09 Şubat 2015 00:47

‘Sanat tekçi düşüncenin altını oyar’

'Nâzım Hikmet ismi simgesel olarak da Türk edebiyatının en önemli isimlerinden, bir başlatıcı ve devrimci yönü var. Elbette sadece siyasal olarak değil edebi anlamda da önemli bir isim Nâzım Hikmet; devrimci bir karakter olduğu için onun ismini taşımaktan gurur duyuyoruz.'

Paylaş

Ezgi GÖRGÜ
Zeliha GÜREL
İstanbul

Yazar Murat Gülsoy, bireyin anlam örgüsü yaratarak topluma bağlandığını ve sanatın insanları merak ettiği büyülü dünyayı korumak adına en önemli araç olduğunu söylüyor. Son kitabı Gölgeler Ve Hayaller Şehrinde ile Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü alan Gülsoy ile Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Nâzım Hikmet Kültür Ve Sanat Araştırma Merkezi’nin akademik çalışmalarını ve edebiyatın kendi gündemine dair düşüncelerini konuştuk.

Devletin yasakladığı bir şairken ilk defa bir devlet kurumuna ismi verildi. Daha önce Nâzım Hikmet üzerine çalışma yapan akademik bir kurum yoktu Türkiye’de. Yaşanan tartışmaları geride bırakırsak buranın kuruluşu nasıl gerçekleşti?
Burası resmen 2013 sonbaharında kuruluyor aslında. Bu tarihin bir evveliyatı da var. 7 yıl önce Nâzım Hikmet’ in oğlu Mehmet Hikmet babasının eserlerinin telifinden doğan mirasının gelirlerini –kendi ölümünden sonra- Boğaziçi Üniversitesi’ne bırakan bir protokol yapıyor. Bu durum haliyle üniversitede bir ilgi yaratıyor. Buradan bir merkez kurma, Nâzım Hikmet’ in sanat yaşamı üzerine çalışma fikrini ortaya çıkarıyor. Sosyoloji, tarih, batı dilleri edebiyatı, Türk dili ve edebiyatı gibi alanlardan, Boğaziçi Üniversitesi’nden belirli hocalar bir araya gelerek Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırmaları Merkezi’ni kurmak üzere yola çıkıyorlar.

YASAK ŞAİRKEN ILK DEFA BIR DEVLET KURUMUNA ISMI VERILDİ 

Merkezin çalışmaları sadece Nâzım Hikmet’in ürettiği eserleri incelemek mi olacak?
Tabi bu merkezin amacı sadece Nâzım Hikmet’in edebi mirasını çalışmak değil. Burası çok daha genel çerçeve çizmek isteyen, edebiyat ve sanat alanında disiplinler arası çalışmayı amaçlayan bir merkez. Nâzım Hikmet ismi simgesel olarak da Türk edebiyatının en önemli isimlerinden, bir başlatıcı ve devrimci yönü var. Elbette sadece siyasal olarak değil edebi anlamda da önemli bir isim Nâzım Hikmet; devrimci bir karakter olduğu için onun ismini taşımaktan gurur duyuyoruz. Ama burada her hocanın kendisine ait bir duruşu, kendi bakış açısı var ve bu çatı altında disiplinler arasında akademik çalışmalar yapmak asıl amaç. Aslında bu araştırma merkezi ile birlikte tarihe bir not da düşmüş oluyoruz. Çünkü Nâzım Hikmet kendi ülkesinde 30 yılı aşkın süre yasaklı olmuş bir isim. 38’den 65’e kadar tek bir satırı yayınlanamamış bir yazar. Devletin yasakladığı, vatandaşlıktan attığı sonra izin verilse bile eserleriyle birlikte hep bir suç unsuru muamelesi görülmüş, ancak 2009’da vatandaşlığı iade edilmiş bir isim. Şimdi Milli Eğitim Bakanlığının tavsiye ettiği 100 temel eser arasına alındı. Merkezimiz açısından bakarsak, ilk kez devletin bir kurumu Nâzım Hikmet adını alıyor, ilk kez Resmi Gazete’de Nâzım Hikmet ismi devletin bir kurumunun ismi olarak yayınlanıyor, bu çok önemli bir şey. Merkez kurulduktan sonra Yönetim Kurulu’nda anlaşmazlıklar çıkıyor, nisan ayında bir görev değişikliği oluyor. Ben Müdürlük görevini o tarihte devraldım. Yaz ayları boyunca bu merkezin ofisini kurduk. Koordinatör arkadaşım Buket Okucu ve gönüllü öğrencilerimizle birlikte ofisi, arşivi, internet sitesini, bibliyografya çalışmasını, ilk araştırma projelerini hayata geçirmeye başladık. Aralık ayında Nâzım Hikmet’in açlık grevi vakasını entellektüel tarihimizin kırılma noktası olarak işaretleyen bir sergi ile açılışımızı yaptık. Küratörlüğünü Zafer Toprak hocamızın yaptığı sergi büyük ilgi uyandırdı. Ardından da etkinliklerimize başladık. Ocak ayında, Nâzım’ın doğumgününde Erkan Irmak Kuvayı Milliye Destanı üzerine bir konferans verdi ve bu 2015’in ilk etkinliği oldu. Tüm etkinliklerimizi www.nazimhikmetmerkezi.boun.edu.tr adresinden öğrenebilirsiniz.

EDEBİYAT DA ÖĞRETİLMESİ GEREKEN BİR SANAT

Bu merkezin müdürü olmanın yanında Boğaziçi Üniversitesi’ nde yıllardır yaratıcı yazarlık kursları da veriyorsunuz. Tartışmalı bir konu bu. Siz nasıl bakıyorsunuz?
Her şeyden önce bu kursların bir sanat eğitimi olduğunu kabul ederek tartışmak lazım. Sanatın eğitimi olur mu? Bu soruyu cevaplayarak gitmek lazım. Çünkü edebiyat bir sanat zaten. Burada diğer sanat dallarına bakabiliriz. Mesela resim sanatının bir akademisi var ya da atölye çalışmaları var, müzik de öyle, ders almanız gerekiyor. Edebiyatın bir sanat olduğunu kabul edip bunun neden öğretildiği sorusu tuhaf. Tuhaf olmasının da bir gerekçesi var tabi çünkü yeni. Diğer sanat dalları öyle değil tabi. Okulları daha eski, eğitimleri de eski. Ama şu an geldiği noktada skalası geniş, bir ucu eğlence sektörüne diğer ucu yüksek sanata dayanan bir yelpaze bu. Şuna dikkat etmeliyiz; eğitimi kimden alıyorsunuz? Benim yaklaşımım bu konuda eleştirel bir yaratıcı yazarlık eğitimi vermek. Burada dikkat edilesi nokta sunulan birtakım kurallara uymak değil, oralardan yola çıkarak mevcut  olanı kırmaya çalışmak. Nâzım Hikmet, Oğuz Atay, Orhan Pamuk kendi devirlerinin edebiyat anlayışını kırdıkları için büyüktürler. Büyük edebiyatta bir devrimcilik var ve yaratıcılık da sınırları aşmakla oluşuyor aslında. Çünkü sınır demek özgürlüğü kısıtlamak demek, sanatın amacı da özgürlüğü sağlamaktır. 

Bu sınırı aşmanın sanatçının siyası algılayışıyla bir bağı var mı peki?
Sanatçının kişisel bir yaşantısı var. Aktivist de olabilir sanatçı, daha pasif bir tutum da sergileyebilir. Asıl olarak sanatsal üretimine ve deneyimine bakmak gerekir. Ben sanatçının çok yüksek siyasi analizler yapacak, insanlara doğru siyasal tercihleri işaret edecek bir kanaat önderi olduğuna inanmıyorum. Asıl önemli olan yapıtıdır. Sanatsal çalışma nereye oturuyor, bakış açımızda neleri değiştiriyor? Buna yoğunlaşırsak her yazılan şeyin politik olduğunu görebiliriz aslında. Edebiyat kişilerin öznel deneyimlerinden yola çıkarak dokunuyor diğer insanlara. Edebiyatçının işi genel olanla değil özel olanladır; nesnel olanla değil öznel olanla uğraşır. Nesnel bilgiyi bilimden edinebiliriz, oysa insanların tek tek yaşadıkları öznel deneyimlerin bilgisine de sanatla ulaşabiliriz. Bu yüzden öznel olanın siyasi uzantıları çok daha farklı ve tartışmalı oluyor. 

Sanatçının cesur olmasının süreçlerinden biri edebiyat, ama her sanatçıya dünyayı anlamış gözüyle bakabilir miyiz?
Cesaret gerekiyor tabi, çünkü insanın kendi üzerine çalışmasıdır edebiyat. Ben ahlaki olarak mükemmel bir noktadayım, hayatı çözdüm, doğru nedir, yanlış nedir biliyorum, şimdi de insanlara bir şeyler verme zamanı geldi, onlara da ey insanlar, size şimdi ben doğruları anlatacağım demek gülünçtür. Bu tavır doğru bir tavır değil, böyle sanatçı da olunmaz edebiyatçı da. Var böyle insanlar, onları da kimse ciddiye almıyor. Biliyorsunuz aslında onların karton bir şey olduğunu, yakınına birazcık gittiğiniz zaman insani bir sürü zaafı var, o sebeple bir çözüm iddiası bana gülünç geliyor.

Sanatçının algılanışına dair şöyle bir şey var; seküler bir dünyada, büyüsü bozulmuş bir dünyada yaşıyoruz. Her ne kadar dinler şu an yükselişte görünse de aslında dinler de bu seküler dünyanın bir parçası. Dünyayı yönetmek, dünyada yaşayabilmek için takip ettiğimiz şey yol, seküler bir yol. Yani o mistik, büyülerle dolu, modernlik öncesi algılayış tamamen bitti, artık öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Bu yüzden de insanlar başka bir şeyi büyülü bulmak istiyorlar: O da sanat. En gizemli, en açıklanamaz, insanın büyülü olarak da tarif etmek istediği alan sanat oluyor. Dolayısıyla sanatın büyülü halini saklamak istiyoruz. Sanatçıyı modern zamanın peygamberi, şamanı, büyücüsü, mistiği olarak görme eğilimi var. Bu da sanatçıya olduğundan farklı roller yüklüyor. Oysa sanatçı kendi üzerinde deney yapan, kendi ruhunu deşen, kendi kafesinin parmaklıklarının en olduğunu anlamaya çalışan bir insan. İdeolojik olanın da büyüsünü bozan yine sanattır. Çünkü o kafes ideolojinin kurguladığı bir sanrıdır. Sanatçıdan korkulmasının en büyük nedeni bu oyun bozma gücüdür. 

Yazmak, sadece kelimelerin kağıda dökülmesi değil. Yazı, bir sürü ‘hayatın’ olduğu bir mekan da aynı zamanda. Sizce nasıl bir mekan?
Malzeme kendinsin, asıl mesele senin zihninin içinde, edebiyatı güzel kılan şey de o. Romanı sonunda acaba ne olacak diye okumuyoruz. Acaba nasıl insan deneyimi bir seyir izliyor diye okuyoruz. İnsana hakikaten içeriye doğru baktıkça bir alan açıyor ve bu alan dışa doğru da genişliyor. Sanatla uğraşırken bir mekan açıyoruz. Bu sayede hayat yaşanılası ve anlamlı hale geliyor. Anlam hep birlikte ürettiğimiz bir şey. İnsanı sadece birey olmaktan çıkaran şey de, bizi birbirimize bağlayan da bu anlam örgüsü. İnsan tek başına anlam üretemez. İnsanı diğerlerinden yalıttığınız zaman aklını kaybeder. Anlamı diğer insanlarla beraber üretiyoruz. Bu topluluk halinde var olmanın olumlu tarafı, tabii bir de olumsuz tarafı var, birbirimizin özgürlüğünü kısıtlıyoruz, birbirimizin kimliğini eritmeye çalışıyoruz. Hiçbir şey tek yanlı değil. Hep bir gerilim, çatışma var. Çatışma bir fırsat sanat için, çatışmadan kaçmak değil, çatışmanın üstüne gidip orayı deşmek gerek. Muktedirlerin sanattan rahatsız olmalarının ve sanatı çeşitli yollarla (sansürle ya da taltifle) etkisiz hale getirmeye çalışmalarının ardında bu yatar. Sanat tekçi düşüncenin altını oyar. Bu yüzden sanatçılar habire iktidarları rahatsız eden işler yaparlar.  Hakiki sanat yapıtları bu çatışmalardan doğuyor. Çünkü sanat o çatlakların üzerine gidiyor, o sorunlu ve çatışmalı bölgelerden çıkıyor, sorunların hallolduğu yerlerden değil. 

‘OSMANLICA MESELESİ ÜTOPİK VE POLİTİK’

Osmanlıca tartışmaları, Osmanlı dönemine dair simgelerin bugüne taşınması gibi bir durum var. Son romanınız Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’de son dönem Osmanlı’sında geçen bir hikaye var. Romanı hazırlarken o dönemi de incelemiş oldunuz, bu konuya dair fikriniz nedir?
Bırakın Osmanlı’yı, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarını bile ilk elden okuyamıyoruz. Kişinin kendi kültürüyle kurduğu organik ve devamlı ilişkiyi düşündüğümüzde bizim kuramadığımızı ve bundan sonra da kuramayacağımızı da düşünüyorum. Bu geri dönüşü olabilecek bir şey değil, bu Osmanlıca’nın geri dönüşüyle olamaz. Vaka bu. Evet kayıpları var, ben gidip 19. yüzyıldan metinleri okuyamıyorum. Latin Alfabesi’ne dönüştürülse de okuyamıyoruz. Sadece harf meselesi değil bu, harfleri tekrar değiştirdik diyelim, Osmanlıca harflere döndük. Sanıyor musunuz ki okuyabileceğiz? İşte Beşir Fuat’ın orijinal metinlerini ben okumaya çalıştım, mümkün değil, sözlüksüz anlaşılmıyor. Sadeleştirilmesi gerekiyor. O artık ayrı bir dil, bambaşka bir kelime haznesi var. Gidip onu tüm toplum olarak öğrenmenin bir imkanı yok, oraya geri dönüş yok. Bırakın Osmanlıca’yı öğrenmeyi, Türkçe gibi dillerin yok oluşa gittiğini düşünüyorum. Çünkü bütün dünyada tek geçerli dil İngilizce olma yolunda ilerliyor. Bugün Türkiye’de ve dünyada, akademik olarak var olmanın yolu İngilizce yayın yapmaktan geçiyor. Dolayısıyla Türkçe literatür tüm alanlar için çok kısıtlı. Ayrıca hali hazırda Türkçe’nin kullanımı da içler acısı. Bu yüzden Osmanlıca tartışmasını çok ütopik buluyorum. Belki politik bir tartışma, başka şeylerin göstergesi, bilemiyorum. Ama gerçek bir tartışma olmadığını düşünüyorum. Kişisel olarak keşke bilseydim Osmanlıca’yı diyorum, ama hangi Osmanlıcayı? 19. yüzyılı okudum diyelim, peki 17. yüzyılı okuyabilecek miyim? Peki Osmanlıca yeterli mi? Latince’yi ve antik Yunanca’yı eklemeden olur mu? Tüm bunların örgün eğitimle verilmesi şu koşullarda imkansız. Ama bu imkanların akademik olarak zenginleştirilmesi, daha çok tarih çalışılması çok iyi olurdu. 

Belki de tarihi doğru bilseydik bugün bir çok şeyi doğru yerden kavrardık, sahip çıkardık...
Bizde tarih çok ideolojik, çok siyasi bir alan, 1984 romanında olduğu gibi, “Geçmişi kontrol eden, geleceği kontrol eder”, Türkiye’de de öyle. Bazı şeylerin duyulmaması, söylenmemesi, konuşulmaması lazım. Bunun üstüne kurulu. Bu şu işe yarıyor, bazı şeyleri görmemenize yarıyor. En azından ’28 öncesini okuyamamak demek otomatik olarak o dönemi hatırlayamayacaksın demek. Oysa ki tarihi öğrenmek için Osmanlıca da yetmez, 19. yüzyılda bu coğrafyayı anlayabilmek için mutlaka Ermenice ve Rumca da biliyor olmak lazım. Çünkü yayınların bir çoğu Rumca ve Ermenice basılıyor. Güneydoğuya gidince, mesela Diyarbakır’ı anlamak için de Kürtçe biliyor olmak lazım, Arapça, Farsça da lazım. Belki başka dilleri de eklemek gerekir. Ama dediğim gibi bunlar siyasetin fonksiyonu durumunda. Soğukkanlı bir şekilde tartışılamıyor. Yine de eskisine oranla çok daha büyük bir cesaretle üzerine gidenler var tarihi meselelerin. Tabu sayılan konular yavaş yavaş tartışılmaya başlanıyor. Umutlu olmak gerek.

 

ÖNCEKİ HABER

Mısır polisi taraftarlara saldırdı: En az 30 ölü

SONRAKİ HABER

Yunan halkının SYRIZA'ya desteği arttı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...