04 Ocak 2015 04:48

‘O operasyonda askerdim ben, inanabiliyor musun?’

Yağmurlu bir gündü, tıpkı şimdiki gibi. Aşağıya inelim, dedi. Sana bir şey anlatacağım. Neler neler düşündüm merdivenleri inerken, çok şey düşündüm. En kötüsü, en fenası, en liriği, en romantiği. Birçok şey düşündüm. Hiç beklemediğim bir yerden geldi ama yumruk. Hiç beklemediğim.

Paylaş

Mehmet Said AYDIN*

İçmekten içmeye fark var, o kadarına çok eskiden de vâkıftım. Hakiki uyuşmak arayanı da biliyorum, gecenin bir vakti depremde bütün ailesini kaybeden Cihan Hoca’nın psikiyatrının söylediğini de hatırlıyorum: “Bu hayatta en çok içmeyi mi seviyorsun? İç hocam, sık sık iç.” Bedeninin kendiliğinden uzantısı gibi elindeki şişeyi tutanı da gördüm, saat gibi, bileklik gibi, uzayan tırnak gibi. Neyse ki daha çok muhabbetle içeni gördüm. Hubb, yani sevmek. Mehebbet bezmi, güzellik meclisi. Serkan’ı da tanıdım ama, o unutmak ister gibi içiyordu. Neyi unutmak istediğini tıpkı bugünkü gibi yağmurlu bir gökle dinledim ondan. Sokaktaydık.
Bazı insan vardır, heyecanı hemen sana geçer. İştahla anlatır, tecrübesini önemsemez ya da unutmuş gibi yapar. Her şey yenidir onun için, Tekirdağlı Murat’ın evinde toplandığımız gecelerde okunan şiirlerin hepsini ilk defa duyar. Tekrar okunmasını istediği şiiri bile yeniden duyuyor gibi dinler. Türkü mü söylenecek, söylemez ama dinler. Can kulağı mı deniyordu? Hah işte öyle dinler. Derste yeni bir gazelden mi söz etti hoca, enteresan bir mazmundan mı bahsetti? Serkan ona da çok heyecan duyar. Benden altı yedi yaş büyüktür ama geçmişinden söz etmez. Biz o meclislerde uzun uzun geçmişimizden, ailelerimizden, arkadaşlarımızdan, ilk aşklarımızdan söz ederiz. O dinler. Anlatmaz, tevatüre de hürmet etmez. Onun hakkında tevatürler vardır, babasının ölümü hakkında birilerine bir şeyler anlatmıştır oysa o öyle değilmiştir mesela. Doğrusunu anlatmaya bile tenezzül etmez, tashih etmek işi değildir. Dinleyendir o, iştahla dinleyen ve öğrenen.
Kimileyin bu iştah karşıdakini tedirgin de eder ama. Çünkü her söylediğine çok kıymet biçildiği zamanlarda, elinden “normal” olan alınmıştır. Sen gün gelir geç gelen otobüsten söz etmek istersin, yahut tuttuğun takımın verilmeyen penaltısına dertlenmeye hevesin vardır, kumara düşkün bir akrabana küfretmek istersin dolu dolu. Ama olmaz, senin söylediğine kabaran kulak daha kutlu, daha sofistike, daima kerametli sözler eden bir ağza odaklanmıştır. İçinden o kulak bu ağza göre değil şu an demek istersin, konuşulanlar aniden hafiflesin, üstünden yük kalksın istersin ve tedirgin olursun. İşte o zaman kendiliğinden bir mesafe girer araya, daha az görüşürsünüz, daha az görüşünce sendeki kimi cümleler de birikmiştir hem. Hem de zaten o hafiflik halini başka başka zamanlarda tatmin etmiş olursun. Ama gene de o mesafe girmiştir. Kimileyin uzun da sürer o ara.
Çok kalabalık hareket ettiğimiz günlerdi onlar. Otobüse ilk duraktan biner, neredeyse yarısını dolduruverirdik. Dürülütdürülüt çalan akbil sesleri hep bizimkilerin olurdu. Arkaya doğru yürürdük, ikili dörtlü koltuklar çekirgeymişiz gibi istilamıza uğrardı. Hararetli konuşur, gürültülü güler, temkinli susardık. Temkinli, çünkü her an biri ötekileri güldürecek bir şey söyleyecektir. Sonrası zaten bildik kahkaha. Birimizin çantasında konyak bulunur muydu hep sanki? Sanki öyleydi, ailesiyle yaşayanlardan birinin çantasında şu ağzı sıkı sıkı kapanan plastik şişelerden bulunurdu ve illa ki aramızdan biri köşedeki tekelden bir koşu konyak kapardı. Sonra derken, karanfil elden ele gibi, plastik elden ele. Zamanımız eh biraz da plastikti. Geç doğmuş çocuklardık. Gözümüz büyük devrimleri çekiyordu.
O kalabalık, aynı gürültü, hararet ve temkinlilikle barlara giderdik. Çat diye yarısı dolardı o barın. Sanki bar bizi beklerdi, hemencecik masanın üzeri dolardı. Serkan çok içerdi, hep çok içerdi. Bir gün sordum, niye dedim. Niye bu kadar çok ve hırsla, öç alır gibi. Demedi bir şey, sanırım bir şey demeyeceğini de biliyordum. O karar verecekti, zamanını kendi belirleyecekti. Sabırla bekledim ama beklemeyi hesap ederek değil, kendiliğinden. Sabrı şimdi yakıştırıyorum esasen. “Sarısabır” ne güzel bir isim ve de, -geçerken diyeyim.
Yağmurlu bir gündü, tıpkı şimdiki gibi. Aşağıya inelim, dedi. Sana bir şey anlatacağım. Neler neler düşündüm merdivenleri inerken, çok şey düşündüm. En kötüsü, en fenası, en liriği, en romantiği. Birçok şey düşündüm. Hiç beklemediğim bir yerden geldi ama yumruk. Hiç beklemediğim.
“Hafız,” dedi (“hafız” derdi) “2000 yılında olanları anlatmama lüzum yok, değil mi?” Önce anlamadım, sonra iki cezaevinin adını söyleyince, evet anlatmaya lüzum yoktu, biliyordum. Sustu, yutkundu “O operasyonda askerdim ben, inanabiliyor musun?” dedi. Sonra tashih etti kendini. Bu defa etti, “O katliamda, evet.” Ve sonsuz gözyaşları.
Serkan şimdi yok, çat diye gitmiş, tesadüfen öğrendim. “Bunu anlatmayı uzundur bekliyorum,” demişti. Ben de bunu anlatmayı uzundur bekliyordum.

*Şair/Yazar

@bahcelikusur

mehmetsaida@gmail.com

ÖNCEKİ HABER

Kentten bir şehir çıkartabilir miyiz?

SONRAKİ HABER

İstinat duvarı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa