24 Haziran 2016 00:48

Ayarlarınızla oynamayınız, iyi olan biziz

Ayarlarınızla oynamayınız, iyi olan biziz

Fotoğraf: Envato

Paylaş

İyi, güzel güzel yürekli, dürüst, sorumluluk sahibi ve ahlaklı insanları korkutma, marja itme, kriminalleştirme, işsiz bırakma, yaşam alanlarını daraltma ve gerekirse özgürlüklerinden mahrum edip haksız yere cezaevine atma dalgası çığ gibi büyüyor.
Gün geçmiyor ki bir insan hakları savunucusu gözaltına alınmasın, bir gazeteci cezaevine konmasın, bir akademisyen işinden edilmesin. Bu insanlar öyle gerçekten suç işlediklerinden, cana kastettiklerinden, kanun tanımazlıktan filan değil, tam tersine, hakkı, hukuku, yasayı, adaleti savundukları için gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, işlerinden ediliyor veya cezaevine atılıyorlar. Asıl suçları muhalif olmak. İktidarın yanlış işlerine dikkat çekmek. Ezen yerine, ezilenin yanında yer almak. Her koşul altında etik, adil ve sorumlu davranmak gerektiğini savunmak.

Bu güzel insanlar insani olanı, ahlaklı olanı, adil olanı savundukça aramızdan çekilip birer birer marja itiliyor veya cezaevlerine kapatılıyorlar. Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin bu haftanın “şanslıları”. Kürt medyasıyla dayanıştıkları için, muhalif medyada bir günlük sembolik yayın yönetmenliği yaptıkları için 5 ile 14 yıl arası hapis cezasıyla yargılanıyorlar. Ve muktedir öyle buyurduğu için, talimatla, önce sorgulanıp tutuklu yargılanmak için cezaevine yollanıyorlar.
Şebnem Hoca, daha önce değerli akademisyen arkadaşım Esra Mungan’ı da koydukları barbarlık koğuşunda ikamet ediyor 4 gündür. Namı diğer tecrit. İyi bir insanı belli bir süre tecritte tutarlarsa, o da kendilerine benzer sanıyorlar. Ama biliyoruz ki, ne kadar çok iyi insan tecride atılırsa dünya daha güzel bir yer olmuyor, sadece içerisi dışarıdan daha aydınlık oluyor. Kimse sarayda yaşadığı için iyi insan olamayacağı gibi, tecride atılınca da kötüye dönüşmüyor. Şebnem hoca ömrünü insan hayatlarına adamış bir hak aktivisti. Barbarların tecridiyle nasıl başa çıkacağını ve o güzel ruhunu orada nasıl koruyacağını bilir.

Erol Önderoğlu, tanıdığım en ahlaklı, en dürüst ve en çalışkan insanlardan biri. Türkiye’de ve dünyada gazetecilik alanındaki hak ihlallerini izleyen, raporlayan ve tüm dünyayla paylaşan sınırlar ötesi bir kişilik. Yıllardır merkezi Fransa’da olan Sınır Tanımayan Gazetecilik Örgütünün (RSF) Türkiye temsilcisi. Onun elleri kelepçeli fotoğrafını gördüğümde tamam dedim; bu ülkede artık gazeteciliğin ruhuna fâtiha okuma vakti geldi. Nitekim büyük medya Önderoğlu’nun tutuklanmasını manşetine taşıyamadı bile. Ki, o büyük medya zaten aylardır/yıllardır Kürt basınının korkmadan dile getirdiği bölge gerçeklerini de yazmaktan acizdi. Hem siyasi ve iktisadi korkudan, hem de zaten ırkçı olduklarından, gerçeği yazmak istemediklerinden. Oysa Erol ve diğerleri, yani yayın yönetmeni hapse atılmış olan Kürt yanlısı Özgür Gündem gazetesiyle dayanışma nöbetine giden tüm arkadaşlarımız,muhalif basına uygulanan baskıları ve halkın alternatif haber alma özgürlüğünü savunuyorlar. Muhalif televizyon kanalları kapatılmasın, alternatif basın susturulmasın… Ki biz gerçeğin farklı boyutlarını görme şansına sahip olalım. Gerçek demokrasi budur. Ve dünyada sadece iktidarların değil, muhaliflerin de bir kamuyla özgürce paylaşacak bir gerçekliği olduğu düşüncesiyle gazetecilik dayanışma nöbetine oturuyorlar. Yine hak, hukuk, adalet adına bir insani görev icra ediyorlar. Bu tüm gerçek demokrasilerde olmazsa olmaz bir şeydir. Bu eylem bir suç olmadığı gibi, her sorumlu aydının normalde yapması gerektiği varsayılan bir şeydir.

Özgür Gündem gazetesinde nöbetçi yayın yönetmenliği yapan herkes hakkında soruşturma açıldı, ifadeler alındı. Ama içlerinden sadece Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin tutuklandı. Kanımca bu tutuklamalar bardağı taşıran son damladır. Ama korkarım muktedir bu tutuklamaları da engel tanımaz, sınırsız gücünün bir alan denemesi olarak görmekte. “Ben yaparım, gerisini millet düşünsün. Çoğunluktan ses çıkmıyorsa, bir dahaki sefere daha fenasını yaparız” diye düşünmekte. Ülkedeki ölü toprağı haline bakılırsa çok da haksız sayılmaz. Bugüne kadar sergilenen gaddarlık, güneydoğuda yaşanan katliamlar, devletin göz göre göre işlediği insanlık suçları belgelendikçe halktan ne tepki geldi ki? Halk tepkisiz, susup oturdukça, muktedir, işkenceyi, insan hakları ihlallerini ve basına uygulanan baskıları ortaya çıkartan dürüst insanları alıp, şarlatan mahkemelerde yargılayıp tecride atıyor.

Nitekim Adli Tabip Prof. Şebnem Korur Fincancı, İnsan Hakları Vakfı başkanı olarak gittiği Cizre’de son dönemde bombalarla yok edilen bölgeyi incelemiş ve bodrum katlarında katledilen siviller için “Gördüğümüz manzara Bosna’da gördüklerimden bile daha korkunç” demişti. “Artık bu vahşeti görmemiz gerekiyor, sosyal medyanın bu derece yaygınlaştığı bir dönemde artık bunları görmedik diyemeyiz” diye de eklemişti. Burada, aynı benim yazdığım Evrensel gazetesinin sütunlarında demişti bunu hem de. Şimdi birileri çıkıp bu güzel ruhlu insanların ahlaksız, kötü ve çirkin olduklarına inandırmak istiyor bizi. Bu büyük bir iftira ve yalan. Bu iftira ve yalanlara inanmayı gündelik çıkarları nedeniyle uygun gören zavallılar ise maalesef çoğunlukta gibi. Ama siz yine de ayarlarınızla oynamayın; asıl kötü ve çirkin olanın kim olduğunu içten içe herkes biliyor. Bilmelerine rağmen, muktedirin yalanlarına prim vererek akademisyeni, adli tıp hekimini, gazeteciyi, aktivisti cezalandıranlara ses etmiyorlar. Bu acınacak tutumla günü kurtarırlar belki, ama uzun vadede toplumdaki tüm değerlerin yok olmasına neden olurlar.

İyi, dürüst, çalışkan, vatansever ve ahlaklı insanlar doğruları söyledikçe barbarlar onları içeri atıyor. “Tutuklanmaya engel teşkil eden bir halleri yoktur” diyen iddianamelerle özgürlüklerini kısıtlıyorlar. Halbuki hukukta esas olan tutuksuz olarak yargılanmaktır. Ama asıl mesele zaten adil yargı değil ki… Asıl mesele korku politikası üretmek, güç gösterisi yapmak, “İstediğimizi istediğimiz gibi içeri atarız”ı millete kabul ettirmek. Çoğunluk da maşallah öküz trene bakar gibi bakıyor. Artık bunu söylemekten çekinmiyorum. Akademisyen arkadaşı haksız yere işten atılırken susan, gazeteci meslektaşı kendi yapmadığı önemli haberi yaparken vurulan veya tutuklanıp hapse atılan ama kendisi bunda haber değeri bile görmeyen insanlar var bu ülkede. Erol Önderoğlu, Şebnem Korur Fincancı, Ahmet Nesin ve Özgür Gündem’le dayanışma nöbetine katılan tüm diğer insanlar işte bu nedenle çok değerli. Her savaşın farklı gerçekleri olduğu gibi, bu farklı savaş gerçeklerinin ideolojik farklılıkları olan medyada yazılması ve konuşulması gerektiğini savunuyorlar. Tam da bu nedenle devletin baskı aygıtları onlara saldırıyor. Ve ben bu ülkede demokratik basını savunan bu bir avuç onurlu insana yapılan fenalıklara sessiz kalıp rıza gösteren çoğunluk adına artık gerçekten utanıyorum.

Gerçekleri söyleyen ve bu nedenle kötülerin göstermelik mahkemelerinde yargılanıp, suç olmayan şeylerden cezalandırılan onurlu insanları savunan genç bir avukat var bu ülkede. Ramazan Demir. O da 80 gündür cezaevinde. Bu genç avukat da Kürtleri ve gerçekleri savunanları savunduğu için tutuklu yargılanıyor. İki gün önce çıkarıldığı mahkemede savunmasını yaptı Ramazan Demir. Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, Şırnak’ta bombaların altında mahsur kalan, evden çok mezarlığa dönüşmüş bodrumlarda ambulans bekleyen insanların yaşam hakkını savunduğu için cezalandırılıyor o da. Yine iyilikten cezalı. Yine adalet istemekten suçlu. Suçu, Kürtleri savunmak. Şöyle demiş Demir iki gün önce mahkemede okuduğu savunmasında: “Yargıya güvensizliğin yüzde 70’lere vardığı bir ortamda hak savunucuları olarak, hukuka sığınmamayı geçtim, akla hayale sığmayan mağduriyetleri, bu değerlere sahip olmayan yandaş polis, hakim ve savcılar gibi rahatça kabullenemiyoruz. Hukuk adına adaletin tesisi daha iyi nasıl olabilirin mücadelesinde insan hak ve hukukunu daha ileriye nasıl taşıyabileceğimizin kavgasını verirken ve bunu aynı zamanda sorgularken, çürümüş, her yeri dökülen bu adalet sistemine razı olamıyoruz. Olmamalıyız da zaten.”

Gerçeğin muktedir tarafından gösterilen boyutu dışında kalanını aktaran Kürt gazetecilere, köyleri bombalanıp, evleri talan edilen ve mülkleri kamulaştırılıp yurtlarından edilen sivillere, savaşın da bir ahlakı olması gerektiğini hatırlatan sorumluluk sahibi akademisyenlere, basın ve ifade özgürlüğünü savunanlara, Alevilere, solculara, eşcinsellere, kısacası barbar muktedirin ve yandaşları dışında kalan her kesime düşman hukuku uygulayan adalet mekanizması çürümüştür, güdümlüdür ve bir gün kendi kendisini imha etmeye mahkumdur. Ama bütün bu hukuksuzluklar göz önünde yapılırken susup oturan çoğunluk açısından durum daha da vahimdir. Çünkü onlar ileride bu ülkede adil hak ve hukuk sistemi yeniden kurulduğunda sadece ve sadece kendi kanayan vicdanlarıyla baş başa kalacaklardır.
Gazeteci arkadaşım Ferda Çetin geçenlerde Sabahattin Ali’nin 1934’te Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektuptan şu alıntıyı paylaştı. İçinden geçtiğimiz bu kara günlerde Türkiye’deki çoğunluğun durumunu çok iyi tarif ediyor. Yazımı bu alıntıyla bitirmek istiyorum:
“Hepsi memnun, hepsinin suratında geviş getiren tok bir öküzün ifadesi var. Ve aç olanların suratında da aç bir öküzün sersem ifadesi…

Burada açların bile gözleri parlamıyor.
Burada herkeste piramitleri yapmaya giden esirlere benzeyen bir hal var.
Herkes kamçı altında gibi…
Sokakta yürürken gelen geçenin yakasına yapışıp: Niçin kımıldamıyorsun? Niçin ölü gibi gidiyorsun? Allah aşkına biraz canlanın, biraz insana benzeyin, biraz kendi şahsiyetlerinize dönün, demek istiyorum.”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...