04 Ocak 2015 04:43

Kentten bir şehir çıkartabilir miyiz?

Artık kentler kendi ölçeğinin ötesinde bölge ölçeğinde anlaşılabilir hale gelmiştir. 2014, kentlerin kaderinin birbirine bağlanması açısından tarihi bir dolu yasal, toplumsal ve politik dönüşümlerle anılacaktır.

Paylaş

Fevzi ÖZLÜER

Hasbelkader yerel seçimlerde,  ismiyle müsemma büyükşehirlerde,  doğa ve kültür varlıklarının korunması için mücadele eden yerel yöneticilerin görev başına geldiğini düşünelim.  En küçüğü 5 milyon nüfusa ulaşmış, saçaklanmış, yayılmış ve yoğunlaşmış bu şehirlerde “doğayı korumaya öncelik veren” bir kentsel politika oluşturma iddiasının olabilirliğini konuşalım. Böyle bir yönetim mevcut şehircilik düzeni içinde, yeni imar alanları yaratılmasını engellemek, yeşil alanların göreli olarak sayısını arttırmak ve kentsel hizmetlerin daha nitelikli verilmesini sağlamak hedeflerini ilk elden önüne koyacağı düşünülebilir. Kültür ve doğa varlıklarını koruyacak yerel siyasalar geliştirebileceğini de bu çerçevede düşünebiliriz. Ancak bu beklentiler, kentlerin oturduğu “metropol” kurgusu içinde  son derece parçacı iyileştirmelerin ötesine geçemeyecektir.  Kentlerin yarattığı sosyal adaletsizliği, eşitsizliği çözecek bir şehircilik pratiğinin tez elden geliştirecek sihirli bir “belediyecilik” pratiği beklemek oldukça güçtür.  
Bugün Türkiye’nin tüm belediyeleri, hangi parti yönetiminde olursa olsun, mevcut neoliberal kentleşme pratiklerinin dışına çıkamazlar. Kentlerin kaderinin bir birine bu kadar bağlanmasının sonucudur ki tüm yerel yönetimlerin üzerinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı neredeyse tek otorite haline gelmiştir.  Belki de tam da bu yeni kentsel düzen nedeniyledir ki,  yerel yönetimlerle merkezi yönetimler arasındaki yönetsel mesafe daralmıştır.  Kamu yönetimindeki bu sıkışmayı sadece para, rant ve sermaye birikim ilişkilerinin yoğunluğuna bakarak çözümlemek mümkün değildir.  Kentsel sorunlar merkezileşmiştir ve merkezi düzeyde çözüm üretilmesi gereken bir boyuta taşınmıştır. Ankara’nın sorunu İstanbul’u; İstanbul’un sorunu Diyarbakır’ı, Diyarbakır’ın sorunu İzmir’i bağlamaktadır. Tam da bu nedenledir ki artık kentler kendi ölçeğinin ötesinde bölge ölçeğinde anlaşılabilir hale gelmiştir.  2014 yılı kentlerin kaderinin bir birine bağlanması açısından tarihi bir dolu yasal, toplumsal ve politik dönüşümlerle anılacaktır.

METROPOL KENTLEŞMESİ ÇÖZÜLÜRKEN

Yakın tarihten gidecek olursak, Ekim 2014’te Balıkesir ve Çanakkale yüz bin ölçekli planı yayınlandığında, İstanbul’un geleceğinin yeniden çizildiğini görmek mümkün oldu. Bu plana göre, İstanbul’un alt bölgesi olan Kocaeli, Yalova ve Gebze’de yoğunlaşmış ağır sanayi Çanakkele ve Balıkesir bölgesine kaydırılıyordu. Plandan birkaç zaman sonra Kocaeli bölgesinin de orta gelecekte bir  “inovasyon” sanayine kaydırılacağını Başbakan muştuluyordu.  İstanbul’un merkezinde parsel parsel, ada ada yaşanan kentsel dönüşüm projeleriyle “Orient turizminin” merkezi olarak merkeze alınıyor, önce yakın çevresi temizleniyor, sonra da ağır sanayi ikinci boğazın olduğu bölgeye kaydırılıyordu. Galata-port ve Haydarpaşa-port işte bu fikrin en somut köşe taşlarını ortaya koyuyordu. Yıllar önce İstanbul’a vize ile girilmeli tartışmaları tam da bağlamına oturuyordu.  Üçüncü havaalanı projesinin zemininin bataklık olduğu biliniyor muydu bilinmiyor muydu bilinmez lakin bu bölgenin kendisi yeni İstanbul olarak çoktan planlanmıştı. İstanbul merkezinde riskli alan, kentsel dönüşüm uygulamalarıyla “imar hakları” devralınacak olanlara da havaalanı yolunda imar hakları bir senet üzerinde devredilecekti.  Kasım 2014 tarihinde gündeme gelen yeni imar Kanunu tam da bu düzenlemenin altlıklarını oluşturuyordu. İstanbul, sur içine çekiliyor ve sınıf ilişkilerinde köklü bir dönüşüme yol açacak, önümüzdeki otuz yılı belirleyecek bir bölgesel plan gündeme geliyordu. İstanbul, Çanakkale, Balıkesir, Bursa, Kocaeli, Edirne, Tekiradağ ve Kırklareli’nin kaderi kentleşme politikası açısından  tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar birbirine bağlanıyordu.

GETTODAN ZENGİNLEŞMEK

Sermaye birikimi ve kapitalizmin yoğunlaşması ve yaygınlaşması açsından son otuz yılda merkezin çevreye kaydırılması gibi Türkiye kentlerinde de artık çevre “merkez”dir diyebiliriz.  Birikimin yoğunlaştığı tarım, inşaat ve enerji sektörlerinde çevrenin sömürülmesi süreci artık kurumsal, iktisadi ve yönetsel araçlara kavuşturulmuştur. Bu araçların biçimi değişse de temelinde yeniden mülksüzleştirme pratiği olarak sermaye birikimi sağlanmaktadır. Bu nedenle de önümüzdeki dönemde daha keskin, daha vahşi ve daha acımasız sömürü biçimleri hayat bulmak zorundadır. Ancak bu birikimin önündeki en büyük engel uluslararası sistem içinde entegrasyondur. Bunun çözümü olarak da yatımların önündeki her türlü engelin kaldırılması, iş gücü piyasasında “meta” çeşitliliğinin sağlanması görülmektedir. Kadın bedenin ev içi emek olarak formüle edilmesi ve yeniden üretilmesi, göçmenlerin iş gücü piyasasına ücretleri aşağıya çekecek bir rekabet unsuru olarak sunulması, genç nüfusun sayısını arttırmak için üreme politikasının merkezi hükümetin gündeminden hiç düşmemesi bu sürecin doğal sonucudur.  Ancak sanılmasın ki yoksulluğun sürdürülebilir kılınmasına yönelik bir beka strateji bu sistemin temel dinamiği olarak işlemektedir. Buradan bakıldığında Yeni Türkiye kentleşmesi “batılı” anlamıyla net olarak anlaşılamaz. Hele ki himmet ve karşılıklı yardımlaşma ağlarına vurgu yapan bir sosyal demokrat dil de bu kentlerin yeni merkezlerinde ortaya çıkan siyasallaşma biçimlerini anlayamaz.
Kentsel hizmetlere ulaşma bakımından dezavantajlı konumda olan bu toplumsal sınıfların günümüz kentlerinde daha iyi yaşama olanaklarına kavuşmasını sağlayan araç, sermaye yoğunlaşmasını elinde tutan cemaat ağlarının sağladığı “iç emek sömürüsüne” dayalı dikey yükselme pratikleridir. Küçük bir inşaat firmasıyken bugün Türkiye’nin sayılı zenginleri arasında yer alan grupların sadece devletten aldıkları ihale ve kredilerle bugünlere geldiklerini söylemek pek inandırıcı değildir. Bir cami yardımlaşma derneğinde sorumluluk almaktan başlayarak yatay toplumsal ilişki ağlarında, hane düzeyinden, mahalle düzeyine güçlü ilişkiler kurabilmiş olmanın getirdiği sosyal ve örgütsel avantajlar olmasaydı, dikey olarak yükselmenin avantajlarını kalıcı hale getirmek pek de mümkün olmayacaktı. Bu nedenle bugün klasik anlamda yoksulluk yuvakları gözüyle bakılan pek çok kentsel çeper aynı zamanda “yeni zenginler” kümesinin sosyal ve örgütsel ilişkilerini kurduğu bir cemaatleşmeyle maluldür. Kapitalist kentin getirdiği çözülmenin karşısında tam da bu “bir gün iyi yaşama şansına” ulaşılabilir olma olanakları hem çevredeki sınıfsal yarılmayı homojinize ediyor hem de bugün yeni Türkiye’nin ideolojik mayasını örgütlüyor.  Yeni imar alanları açılması, zenginliğin pay edilmesinin bu nedenle en önemli araçlarından birisi haline gelmiş durumda. Bir arsa edinmek, iki inşaata girmek, inşaatın altında bir market açmakla başlayan ilişki ağları bugün enerji, tarım ve yapı sektöründe benzer bir ilişki biçimini sürdürüyor. O halde verili doğayı bir kaynak haline getirerek büyümeyi esas alan bu toplumsal ilişkiler ağı içinde “doğa koruma” geniş kitleler için ne ifade ediyor olabilir? Pek tabi ki çok fazla şey ifade ettiğini söylemek mümkün değildir. Neticede temiz hava, su, toprak hepimizin özlemi olabilir lakin “paran varsa” bunlara nasıl olsa ulaşırsın anlayışı hakim anlayış olarak hükmünü sürüyor.

SINIF ÖTESİ BERİSİ

Belki de 2014 en çok bunu göstermesi açısından anlamlıdır.  Kıymet teyze Edirne’de bir vincin önüne oturup parkını koruduğunda, Kazım Delal deresini savunduğunda bu adamların ve kadınların derdi ne? Sorusuna yanıt bulmak geniş kitleler için zorlaşıyor. Çıkartılan binlerce yasanın içinde “acaba bizim eski harap dağlar bağ oldu mu?” sorusu bu nedenle daha çok dolaşıma giriyor. Yoksa meraların imara açılması, yayların yollara boğulması, zeytinliklerin termik santral bacalarıyla tanışmasının yankısı bu kadar cılız olmazdı. Bu tekil örnekler dışında doğayı ve kültürel varlıkları korumaya yönelik pratiklerden kazanım elde etmiş olanların hikayesi ise benzer bir kavşakta kesişiyor. Verili toplumsal ve iktisadi hayatın dayattığı “hayal”in karşına kendi hayallerini koyabilme gücünden. Ancak bu örnekler öyle pek de fazla sayılmaz. Artvin’i maden kasabası haline getirmek isteyen hayal, Artvin’i yeşil Artvin olarak yaşamak isteyen bir hayal ile karşısına alıyor. Ama yine de bu tekil örneklerden bir şehir tasarımı çıkartabileceğimizi söylemek abartılı bir yorum olacaktır. Kentlerin sorunları giderek karmaşıklaşıp birbirine bağlanırken, nasıl yaşanılması gerektiğine dair yanıt üretmeyen bir toplumsallaşma biçimi kendini nasıl örgütlerse örgütlesin başarılı olamayacaktır. Türkiye doğa varlıkları açısından daha sömürünün çok başlarında sayılabilir. Bu nedenle daha kötüsü olabilir mi sorusunun yanıtı evet çok daha kötüsü olabilir, olacaktır. Kentlere yönelik bütünlüklü politikalar geliştirme noktasından uzaktayız ve mevcudu korumaya yönelik pratiklerin ise yapması gereken çok şey vardır. Doğanın fakirleşmesi pahasına zenginleşilemeyeceğini görmek için de henüz geç kalmış sayılmayız.

ÖNCEKİ HABER

‘Metin’e bir mektup yazmak isterdim...’

SONRAKİ HABER

‘O operasyonda askerdim ben, inanabiliyor musun?’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...