21 Ağustos 2015 00:40

Tiran'ın savaş politikası ve Ortadoğu sarmalındaki Türkiye (2)

Tiran'ın savaş politikası ve Ortadoğu sarmalındaki Türkiye (2)

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Dünkü yazıda iktidarın savaşçı politikalarının Ortadoğu’da ve Ortadoğu-Kuzey Afrika üzerine hasapları olan tüm güçlerin politikalarıyla “bağı”nı analiz etmiştik.
Bugün  ise, iktidarın ısrarla uyguladığı ve fakat halkın büyük çoğunluğunun reddettiği bu saldırgan politikanın yıkıcılığı ve bölücülüğüne dikkat çekeceğiz.

ERDOĞAN’IN DAYATTIĞI SAVAŞÇI POLİTİKA
Kendi bulunduğu yanı “milletin yanı” olarak tarif eden Erdoğan, “Gün tarafsız olma günü değildir. Şunu açık söylüyorum; bitaraf olan bertaraf olur” açıklamasıyla ülke nüfusunun büyükçe bir bölümüne savaş açtığını, yeniden ilan etti. O’na göre, “Türkiye” şimdi, “ tıpkı 2002’de olduğu gibi yeni bir direnişin, yeni bir çıkışın, yeni bir uyanışın eşiğindedir. Buna katkı veren herkes tarihle millet önünde şerefli yerini alacaktır.”
Başlıca özelliği baskı ve saldırıların yoğunlaşması, yoksulluk, yoksunluk, acı, kan ve gözyaşını artırmak olan iktidarın savaşçı politikasına direnmek ise ona göre, “bertaraf olma”yı , yok edilmeyi haketmiştir. Erdoğan kendi açıklamalarıyla savaşı daha ileriden ilan ettiğini duyurmakta; safların belirginleşmesini istemektedir. 2002, onun, Türkiye’ye “el koymak” üzere yönetimi ele aldığı tarihtir; ve yanı-yönü belli ve açıktır: “40 yıl bunun mücadelesi” verilmiştir; ve “gitmek üzere” gelinmemiştir! Böylelerini ancak halkın yigitçe bir mücadelesi alaşağı edebilir. Bu tarihin kaydıdır. Bundandır ki, Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarı ve uygulamalarını “sıradan bir burjuva parti fraksiyonun maceraları” olarak görenler, ancak insan soyunun sınıf farklılıkları ve çıkarları tarafından belirlenen sınıf mücadelesi uzun döneminin tarihinden ders çıkarmayanlar olabilirler.
Erdoğan, cumhurbaşkanı seçiliş tarihini “yeni bir zafer günü” olarak ilan etti. Ona göre, “Türkiye 10 Ağustos 2014 tarihinde, milletin doğrudan cumhurbaşkanını seçmesiyle yeni bir döneme girmiş”; ve artık “. … İster kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun hukuki çerçevenin anayasal olarak kesinleştirilmesidir.”
Bir cunta lideri mantığıyla fiilen dayatılmış gayrı-meşru zorbalığın yasal kılıfa büründürülmesini istemekte; burjuva anayasası, yasaları ve parlamentosunun “buz dolabına kaldırıldığını” bir kez daha ilan etmektedir. Buna ragmen burjuva “parlamenter demokratik sistem” üzerine çığırtanlıklarına çokça tanık olduğumuz sözde liberal demokrat ve cumhuriyetçi politikacı, yazar ve yorumcular ile burjuva hukuku üzerine çıkardıkları gürültüyle ünlü “hukuk-adalet camiası” sus-pus,korku cinnetini sürdürüyorlar.
Erdoğan, “Tek bir terörist kalmayana kadar operasyonlar devam edecek”diyor; ve NATO’ya; Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere uluslararası gericiliğe hizmetlerinden dolayı “Üstün hizmet madalyası” takılı generaller ile Erdoğan milisleri ve özel kuvvetleri tarafından yönetilen saldırılar can almaya devam ediyor. İktidarın baş tiranı buna rağmen “savaşı sürdüreceğiz” diye ısrarını sürdürüyor. Muhtarları ihbarcılıkla “görevli” kılmaya çalışıp ihbarcılığı teşvik ediyor, esnafı sokak terörüne çağırıyor, ve “milyonlar hazır bekliyor” diye halkın bir bölümünü öteki bölümüne karşı savaşa ve katliama davet etmekten kaçınmayacak denli belirgin bir tutum ile, “Bitaraf olan bertaraf olur, herkes tutumunu buna göre belirlesin!” tehdidi savuruyor.  
Bu tutum ve politika, herkesin, iktidarın bu kesin ayrımcı ve karşıya aldıklarını sindirip ezme konusunda oldukça net olan politikasını göz önüne alarak ve işçilerin ileri kesimlerinin işaret ettiği büyük tehdit ve tehlikeleri de unutmaksızın kendi tutumunu belirlemesini zorunlu kılıyor. Savaş politikası ve savaşın yıkım, acı, kitlesel kırım, yoksulluk, işsizlik, açlık, pahalılık, ve komşu halkların birbirlerini kırımına dek genişleme potansiyeline sahip bir büyük bela olduğu bilinerek, ve burjuva zorbalığı kılıcına boyun uzatmaksızın! Peki bu nasıl olacaktır, ya da olanaklı mıdır? Koşulların zorluğu, halkın bölünmüşlüğü; bilinç ve örgüt düzeyinin geriliğine rağmen yanıtın mümkünlük üzerinden oluşturulmasının dayanakları vardır ve yanıt olumlu olmak durumundadır.

“Barış için mücadele bloku” kitlesel mücadelenin bir aracı ve kaldıracı olabilecek potansiyele ve bunun sosyal dayanaklarına, onun rezervine sahiptir. Ne var ki, bu işlevini yerine getirebilmesi için hem somut girişkenlik ve gerçekçi çaba hem de doğru eylem biçimleri gerekmektedir.

SAVAŞÇI POLİTİKAYA HALK BARİKATI ÖRME İHTİYACI
“Ülkenin siyasal sosyal manzarası”nın sadece Erdoğan ve AKP’sinin gaddar politikaları ve dayatmalarıyla izahının akıl ve gerçek dışılığı açık olmalıdır. Türkiye’nin son yüz yılındaki toplumsal değişim ve sınıfsal ayrışmaları ve ülkenin birbirleriyle girif temel önemdeki çelişkilerinin seyri, siyasal özgürlük ve demokrasi mücadelesinin uzun erimli boğulmasına olanak tanımayacak denli gelişkin ve keskin hatlar içermektedir. Kürt direnişi milyonların davasına dönüşmüştür ve ileri işçiler ile ilerici-demokrat aydınlar, mücadeleci gençlik kesimleri ve geniş kadın kitleleri, “savaş istemiyoruz” açıklamalarıyla iktidarın katiamcı politikasını reddediyorlar. Antepli tekstil işçileri “Bu savaş AKP’nin seçim savaşı”dır diye düşüncelerini açıklarlarken, işçilerin ileri kitlesi içinde gelişen bu yönlü eğilimin giderek güç kazandığı görülüyor. İstanbul ve İzmir’de benzer yönde görüşler ve pratik tutumlar ortaya çıktı vb. İleri işçi kesimleri ülkeyi yönetenlerin politikasının halkın istem ve çıkarlarıyla karşıt niteliğini doğru olarak tespit ediyorlar. İşçi ve emekçilerin ileri kesimleri ve ilerici-demokrat aydın çevreleri için hükümetin “IŞİD’de karşı da” diyerek Kürtlere ve Kürt direniş hareketine bombardımanlarla ülkenin tüm milliyetlerden emekçi kitlelerininin eşitlik ve özgürlük temelinde hak eşitliğine dayalı birlikte yaşamı tesis için mücadele eden ya da bu yönde fikir belirten herkesi düşman kategorisinde gördüğü, “giz” olmaktan çıkmıştır. Erdoğan’ın “tek başına iktidar olma isteği ve hedefi”yle de bağlı bu savaşçı ve yayılmacı saldırgan politika doğrultusunda devlet kuvvetleri Kürtler başta olmak üzere iktidar politikalarına direnen ve itiraz eden halk kesimlerini ve aydınları hedefe koymuştur. Tiran ve avanesi bir ağ şeklinde ördükleri yağma ve soygunlarını sürdürmek için ülke ve halkını her tür tehlikeye atmaktan ve emekçilerin kendileri ve çocuklarının kanı üzerinden “şehit” ve “feda” nutukları atmaktan kaçınmayacaklarını yeterince kanıtlamışlardır. Bu durum, Erdoğan’ın birbiri ardına açıklamalarında sürdürüleceğini belirttiği askeri-polisiye politika ve saldırıların giderek genişleyen ve daha kıyıcı-daha yıkıcı bir savaşa doğru evrilen gelişmelerden kaygı duyan işçi ve emekçilerin giderek artıyor olmasının etkenlerinden biridir. Türkiye ve Kürdistan halkı, Erdoğan tarafından dayatılan saldırgan, yayılmacı ve savaşçı politikaları istemiyor ve buna karşı tutumunu gizlemeksizin dile getiriyor. Araştırma şirketleri halkın %70-80’ninin savaşa karşı barışçıl politikalardan yana olduğunu açıkladılar. Bu tutum, küçük burjuva-burjuva şoven parti, kurum, grup ve çevrelerin tüm kışkırtmalarına rağmen, ve Kürt sorunu bağlantılı olarak son kırk yıla yakın süredir yaşanmakta olan çatışmaların da tecrübesiyle Türk ulusundan emekçilerin çok önemli kesimi tarafından da “en doğru tutum olarak” görülüyor. “Kendi çocuklarını niye göndermiyorlar, bizim sırtımızdan ve çocuklarımızı ölüme göndererek şehitlik vaazı veriyorlar” diye feveran edenlerin sayısı artmıştır. “Son cenaze törenleri”nde kontrgerilacı oldukları basında yer alan bazı bakanların yanısıra Davutoğlu’nun da protesto edilmesi göstergelerden biridir.
Bütün bunlar, “Çare”nin kitlelerin gücünde; tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin barış ve özgürlükten yana ağır basan tutumunun geliştirilmesinde olduğunu gösteriyor. Bu savaşçı, yok edici, yıkıcı, yoksullaştırıcı politikanın sürmemesi, sürdürülememesi için halk barikatının tahkim edilerek büyütülmesine ihtiyaç vardır. Erdoğan yönetimindeki iktidarın yönetim politikalarına işçi sınıfı ve emekçilerin itirazının henüz “kendi kendine konuşma” sınırlarını aşıp ülke düzeyinde “barış, hak eşitliği ve özgürlük” istemli kitlesel bir karşı koyuşa evrilmekten uzak olduğu doğrudur. Henüz onlarca-yüzlerce işyeri, fabrika ve emekçi semtinden başlayan ve genişleyerek ülke sathına yayılan bir yürüyüş söz konusu değildir. Oysa, Erdoğan’ın temsil ettiği politikada somut ifadesini bulan bölücü, düşmanlaştırıcı, saldırgan ve yayılmacı politikayı püskürtecek potansiyele ve güce sahip mücadele acil ihtiyaçtır. Milyonların istem, özlem ve beklentilerini dayanak edinen Kürt direnişini, “Kıyamete dek” saldırarak yok etmek olanaklı olmamakla birlikte, yıkıcı, kıyıcı ve harap edici iktidar ve savaş politikalarını püskürtmek için ülkenin tüm sömürülen ve ezilenlerinin birleşik eylemi ve tutumuna ihtiyaç vardır. “Barış için mücadele bloku” bu yönlü kitlesel mücadelenin bir aracı ve kaldıracı olabilecek potansiyele ve bunun sosyal dayanaklarına, onun rezervine sahiptir. Ne var ki, bu işlevini yerine getirebilmesi için hem somut girişkenlik ve gerçekçi çaba hem de doğru eylem biçimleri gerekmektedir. Bunun için ise, düşmanın elini güçlendirecek ve kitlelerin iktidar politikalarına öfkesini tersine çevirmek üzere gericilik tarafından kullanılmaya çok da elverişli eylem biçimlerinin olmaması, olanlarının terk edilmesi büyük önem taşımaktadır. Provokasyon ve şantaj politikalarında ustalaşmış AKP iktidarının kontracı taktiklerinin etkisiz kılınması için de bu gereklilik göstermektedir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...