletvekili ve Yeşiller Partisinin milletvekilleri hükümetin her türlü baskısına rağmen boyun eğmediler. Sol Cephe’nin milletvekilleri ise başından beri ultraliberal bir yasa projesine cepheden tavır almışlardı. Eğer yasa projesi bu kadar kutuplaşmaya yol açtıysa, onca gösteri ve sokakta mücadeleye neden olduysa, bunun esas nedeni emekçiler açısından genel bir sosyal gerilemeye kapı açıyor olmasıdır.  Yasa projesinin kabul edilmemesi riskini göze alamayarak, Anayasa’nın 49-3 nolu maddesini kullanarak Hükümetin Mecliste oylamayı engellemesi (hatırlatmak gerekir ki hâlâ solcu olduğu zamanlarda François Hollande bu maddenin kalkmasını istiyordu), öz itibariyle Başbakan Manuel Valls’in şahsi başarısızlığı, zayıflığı ve hatta Meclis çoğunluğunu artık kaybettiğinin itirafıdır. Başbakan yasayı ne olursa olsun uygulayabilmek için milletvekillerinin görüşlerini hiçe sayıyor ve onu zorla onaylatmak istiyor. Yalnız bu yöntem onun geleceğinin çok parlak olmadığının da göstergesidir. Anayasa’nın bu maddesi en son 2006’da, dönemin sağcı bakanı Dominique de Villepin tarafından gençlere köleliği dayatan İlk iş sözleşmesi (CPE) yasasını onaylatabilmek için kullanılmıştı, ama bu yöntem onun siyasi kariyerinin de sonu olmuştu. Macron Yasası’nın da, sosyal haklara karşı gerçek bir bomba olarak, zararının neler olacağı daha geniş bir kesim içinde anlaşıldıkça, hükümette bulunanların bir çoğu için yıkıcı sonuçları olacaktır.  
Başbakan bir defa daha yetkin davranma ile otoritarizmi birbirine karıştırdı. François Hollande ise aynı şekilde ve aynı dağınıklık içinde yoluna devam ediyor. Sağı sol olarak görmeye, Bankacıları savunmayla Avrupa’yı savunmayı birbirine karıştırmaya, vergi kaçakçılığının en ustalarını pusula olarak kabul etmeye, kemer sıkmayı ekonomik kalkınma olarak algılamaya devam ediyor. Bugün onca ulusal birliğe devam çağrısının olmasına karşın, yürütmenin yayının artık çatladığı söylenebilir.  
(Çeviren Deniz Uztopal)

ÖNCEKİ HABER

‘Sermaye daha fazla özgürlük istiyor’

SONRAKİ HABER

Meclis'te yönetim tartışması

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa