24 Ocak 2015 00:59

Bir ihtimal daha var...

Noluyo lan! Bu sürsün mü yani, bütün bunlar. Romantik geliyor kulağa belki ama romantizm de gerçekliktir; Biz sıkıldık. Biz Türk kökenli olduğumuzu varsaydığımız insanlarız, bu oyunu yaptık ve sıkıldık artık olan bitenden. Yüzeysel anlamda söylemiyorum ama yorulmadık mı hakikaten?

Paylaş

Devrim ACAROĞLU
İstanbul

Sadece yaşları ortak üç genç var sahnede. Biri gerilla, diğeri asker, öbürsü muhabir... Doğu’da geçiyor hikaye tahmin ettiğiniz gibi. Yirmibeş adı da burdan geliyor, tek ortaklıklarından. En azından teorik olarak aynı ülkenin topraklarında doğmuş üç gencin yaşları dışında ortak noktalarının olmaması kulağa biraz iddialı geliyor. Saçlarının rengi, kaşlarının şekli aynı değildir, dinledikleri müzik farklı, dilleri başka, mezhepleri değişiktir de hiç mi ortak noktaları olmaz... Hepsi de aşıksa mesela, hepsi umutlu ya da umutsuzsa...Bunlar da ortaklık... Tiyatro D22’nin kısa da olmayan bir süredir oynadığı Yirmi Beş’i daha izlemeden insan üç genci ortaklaştırmanın peşine düşüyor, olur mu sadece yaşlar ortak olur mu diye. Ben öyle bir derde düştüm en azından. Oyun da aynısını yapıyormuş meğer, hem sorunun hem de kendi oyununun adını değiştirmeye çalışıyor adeta. Oyunun hem yazarı ve hem de oyuncusu Berkay Ateş’in ağzından “elele ölüme giden gençlerin ortaklaşabilme ihtimalleri” hakkında bir oyun Yirmibeş.

Yirmibeş nasıl doğdu?
Yirmibeş, üçümüze bir oyun yazma fikriyle ortaya çıktı. Yönetmenimiz Yiğit Sertdemir “sen iyi oyun yazarsın bence, bir oyun yaz, telif de ödemezsiniz” dedi. Ben de bu söz üzerinde başladım yazmaya. Ama neden bu hikayeyi seçtiğimi bilmiyorum. Böyle bir hikayeye tanık da olmadım çünkü. Ama biraz zaman geöirmiştim Güney Doğu’da.

Neden gitmiştin?
Siyasal bakımdan yakından takip ettiğim bir meseleydi Kürt Meselesi. Aslında bir meseleden çok Türkiye’nin bir durumu bu. Oyunda geçen Nazlı’nın hikayesi için gitmiştim Bingöl’e. Belki bir gün sadece Nazlı’nın hikayesini anlatırız, belki film olur bu.
Nazlı’nın hikayesinden bahsetsek...
Nazlı oyunda Emir’in (gazeteci) bahsettiği hikaye. “Benim çocuğum gibidir Nazlı” diye bahsettiği. Nazlı’nın köyü boşaltılmış, sonra da elektrik kesilmiş. Nazlı da bir mücadele başlatıyor elektrik için. İki yıl kadar uğraşıyor. Sonra Nazlı’ya tokat  atıyorlar, siktir git , seninle mi uğraşıcaz diye. O da eve gidip ailesinin tarlada, kardeşinin uykuda olduğu sırada elektrik kablosuyla asıyor kendini. Bu hikaye gerçek bir hikaye. Biz o hikaye için gittik Bingöl’e, aileyi bulduk, hikayeyi dinledik. Bu oyunla bir selam yollamış olduk Nazlı’ya. Bu hikayeyi mutlaka yapacağız tabii. Konservatuara başlamamıştım Nazlı’nın ailesiyle görüşmeye gittiğimizde, 2008’di. Üniversite yıllarında da gelişti tabii konuya duyarlılığım. İlk yazdığım oyun 25 yaşında dört tane insanın hayatta kalma mücadelesinin ortaya konulması oldu.

25 yaşında olmaları dışında neden başka ortak yanları yok bu gençlerin?
Aslında ben Yirmibeş’in ortaklık hikayesi olduğunu düşünmüyorum. Yirmibeş bir ortaklık olma ihtimaline  dair bir dönem yazılmış bir metin. Şimdi yazmaya kalksam başka bir şey yazabilirdim. Bir ihtimali gösterebilmekti benim niyetim. Bu insanların anlaşabilme umudunu ortaya koymaktı, aynı dili konuşmayan insanların. Bu oyundan elele mutlu çıkmıyor bu çocuklar. Burada elele bir ölüme gidiş var. Bu düzenin yarattığı bütün aygıtların; örgütüyle, devletiyle yarattığı bir elele ölüme gidiş var. Buradan bir mutluluk doğmayacak, Barış Süreci ile de doğmayacak. Yirmibeş’i ilk çıkarttığımız zaman, Ekim 2013’tü, gazetelere röportaj veriyoruz, sordular, “Barış Sürecine nasıl bakıyor bu oyun?”. Barış Sürecine inanmıyoruz, barışın, ellerinde hiç barış kokmayan insanlar tarafından geleceğine inanmıyoruz dedik. Bir buçuk sene geçti bakın neler konuşuyoruz hala. “İnsanlar ölmüyor” deniyor. Kobane’de, Uludere’de, Esenyurt’ta, Cizre’de ölenler ne oluyor. Yiğit Sertdemir o dönemde verdiği bir röportajda -ki manşet olmuştu-, “İnsanız lan!” demişti. Bugün ben “Noluyo lan!” demek istiyorum. Üç tane genç insan var, burada doğmuşlar, neler yaşayabiliyorlar. Oyunu izleyip benzer bir hikayeye tanık olduğunu söyleyen insanlarla karşılaşıyoruz. Noluyo lan! Bu sürsün mü yani, bütün bunlar. Romantik geliyor kulağa belki ama romantizm de gerçekliktir; Biz sıkıldık. Biz Türk kökenli olduğumuzu varsaydığımız insanlarız, bu oyunu yaptık ve sıkıldık artık olan bitenden. Yüzeysel anlamda söylemiyorum ama yorulmadık mı hakikaten?

Yorulduk elbette ama orta yerde duruyor mesele...
Bu ülke hayatlarımızı elimize vermedi. Kendi ellerimizle kurmadık hayatlarımızı. Toprağın altında binlerce hayatını kendi elleriyle kuramamış insan var. Türk ya da Kürdü bilmiyorum ama binlerce insan var yer altında, failli, failsiz. Nasıl yapacağız diye sorduğumuz zaman kendimize buna etraflıca bir cevap vermem gerekmiyor belki ama şunu söyleyebilirim; Siz bu meseleyi Kürt ve Türk emekçisinin özgürlüğü çerçevesinde ortaya koyabiliyorsanız o zaman doğru bir kanalda ilerleyebilir. Bir ortak yaşam ancak böylelikle kurulabilir gibi geliyor bana. Yoksa çok zor...

Bir gerillayı canlardırıyorsun ve şakır şakır Kürtçe konuşuyorsun, o nasıl oldu?
Destar Tiyatro’da Mensur Zîrek adında oyuncu bir arkadaşım var, öğretmen de kendisi. O oyunu Kürtçe’ye  çevirdi. Sonra da bir ay çalıştırdı beni. Zordu, çok da umudu yoktu başlarda ama altından kalktım sanıyorum. Çok uğrastım, çünkü bir Kürt oyuna geldiğinde anlaması gerekiyordu. Bir üst yazı koyabilirdik aslında oyuna. Bir çok Kürtçe Tiyatro üst yazıyla oynuyor. Ama iki halk konuşuyor düşüncesi ile yazdığım için üst yazı kullanmayı tercih etmedik.


ÜLKE ASLINDA KARABASAN GİBİ

Gazeteci yalandan sıkılıyor da mı kaçmak istiyor?
Emir Çubukçu:
Gazeteci öyle bir herif ki para biriktirmek için her şeyi yapıyor. Makyavelist bir tip. Ama kaçmak istiyor, bu planın sahibi o zaten. Dayanamıyor artık, sürdüremiyor, bu şekilde gazetecilik yapmayı. Kendi yaptığına yalan diyebilen kişi olduğu için kaçıyor. Yapmakta olduğu şeyi sorgulayabildiği için kaçmaya karar veriyor. Kendini asan çocuk, Nazlı’nın hikayesi onu çok etkiliyor çünkü o da çocuk sahibi olmak istiyor. Kaçmaktan başka şansı olmayanlardan o da.
Ki düşünen, soran, sorgulayan insan sürekli kaçma ihtiyacı, kaçma ihtimali peşinde bu ülkede. Bu hep böyleydi. Kovma tehdidi diye bir şey var, ya sev ya terk et denmişliği var. Karabasan gibi aslında ülke; gitmek isteyen, gidemeyen, kovulan, kalmayı beceremeyen...


GİDERKEN DE EN BÜYÜK ASKER DEĞİLDİ

En büyük asker olarak giden ama küçülerek dönen asker neye inanıyor şimdi?
Can Kulan:
Bence o giderken de kendini en büyük asker olarak hissetmedi. Öyle gönderildi ama o öyle gitmedi bence. Ailesi ile ilgili bir gerçeği öğrendiğinde çıkmak istedi ama onu kapattılar. Operasyona gitti, eline silah tutturdular. Kendilerine benzetmeye çalıştılar, başardılar da belki biraz. Ben bu askeri nasıl düşündüm; İzmirli, deniz insanı, ailesi orta halli, arkadaşlarına çok değer veren bir tip. Vatan, millet, Sakaryacı değil ama orda buna dönüştürülüyor. Kendi içinde bulunduğu psikolojiden dolayı gitmek istiyor, ama bunu hazırlayan ortam son derece politik. Muhtemelen bu yaşadıklarını hiç anlatmayacak, “gittim, geldim oh be” diyecek. Kendi ile kendi arasında kalacak mesele. Ama üç genç buluştukları noktada, asker, gazeteci ya da gerilla değiller, üç gençler sadece. Dolayısıyla o an önemli, o anda kendilerine çok yakınlar. Belki öncesinde değil, belki sonrasında da olmayacak.

ÖNCEKİ HABER

Gazeteci Uğur Mumcu anılıyor

SONRAKİ HABER

Meclis ‘ak’ladı ama vatandaş ‘ak’lamadı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa