13 Kasım 2014 01:00

Çözüm sürecini ve hayatı tehdit eden faktörler

Çözüm sürecini ve hayatı tehdit eden faktörler

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Çözüm süreci var diye demokratik eleştiri, tepki ve barışçıl eylemlerden vazgeçilmesini istemek demokratik bir tutum değil. Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümünden söz ediyorsak, kamu düzeninin öncelikle hakları ve özgürlükleri tanımak, korumak, kullanmak ve geliştirmekten geçtiğini anlamamız gerekir. Ya da “artık anlamanız” gerekir. Devleti yöneten politik ve bürokratik kadrolara söylüyorum bunları. Çünkü, hakların ve özgürlüklerin askıya alındığı, kısıtlandığı ve bunun sistemik/yapısal hale getirildiği (91 yıllık Cumhuriyet’in 41 yılı askeri ve yarı askeri rejim altında geçti) bir düzen ile AİHM’in anladığı kamu düzeni taban tabana zıttır. Türkiye’nin kamu düzeni AİHS’in reddidir. AİHM, “Avrupa Kamu düzeni AİHS’e dayanır” diye vurgular. Bizde siyasetçiler kamu düzeni ile tanka, topa, namluya referans veriyorlar. Yargısız infazlara kapı aralanıyor, yasa tasarıları ile… O nedenle kamu düzenini telaffuz eden yöneticiler bize otoriter sistemi yıllarca muhafaza ve müdafaa etmiş kadroları hatırlatıyorlar. O nedenle, “çözüm süreci var, o halde basın açıklaması yapma, miting yapma, pankart açma, hükümeti eleştirme” şeklinde özetlenebilecek istekler bizce çözüm sürecinin ruhuna aykırıdır. Aykırıdır, eğer çözümden barışı, demokrasiyi, insan hakları ve özgürlüklerini anlıyorsak… Kısıtlamak değil, barışçıl sesleri teşvik edici politikalar üretmek ve uygulamak gerekir.
Evet, çözüm süreci gibi, çok hayati konuda girişimde bulunan bir iktidardan, demokratik tutumlar beklemek, talep etmek hakkımızdır. Çözüm süreci benim anlayışıma göre gerici değil ileri/ci bir girişimdir. Fakat bu yazıda asıl vurgulamak istediğim konu  şudur:

Ben Gezi’den ve Kobani eylemlerinden çıkarılması gereken dersler bulunduğuna inanıyorum. İlki, bütün hak arayıcılarının ve muhaliflerin  şiddetten uzak durma gerekliliğidir. İkincisi devletin talepleri zor kullanma yoluyla bastırma pratiğinden uzak durması gerekliliğidir. Üçüncüsü de tarafların ve medyanın barış dilini kullanma gerekliliğidir.

Yaklaşık 50 kişinin yaşamını yitirdiği 6/8 Ekim olayları şiddetin boyutlarını yeniden düşünme zorunluluğu gösteriyor.

Bu can kayıplarında uygulanan yöntemler tarihteki bazı  vahşet eylemlerine benziyordu. Madımak otelinde insanlarımızın diri diri yakılmasını hatırlayın…O türden canilikler vardı. Diyarbakır’da bir evde üç genç insan ayrı ayrı, 15-20 bıçak darbeleriyle, işkencelerle öldürülüp, apartmanın 3.katından sokağa atılmıştı. Başı ezilerek öldürülenleri, sorgusuz sualsiz yolda, çarşıda katledilenleri, eylemcilerin siyasal kimliklerinden ve diğer bütün aidiyet biçimlerinden bağımsız olarak söylüyorum, hatırda tutmamız gerekiyor. Şöyle, 42 kişinin adlarını analım: Diyarbakır’da, Mahsun, Mahmud, Turan, Hüseyin Ahmet, Hasan G., Riyad, Yasin B., Uğur, Süleyman, Baver, Cumali, Murat, Mesut, Batman’da  Emrah, Van’da, Hamdi ve Yunus, Muş Varto’da Hakan, Siirt’te,  Davut, Yusuf, Mehdi, Necmettin, Kamil, Şakir, Mardin’de, Kerem, Bilal, Sinan, Fehad, Abdullah, Abdulkerim, Beşir, Antep’te Ömer, Süleyman, Şahin, Sevgi, Musa, Bingöl’de Atıf, Hüseyin Ali, Ramazan, Emre, Şahabettin ve Urfa Siverek’te Aynur yaşamını yitirdi. Bu can kayıpları ve şiddet eylemleri Türkiye toplumunu bekleyen büyük tehlikeye işaret ediyor: Cinnet hali…

Önemli olan bu ortamın ve koşulların oluşmamasıdır. Herkes katliama ortak olabilir ve herkes katliam mağduru olabilir böyle bir durumda. Kim haklıydı, kim başlattı tartışmaları bitmez. İlkede anlaşmak lazım. Hepimiz sorumlu hissetmeliyiz kendimizi. Öncelikle çözüm sürecinin tarafları (AKP, hükümet, devlet, İmralı, Kandil, HDP) duydular mı bilmem, esas olarak onlara seslenmek istedim.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa