05 Ağustos 2015 00:52

Bir bebekten bir katili yaratan okul…

Bir bebekten bir katili yaratan okul…

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Radikal kötülük ve totalitarizm konulu yazımdan bir şekilde devam edeceğim ama tekrar okula dönerek… Daha önce ‘Barışın önündeki engel olarak okul’ konulu yazımı öngörülemezlik ve kendiliğindenlik kavramlarına giriş yaparak bitirip sonra da geçen haftaki yazıyı yazmıştım. Bu sefer de aynı okulun radikal kötülüğü ve totalitarizmi nasıl ürettiğini yazacağım. Şu anda ülkede yaşanmakta olan kargaşa, bilinmezlik, güvensizlik, savaş, vahşet, düşmanlık, acımasızlık, umursamazlık, ulus-devletin kuruluşundan beri okulda nasıl üretildi ve bugünün okulunda da bundan sonra nasıl üretilmeye devam edecek? Bunu anlatmaya çalışacağım. Kısaca, bir bebekten bir katili yaratan karanlığı anlatmak hedefim…

Bu arada sürekli şu soruyu sormaya devam edin: “İçinde bulunduğumuz siyasal, toplumsal ve ekonomik sefalet insana yaraşır bir şekilde nasıl dindirebilir ve sorunları nasıl çözebiliriz?” Geçen haftadan hatırlayın…

İki hafta önce okulun oturma düzeniyle, sınavıyla faşizan özellikler taşıdığını söylemiştim. Geçen hafta da Hannah Arendt’ten alıntıyla insanın kendiliğindenlik ve öngörülemezlik özelliğinden söz etmiştim. Okul öyle bir yer ki, çocuğun, yetişkinin beklediğinden ve istediğinden farklı davranmasına katlanılamaz. Okulun görevi, çocuğu öngörülebilir biçime sokmaktır. Bu yüzden çocuğun ve ergenin doğal ve içinden geldiği gibi davranması okulun otoritesi tarafından davranış bozukluğu olarak nitelendirilir çoğunlukla ve bu davranış bozuklukları yok edilmeye çalışılır: Sınıf düzenini bozucu davranış, oturma düzenine uygun davranmamak, ders sırasında öğretmeni dinlememek, arkadaşlarını rahatsız etmek, sınavda kopya çekmek, koridorlarda koşmak, aşırı sevinç ve coşku göstermek, bağırmak, yüksek sesle gülmek ve hatta ağlamak…

Sistem çocuğun ve ergenin öngörülemeyen davranışlarından rahatsız olur çünkü sistemin istediği biçimde çocuk çıkmayacaktır ortaya. Sistemin istediği çocuklar ise kendi davranışlarını otoritenin isteğiyle kontrol altında tutmayı başaran çocuklardır. Bunlara “akıllı uslu çocuklar” denir. Bunların davranışları öngörülebilir ama aslında bu çocuklar doğallıklarını, insanlıklarını yani kendiliğindenliklerini kaybetmişlerdir. Böyle olduğu için de artık gereksiz ve feda edilebilir yaratıklara dönüşmüşlerdir. Bu feda edilebilirlik, hiç kimsenin yapmayı istemediği pis işleri yaparak geçinmeye mahkum olmak ya da vasıfsız yani lise ve düşük düzeydeki okullardan mezun olup ya da okulu bırakıp askerliği er olarak yapmak ve siyasi amaçlar için başka insanları öldürmek üzere cepheye sürülmek ya da satranç oyunundaki piyonlar gibi hayatın çeşitli alanlarında öne sürülmek olarak kendini gösterebilir.

Halbuki Hannah Arendt’in, geçen haftadan hatırlarsınız, çoğulluk kavramı insansı, yaratıkların çok miktarda feda edilmesinden, ölüme gönderilmesinden ziyade çocukların okulun barışçıl, eşitlikçi, özgürlükçü çatısı altında farklı bireysel özelliklerinin farkına varmaları ve kendilerini gerçekleştirmeleri anlamına geliyordu.

İnsanın kendiliğindenlik ve öngörülemezlik özelliklerini kontrol altına almanın yollarından biri de onu istatistik bilgisi gibi algılamak, görmek ve ona istatistik nesnesiymiş gibi davranmaktır: okulda başarılı olanlar, başarısız olanlar, disiplin cezası alanlar, okul ile ilişiği kesilenler, açık öğretim lisesine gidenler, üniversiteye girebilenler ve giremeyenler, merkezi sınavlarda şu kadar ya da bu kadar yanlış veya doğru yapanlar… İstatistik sayesinde bütün insan davranışı öngörülebilir hale getirilmeye çalışılır.  Öngörülemeyen durumlar ise sapan değerler, uç değerler, marjinal değerler olup çıkıverirler. Öğrenci davranışını ölçüp değerlendirmek için kullanılan sınav notu, çan eğrisi, normal dağılım, başarı ve başarısızlık yüzdeleri vesaire ölçme değerlendirme kuramlarına dayanılarak meşrulaştırılır.

Bir de üstelik çocuklara tarih dersi verilirken, ait oldukları kültürün, devletin, dinin, ulusun değerli üyeleriymiş gibi davranılırken başka kültürlerin, devletlerin, dinlerin, ulusların değerli üyeleri değersiz, gereksiz, anlamsız ve düşmanmış gibi anlatılır. Hele hele o ülkede hakim gruptan başka ezilen, ötekileştirilen, değersizleştirilen, herhangi bir hakka sahip olmaması gerektiği düşünülen, yabancılaştırılan, hiçleştirilen başka etnik gruplar, dinler, kültürler, uluslar da yaşıyorsa… Al sana bir bebekten bir katili yaratan karanlık…

Baştaki sorumuza dönelim: “İçinde bulunduğumuz siyasal, toplumsal ve ekonomik sefaleti insana yaraşır bir şekilde nasıl dindirebilir ve sorunları nasıl çözebiliriz?” Önce, kayıtsız şartsız silahları susturarak… Sonra da, daha önce alıntıladığım Judith Butler’ın tarif ettiği şekliyle yeni bir ‘biz’e ve bunu mümkün kılacak gerçek bir demokrasiye ihtiyaç var: “Her türlü kimlik farklılığına rağmen birisini yitirmenin ne demek olduğuna dair bir fikri olanları kapsayacak ve hiçbir bedeni ve hiçbir hayatı ve hiçbir kimlik aidiyetini diğerlerinden daha fazla değerliymiş ve yası tutulabilecekmiş gibi görmeden, başkalarının acıları ile özdeşim kurabileceğimiz bir ‘biz’in mümkün olabileceği türden bir demokrasiye ihtiyaç var.”

Basının iki temel görevi, haberleriyle kamu adına her tür iktidarı denetlemek ve gerçeğe ulaşmak için her türlü görüş ve sesin kamuya ulaşmasını sağlamaktır. Bu görevlerden biri sınırlamaya uğrarsa ülkede basın ve ifade özgürlüğü, dolayısıyla demokrasiden söz etmek imkansız hale gelir. Bugün gazetelere, haber ajanslarına, televizyon ve internet sitelerine getirilen sansür, kısıtlama ve baskılar özgür medyanın işlevini hedef almaktadır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...