16 Ocak 2015 01:06

NATO değil barış

Barış Kışı eyleminde İlahiyatçı Eugen Drewermann şöyle diyordu: ‘NATO, tüm zamanların en saldırgan ittifakıdır.’ Yani diğer bir deyişle ifade edecek olursak: ‘NATO değil, barış!’

Paylaş

Oskar LAFONTAINE*
Junge Welt

NATO, eski Almanya Federal Cumhuriyeti’ndeki insanların büyük çoğunluğu tarafından, barış ve özgürlüğün teminatı olarak görüldü. SSCB’nin hedeflediği dünya devriminin kışkırttığı antikomünizm, Berlin ablukası ve Berlin Duvarı’nın inşası, NATO’nun alternatiflerinin ne olabileceği konusunda düşünce yürütmeye bile fırsat vermedi.

Ancak ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’un 1965’te Kuzey Vietnam’ı bombalaması ve Güney Vietnam’a kara birlikleri göndermesiyle birlikte, Batı dünyasında, başta üniversiteler olmak üzere bu öncü gücün politikası ve hedefleri konusunda bir tartışma başladı.

Özünde bir ABD askeri yapılanması olan NATO’nun askeri yapısı, bu yapıya üye olan diğer devletler gibi Almanya’nın da Amerika’nın yürüttüğü her savaşa dahil olması sonucuna yol açtı. Bu durum bugüne dek değişmeden devam ediyor. Jimmy Carter’in eski danışmanı Brzezinski, “Tek Dünya Gücü” adlı kitabında bu bağımlılığı şöyle yorumluyor: “Açık ve net bir gerçek var ki; o da, Batı Avrupa’nın ve giderek artan oranda Orta Avrupa’nın büyük ölçüde Amerika’nın bir eyaleti olduğudur. ABD’nin müttefikleri, eskinin vergiye bağlanmış uydu devletlerini hatırlatmaktadır.”

TERÖRLE MÜCADELE DEĞİL TERÖRİST YETİŞTİRME PROGRAMI

Schröder’in, George W. Bush’un Irak’ta sürdürdüğü savaşa katılmadığı konusundaki yaygın görüşü gerçeği tümüyle yansıtmıyor. Bu savaş, Almanya’daki ABD üslerinden de yürütülmüştür. Eğer Saddam Hüseyin’in elinde daha uzun menzilli füzeler bulunsaydı, Ramstein’daki hava üssü gibi ABD askeri üslerine saldırma düzenleme hakkına sahip olurdu.

Barış hareketi ‘80’li yıllarda Batı ve Doğu’da daha fazla nükleer füzelerin konuşlandırılmasına karşı çıktığında, NATO’nun askeri yapısından çıkılması talebi yaygın kabul görmüştü. Almanya’nın Afganistan savaşına katılması ve Ukrayna krizinin temel kaynağı olarak NATO’nun doğuya genişlemesi, bugün gelinen noktada muhafazakar siyasetçilerin saflarında da, Almanya’nın NATO’da kalmasının Almanya Federal Cumhuriyeti’nin güvenliği açısından giderek güçlenen bir tehdit olup olmadığı sorusunun daha sık gündeme getirilmesine yol açıyor. ABD’nin sözde antiterör savaşı, eski CDU Federal Milletvekili Jürgen Todenhöfer’in doğru bir şekilde tahlil ettiği gibi, özünde bir terör yetiştirme programıdır ve Almanya’da terör saldırıları tehlikesini güçlendiriyor.

Eski başbakanlardan Helmut Schmidt daha 2007 yılında şu tespitte bulunmuştu: “ABD, Rusya’ya göre daha büyük oranda dünya barışı için bir tehdit oluşturuyor. (...) Amerika’nın hegemonyası daha uzun bir süre devam edecek olsa da, Avrupa devletleri onurlarını korumak zorundadır. (...) Bu onur, kendi vicdanımıza karşı sahip olduğumuz sorumluluğa birlikte sahip çıkmakta yatar.”

EN SALDIRGAN İTTİFAK

13 Aralık 2014’te, Berlin’de Cumhurbaşkanlığı Dairesi önünde “Barış kışı” mottosuyla düzenlenen yürüyüşte İlahiyatçı Eugen Drewermann şöyle diyordu: “NATO, tüm zamanların en saldırgan ittifakıdır.” Yani diğer bir deyişle ifade edecek olursak: “NATO değil, barış!”

Peki NATO da Varşova Paktı gibi dağılacak olursa ne olur? Sol Parti, askeri ittifaklarının değişmesinin tek başına barışın korunması için yeterli bir koşul olmadığını biliyor. Dış politika, geçmişte olduğu gibi bugün de ham maddeler ve piyasalar uğruna verilen bir savaştır. İnsan hakları, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi gibi yaldızlı laflar da edilse bu gerçek değişmez. Jean Jaurè’nin, “Bulut yağmuru nasıl taşırsa, kapitalizm de öyle savaşa gebedir” sözü, son on yıllarda defalarca doğrulandı. Hammaddeler ve piyasalar uğruna verilen savaş, Irak, Afganistan ve Libya’daki savaşların gösterdiği gibi, askeri yöntemlerle de sürdürüldüğü için Papa Francis şu tespitte bulunuyor: “Üçüncü Dünya Savaşı’nın tam göbeğindeyiz. Ancak bu savaş taksit taksit gelen bir savaştır. Hayatta kalabilmek için savaş sürdürmek zorunda olan ekonomik sistemler vardır. Bunun için de silah ürettiler”

BARIŞIN ÖN KOŞULU DEMOKRASİ

Sol Partiye göre de, kapitalizm ve demokrasi birbiriyle bağdaşmaz. Bunun için, başka bir ekonomi düzeninin, demokratik bir toplumun inşasının olmazsa olmaz koşulu olduğunu bilir. Başka, demokratik bir ekonomik düzen, ABD’nin küresel egemenliğinin görülmemiş boyutlara ulaştığı günümüz dünyasının iktidar yapısını da değiştirecektir.

Ne ilginçtir ki; Sol Partinin bu temel siyaset anlayışı, ABD siyasetindeki şahinler tarafından da doğrulanıyor. Brzezinski, adı geçen kitabında şöyle diyor: “Bugüne dek asla, halk içinde kök salmış bir demokrasi, uluslararası siyaseti domine etmemiştir. Esas itibarıyla ne iktidarı ele geçirme çabası, ne de bu savaşın gerektirdiği ekonomik harcamalar ve insani kurbanlar, demokratik düşünceyle bağdaşır. Demokratik bir toplum, kendisinin emperyalist amaçlar uğruna kullanılmasına pek öyle kolayca izin vermez.”

Bu, Kant’ın ‘Ebedi Barış’ adlı denemesinde ifade ettiği görüşün aynısıdır. O da her devletin cumhuriyetçi bir anayasası olması gerektiğini, bu durumda vatandaşların savaş ilanına kendilerinin karar vereceğini savunuyordu. Ona göre vatandaşlar, “Savaşın kendileri için yol açacağı her türden cefaya kendileri karar vermeli”ydi. Günümüz koşullarına uyarlanacak olursa, yani kararı halk vermiş veya müdahale savaşlarından yana tavır koyan siyasetçi ve gazeteciler savaşın yükünü kendileri taşımak zorunda bırakılmış olsaydı, Afganistan savaşına katılmayacağımız anlamına gelirdi.
Gerçek anlamda demokratik bir toplumun gelişmesi, diğer bir deyişle, büyük servetlerin sonucu olarak iktidarın bir merkezde toplanmasını engelleyen ve zenginlikleri, onları emekleriyle yaratanlara veren bir ekonomik düzenin gelişmesi, yapısal olarak barışçıl bir dünyanın ön koşuludur ve ön koşulu olmaya devam edecektir. (…)

BÜTÜN ASKERİ MÜDAHALELERE HAYIR

Sol Parti, temel ilkeler programında, NATO’nun, Rusya’nın da katıldığı bir kolektif savunma ittifakına dönüştürülmesini talep ediyor. Bu ise, NATO’nun tek taraflı olarak doğu genişlemesinin reddedilmesi anlamına geliyor. Çünkü bu genişleme programı, daha önceki sözleşmelerde verilen sözlerin tutulmaması demektir ve Ukrayna krizinin doğmasına yol açmıştır. Soğuk savaş dönemindeki yapılanmaların aşılmasını hedefleyen ve uzun yıllar boyunca SPD tarafından da desteklenen bu güvenlik konsepti, şu talepleri öngörüyordu:

1. Merkel’in Rusya politikasının yerine, Willy Brandt’ın başarılı dış politikası doğrultusunda, gerginlikleri gidermeyi hedefleyen bir doğu politikası geçirilmelidir.

2. Ukrayna veya Rusya’nın komşusu olan bir başka devletin NATO’ya üye olmasına, Sol Partinin yer aldığı bir federal hükümet onay vermeyecektir.

3. Sol Partinin yer aldığı bir federal hükümet, Rusya’nın batı sınırlarında NATO birliklerinin konuşlandırılmasını reddeder.

Bunun dışında diğer koşullarımız da değişmemiştir. Federal ordu, Almanya sınırları dışında hiçbir askeri müdahalede yer almamalı ve gerginlik bölgelerine silah ihracatına derhal son verilmelidir.
Bu talepler kataloğuna elbette başka taleplerin eklenmesi mümkün. Örneğin Willy Brandt’ın adının verildiği ve doğa felaketleriyle salgın hastalıklar durumunda yardımcı olacak bir askeri birliğin oluşturulması için girişimler başlatılmalıdır. Belirleyici olan, Sol Partinin yer aldığı bir Federal Hükümet, ancak Alman dış politikasına, Afganistan, Ukrayna ve Avrupa’da düşülen hatalar gözetilerek yeni bir yön verildiği koşullarda kabul edilebilir.

*Sol Parti Eski Eş Başkanı,
Saarland Meclis Grubu Başkanı.
(Kısaltarak çeviren Mehmet Çallı)

 

ÖNCEKİ HABER

Güçlü bir halk ittifakı fırsatı kaçırıldı

SONRAKİ HABER

Yeni imar düzeni

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...