13 Nisan 2013 12:43

‘Alman İdeolojisi’ni okumaya hazır mıyız?

Ağır bir kitap! Kapak sayfaları, önsöz, açıklayıcı notlar, literatür dizini, isim dizini, içindekiler vs. gibi “okumasak da olur” diye düşünebileceğimiz bölümleri saymazsak, eğer niyetimiz işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün doğuş ve ilerleme özelliklerini iyice öğrenmeks

‘Alman İdeolojisi’ni okumaya hazır mıyız?
Paylaş
Aydın Çubukçu

Henüz 20’li yaşlarda iki genç düşünür tarafından yazılmış, pek çok aksiliğin üst üste gelmesi yüzünden yayımlanamamış, sonra tozlu çekmecelerde unutulmuş ve nihayet yazıldıktan 167 yıl sonra okuyucusuna ulaşmış bir kitap bu.

Yazmaya karar verdiklerine Marx 27, Engels 25 yaşındaydı. Birbirlerini yeni tanımışlar, korkunç bir düşünce fırtınasının ve kafa karışıklığının hüküm sürdüğü Avrupa ortamında, umulmadık bir biçimde görüşlerinin aynı olduğunu görmüşler ve birlikte çalışmaya karar vermişlerdi. Hedefleri aynıydı, kafaları aynı biçimde çalışıyordu, kapitalizmin “verili koşullarından” aynı derecede nefret ediyorlardı ve işçi sınıfının değiştirici gücüne inanıyorlardı. Avrupa işçi hareketiyle yakın bağlara sahiptiler, örgütleyici ve propagandacı özellikleri vardı, mücadele için ateşli bir tutkuya sahiptiler.

Önce “Kutsal Aile” adlı bir kitap üzerinde çalışmaya başladılar. İşçi hareketi ve sosyalist aydınlar arasında yaygın ama çarpık, gerici sonuçlar doğuran felsefi akımlara karşı savaşmanın bir başlangıç olacağına karar vermişlerdi. “Eleştiri” lafını bolca kullanan ama neyin eleştirileceği konusunda tamamen yanlış düşünen Alman felsefecileri, Genç Hegelciler’i hedef tahtasına çaktılar. “Kutsal Aile” hasımlarını perişan ederken, kendi düşüncelerine de çeki düzen verme fırsatını sundu onlara. Her şeyi yeniden düşündüler… O güne kadar doğru bildikleri pek çok ilkenin, yöntemin, kavramın değiştirilmesi, yenilerinin inşa edilmesi gerektiğini fark ettiler.

“Kutsal Aile”, Almanya’da bir bomba gibi patladı.

Alman gazete ve dergilerinde şöyle değerlendirildi:

21 Mart 1845 tarihli burjuva Kölnische Zeitung gazetesi: “çağdaş toplumsal hastalıklara hazır reçeteler yazmayı amaçlayan her türlü yarım tedbirin yetersizliğini gösteren sosyalist görüşlerin bir ifadesi.”

25 Mart 1845 tarihli radikal Mannheimer Abendzeitung: “Kutsal Aile, Marx ve Engels’in o güne kadar yazdıklarının hepsinden güçlü ve hepsinden daha derin bir eser...”

Gerici Rheinischer Beobabter: “Özel mülkiyete düşmanlık, maddi ve dünyevi olana aşırı saygı, bütün metafiziğe ve felsefeye alaycı saldırganlık... Alman ve Hıristiyan olan her şeye hakaret...”

Muhafazakâr Allegemeine Zeitung: “Bunun her satırı... devlete, kiliseye, hukuka, dine ve mülkiyete karşı ayaklanmaya çağırıyor... Herr Marx’ın hem çok geniş bilgiye sahip olması ve hem de Hegel’in genellikle ‘demir mantık’ olarak bilinen mantığının polemik cephaneliğinden yararlanmakta çok yetkin oluşu nedeniyle daha da tehlikeli bir hal alıyor.”

Bir açıdan hedeflerini 12’den vurmuşlardı; ama kendilerini henüz asıl işin başlangıç noktasında hissediyorlardı. Farkına varmışlardı ki, yeni bir sistem kurabilmek için, önce “kendi eski bilinçleriyle hesaplaşmaları” gerekiyordu.

“Alman İdeolojisi” adını vermeyi düşündükleri büyük ve yeni bir kitaba böylece başladılar. Kutsal Aile’de ele aldıkları konuları yeniden ama bu kez daha derin ve ulaştıkları yeni düşünsel silahlara vurmak için çalışmaya başladılar. Üstelik şimdi, Kutsal Aile’yi yazarken hâlâ etkisinde oldukları Feuerbach gibi dev bir düşünürü de tahtaya çakmaya karar vermişlerdi.

KİME KARŞI, NEDEN YAZILDI?

Şimdi filmi biraz geriye saralım.

Bir zamanlar Almanya’da kendilerini sosyalist, hatta komünist olarak tanıtan, aralarında anarşistlerin de bulunduğu çok etkili bir genç aydınlar grubu vardı. “Müthiş düşüncelerinin” bütün bir tarihi değiştirebileceğine, eğer toplum ve devlet kendi fikirlerine göre düzenlenirse, dünyanın adalet, özgürlük ve eşitlik dünyası olacağına inanıyorlardı. Onların düşüncelerini izleyen işçiler, emekçiler, aydınlar da vardı. Ne var ki, komşu Fransa’da her şeyi alt üst eden, siyaseti ve gündelik yaşamı fırtınalara boğan işçi hareketleri, devrimler olup biterken, bu “müthiş fikirlerin” doğduğu, ateşli biçimde tartışıldığı Almanya’da yaprak kımıldamıyordu!

Genç Hegelciler adı verilen bu “eleştirici” aydınlar grubu, kendi fikirlerine uygun bir devlet olsa, bütün marifetleri “tiksinç ve ruhsuz nesneler üretmekten ibaret” işçi ve halk “yığınları” kendilerine inansa, her şeyin mükemmel olacağına inanıyor, devletin de halkın da kendilerini umursamamasına sinirlenip yerlerinde tepiniyorlardı. Durum iyi değildi!

O sırada Marx, Prusya devletinin, “sınıflar üstünde yer alan ideal bir varlık” (Hegel öyle zannediyordu) olmaktan çok köylülere ve işçi sınıfına karşı toprak sahibi asilzadeleri tutan bir kuvvet olduğunu anlamış, sansürden ve baskıdan usanmış, çalıştığı gazetedeki görevini bırakarak, canlı bir işçi sınıfı hareketini de içinde taşıyan kapitalist Fransa’ya göçmüştü. Oradan bakınca kapitalist gelişmenin oldukça geri basamaklarında duran Almanya’nın ve Alman aydınlarının “eleştirici devrimciliklerinin” sefaleti daha iyi görünüyordu. Düşünceleriyle dünyayı değiştireceklerini sanan genç felsefecilerin neden başarısız kaldıklarını, Fransız işçi sınıfının mücadelesi açısından bakınca daha iyi anladı! Ayakları havadaydı bunların! Fikirlerin dünyayı değiştirebileceğine olan inançları tamamen boş, saçma ve hatta gülünçtü!

“İnsanlar şimdiye dek kendileri hakkında, ne oldukları ve ne olmaları gerektiği hakkında daima yanlış tasavvurlar geliştirdiler. İlişkilerini, tanrı tasavvurlarına, normal insan tasavvurlarına vb. göre düzenlediler. Kendi beyinlerinin ürünlerine hâkim olamadılar. Yaratıcılar, kendi yaratılarının önünde diz çöktü. Biz onları boyunduruğu altında köreldikleri kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtaralım. Fikirlerin bu egemenliğine isyan edelim. İnsanlara, bu kuruntuların yerine insanın özüne uygun düşen düşünceleri koymayı öğretelim... böylece mevcut gerçeklik yıkılacaktır...”  diyorlardı… Müthiş ilerici, devrimci fikirler gibi görünen bu boş sözlerin, “gerçek koşulları değiştirmek yerine” o koşullar içinde “hayali yaratıklara sığınmış” insanların düşüncelerini hedef aldığını gören Marx, bunu “gerçeğin gölgesine karşı savaş” olarak tanımlıyordu.

Oysa Marx, o küçümsenen, hiçe sayılan insanların, başta proletarya olmak üzere, dünyayı değiştirecek bir güç halinde eyleme geçmesi halinde, “mevcut koşulların gerçek eleştirisinin” hayat bulacağını düşünüyordu. Eleştiri, devrimdir!

ELEŞTİRİDE DEVRİM!

“Eleştiri” kelimesini her şeyi yerinden oynatacak kutsal bir kelime gibi gören Genç Hegelciler, bununla da yetinmeyip kendi çalışmalarını daha da “derin” biçimde ifade eden yeni bir ad bulmuşlardı: “Eleştirel Eleştiri”!

Anlaşılan eleştirinin tek başına amaca ulaşmaya yetmediğini görmüş, bunu kendisiyle çarpıp karesini almaya karar vermişlerdi!

Bu tam da Marx ve Engels’in sevdikleri türden bir polemik için bulabilecekleri büyük bir fırsattı. Şimdi keyfini çıkara çıkara canına okuyabilirlerdi, bu gerici düşüncelerin…

Engels, kendi ironik, yerden yere vurucu muzip üsluplarıyla süslenmiş yazıların ortaya çıkış anını hatırlayarak şöyle diyordu: “İnsafsız birer şeytandık o zamanlar. Karşılaştırılacak olsa Heine’nin şiiri, bizim nesrimiz yanında bir çocuğununki kadar masum kalırdı” (Lafaurge’e Mektup). Marx’ın kızı Jenny Lafaurge, “şimdi anlıyorum çalışma odanızdan gelen o kahkahaların sebebini” diye cevaplamıştı. Eğlenceli bir kavgaydı yani…

Gerek üslubuyla, gerek yöntemiyle ve dayandıkları birikimi değerlendirmede gösterdikleri titizlikle, sürdürdükleri eleştiri saldırısı, çok önemli devrimci özellikler gösteriyordu. İçinde mizah da vardı, alaycılık ve küçümseme de. Acımasız, kimi zaman haşin, ama her zaman derin bilgi birikimine, keskin zekâya ve en önemlisi olağanüstü işlek bir silah olarak kullandıkları diyalektiğe dayanan karşı konulamaz bir eleştiriydi bu.

Fakat bu eleştiriye devrimci karakterini veren asıl özellik, eleştirinin kendisine verilen yeni anlamdaydı. Tarihin gidişini, toplumu, bir bütün olarak dünyayı değiştirecek olan eleştiri, başta proletarya olmak üzere bütün ezilen sınıfların “tarihsel eylemi” idi; üç beş aydının kafasından çıkan “büyük fikirlerin” yürüttüğü eleştiri değil!

TARİH, İNSAN, DEVLET, DEVRİM VE PROLETARYA

Genç Hegelcilerin izleyicisi olduğu felsefi gelenek, “Tarih” kavramına büyük önem veriyor, Tarih’i “kendi ereklerine sahip” bir  “özne” gibi düşünüyorlardı. Marx ve Engels “Alman İdeolojisi”ne bu yüzden, tarih üzerine ne düşündüklerini açıklayan bir bölümle başladılar. Tarihin ne olduğunu açıkladıktan sonra, gerisi kolay gelecekti. Önce bu “kişileştirme” yanlışının üzerine gittiler:

“Tarih hiçbir şey yapmaz. ‘Engin zenginliğe sahip’ değildir o. ‘Savaşımlara girişmez”! Tersine bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip olan ve bütün bu savaşımlara girişen insandır, gerçek ve yaşayan insan; hiç kuşkunuz olmasın, insanı kendi erekleri için kullanan –sanki kendi başına bir kişiymiş gibi- tarih değildir; tarih, kendi öz erekleri peşinde koşan insan etkinliğinden başka bir şey değildir.”

Peki, insan nedir?

Feuerbach’a sorarsanız, soyut bir varlıktır… Değişmez bir öze sahip, kutsal bir varlıktır!

Oysa Marx’a göre, özü, toplumsal ilişkilerinin birliği olan somut bir varlıktır. Dövüşen, üreten, âşık olan, iyi ya da kötü olabilen gerçek varlık! Tarihle insanın ilişkisi söz konusu olunca da, bu artık karşılıklı bir ilişkidir. Maddi, tarihsel koşullar içinde insan hem tarihin bir ürünüdür, hem de tarihi yapan güç!

Bu noktada artık, üretim ilişkileri, üretici güçler, üretim biçimi gibi kavramlara da ulaşılır ve materyalist tarih görüşünün temel ilkeleri doğar.

Devlet, bu tarihsel sürecin bir ürünüdür; egemenliğin bir aygıtıdır. Devrimlerin hedefidir!

Devrim denilince, bütün somutluğuyla ve tarihsel varlığıyla proletaryanın dünyayı değiştirmeye aday bir sınıf olarak tanımlanmasına kolayca geçilir. *** “Alman İdeolojisi”, kitapçı raflarında göz korkutan hacmiyle okuyucusuna bakıyor. Neredeyse iki yüz yıl öncesinin tartışmalarını günümüzde hâlâ önemli kılan nedir sorusunu sorduruyor bize. Cevabı kısadır bunun: Devrimlerin yıkıcı ve yeniden kurucu eleştirisine olan büyük ihtiyaç ortadan kalkmadı da ondan!

ÖNCEKİ HABER

Futboldan da nefret ederdi rahmetli!

SONRAKİ HABER

Eğitimin gündemi ve bilimselliği

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...