15 Aralık 2012 06:51

Hayat albümü beklemez!

Bajar savaşın, yoksulluğun ve devletin zoruyla kente göç eden insanların, başlayan yeni hayatlarından şarkılar devşiriyor. İki dilde Türkçe-Kürtçe rock yapan Bajar, rock müziğin bu topraklarda doğduğunu hayal eden bir tavır yakalıyor. “Hikayesiz şarkı olmaz” diyen Grup ikinci albümleri “B’xêr Hatî

Hayat albümü beklemez!
Paylaş
Esmani Kılıç

İlk albümünüzün adı “nezbe/yaklaş”tı, bu albümün adı adı “b’xêr hatî/hoş geldin”... Yaklaş dediğiniz insanlar geldiler mi, davete icabet ettiler mi?

Vedat Yıldırım: Evet biz oldukça davetkâr bir projeyiz. Kürtçe/Türkçe iki dilli memlekette herkesi anlatan bir müzik yapı- yoruz. Kimlik meselesi olsun, sınıf karakteri olsun, ötekiler olsun... gönül kapıları buralara açık olan insanlar bu davete geldiler. Yeni bir grubuz ve çağrımıza yanıt verenlere ikinci albümümüzde “hoş geldin” diyerek bu buluşma esprimizi sürdürüyoruz.

Burak Korucu: Buradaki ironi devam ediyor. Bak “yaklaş” aslında paylaşabileceğimiz çok şey var, yakınlaşınca birbiri- mizdeki güzellikleri daha iyi göreceğiz, kıralım bu duvarları diyoruz. Yani şöyle bir ironi de var, gelmemişlere de “gel artık” diyoruz.

Güncel politik gelişmelerle ilgili sıcağı sıcağına şarkılar yapıyorsunuz. “Sî û çar” şarkısını mesela, Roboski katliamından hemen sonra yaptınız. İnsanlar albüm yaparken çeşitli kaygılar taşıyor; “aman kimse bilmesin”,  “albümdeki parçalar duyulmasın”, “albüm satışı düşmesin” gibi...Sizin neden böyle kaygılarınız yok?

V.Y.: Albüm dediğiniz aslında o dönem yaptığınız işlerin bir toplamıdır. Raflarda yer alması da bir nevi şarkılarınızın tarihte izinin kalmasıdır. Bizim için aslolan üretim tarzı, daha aktivist refleksli, güncel hayatı takip eden, hayatla birlikte olabilen... Nihayetinde Bajar protest bir ekip. O dönemde Uludere olayı yaşanmıştı, sonrasında Alevi olayları yaşandı; cemevleri baskınları oldu... Politik ortama duyulan tepkiye katkı sunan parçalar oldu onlar.

B.K : Bu çalışmalar bizim için şu anlamıyla da çok değerli; konserlerimizde o şarkıları söylediğimizde hemen reaksiyon alıyoruz, paylaşım bir başka güzel oluyor. Bir şarkı yaptınız ve bitti gibi değil, o yaşayan bir süreç ve aslında devam ediyor. Yani bizim bir şarkıyı 6-7 ay evvel yapıp bugün albüme koymamızın, böyle matematiğinin, zamanlamasının bir önemi yok. O şarkıların değerli olan kısmı insanlardan nasıl tepkiler aldığı, konserlerde nasıl bir tansiyon yarattığı, sözü, müziği, bizim performansımız... Seyirci tepkileri bizi çok besliyor. Vedat’ın kastettiği oradaki o dinamizmi, o güncelliği kaybetmeden devam etmek. Yarın bir gün “nükleer” üzerine de “vicdani ret” üzerine de bir şarkı yapılabilir.

V.Y.: Hayat albümü beklemez. Sizin bir derdiniz varsa, bir şeyden rahatsız oluyorsanız ya da bir şey hoşunuza gittiyse o an şarkı yaparsınız. Bunu sadece albüm yaparak da paylaşmazsınız. Sosyal medya çok ilerlemiş durumda, oradan da paylaşabilirsiniz. “Albümler pek satılmıyor”, “insanlar şarkıları internetten dinliyor” serzenişleri bizim için anlamlı değil, biz konserleri, performansı önemsiyoruz. Stanislavski’nin bir sözü var “tiyatro rüzgara yazılıdır” diye, konserler de öyle, bir daha aynısı olmaz. Bir konserde okuduğunuz şarkıyı ancak bir kere öyle okuyabilirsiniz.

ROCK MÜZİK BİZDE DE SINIFTA KALDI

Bajar protest bir grup dediniz. Rock mü- ziği güzel yapan yanı da bu. Yurt dışından dinlediğimiz örneklerde Pink Floyd, Bob Dylan, Jimi Hendrix; reggaede Bob Marley hepsinin bir şekilde belli bir politik yanı var. Türkiye’de bu tavır nerede duruyor, böyle örnekler var mı?

B.K.: Rock müzik doğası itibariyle derdi olan bir müzik tarzı. Dünyada belli bir coğrafyaya mal olmuş grupların çizgileri de aslında böyle. Türkiye’ye geldiğimizde 60’lar, 70’lerde; Cem Karaca’lar, Moğollar...“Anadolu Rock” hikayesinin içinde, gerçekten Anadolu’ya özgü, rock müziğin doğduğu topraklardaki formuyla buradaki müzik formlarının belli oranlarda bir potada eridiği, daha politik bir müzik yapmışlar. Fakat 80 darbesinden sonra şöyle bir göz attığımızda, ortada ne müzik var ne de başka bir şey. Kültür-sanat alanına ölü toprağı serilmiş gibi. Onun tekrardan yükselişe geçtiği yıllar 90’lar filan aslında. Orada da bana sorarsanız, -tüm dünyadaki trendle paralel söylüyorum bunu- Türkiye’de de rock müzik tüketim toplumunun bir ürünü olarak biçimlenmiş. Orada aşk temasının defaten işlenmesi fazlaca edilgen ve bireysel bir kişi analizi ve onun üzerinden yazılan sözler var o kadar.

Peki ihtiyaç açısından 90’larda bir pop müzik patlaması vardı, 2000’lerde bu rock müzik oldu. Senin bu söylediğin şey de dinleyici açısından, özellikle genç jenerasyonlar açısından böyle bir beklenti vardı da rock müzik talep edilir mi oldu?

B.K.: Ama zaten rock 70’lerden sonra dünyada da endüstrinin müziği haline dönüştü. Büyük müzik şirketlerinin lokomotif gruplarının milyonlar kazandığı, yıllarca turnelerde gezildiği bir şov dünyası vardı. Ama 60’larda 70’lerin başındaki gruplar öyle değil hemen herkeste böyle bir savaş karşıtlığı, kadın erkek eşitliği gibi meseleler şarkılara konu edilir oldu. Günün koşullarını okuyup, bunu kendi yaptığın sanatta yansıtmak çok zor. Bu konuda dünyayla birlikte Türkiye de sınıfta kaldı.

V.Y.: Neoliberal sistemde görünenle gerçeklik arasında çok büyük bir kopukluk var. Burak’ın dediği gibi bir imaj dünyası var aslında orada gitara sert vuruyor ama niye gitara sert vuruyor, neye isyan ediyor? Belli değil. Mesela reggae müziğin Türkiye’de nasıl bir yeri var? İşte barlarda çalınan, atmosfer yaratan bir müzik. Ama orada “Bob Marley” ne anlatıyor, ne diyor? Kimse bunun farkında değil.

B.K.: Meselenin bir de şöyle acı bir noktası var darbeden sonraki dönemde bile bazı müziklerin içerisinde gerçekten hikayeler vardı. Şimdi “kardeşim sen de hiç toplumsal meselelere değinmiyorsun” eleştirisini bile yapamıyoruz. Çünkü müziklerinin hikayesi bile yok. Cem Karaca’nın mesela “Tamirci çırağı”, “Parka”... “Parkasıyla vurulmuş dört hain kurşun”, “İşte tulumlu işçi” oradaki toplumsal çatışmanın fotoğrafını verir size. Sezen Aksu’nun güçlü olmasının sebebi de bu; hikaye anlatması. Bu şarkıların filmi çekilir.


O DÖRDÜNCÜ DUVARI SAHNEDE YIKIYORUZ

İkinci albümünüzün sahne performanslarında oldukça enerjiksiniz. Siz iki solist hem enstrüman kullanıyorsunuz, hem ritim çalıyorsunuz, arada Vedat ıslık çalıyor... Bu bütün konserlerde geliştirmeye çalıştığınız bir tarz mı?

B.K.: Solist halinden biraz kurtulmak için yani müziğin içinde erimek, katkı sunmak istiyoruz. Gerçekten bir grup olmak isti- yoruz. Birileri çalar birileri de söyler havasından hoşlanmıyoruz.

V.Y.: Sahne bir yanılsamalar dünyası aslında. Peter Brook vardır tiyatro yönetmeni. O kutsal ve kaba arasında bir ayrımdan bahseder. Seyirci sahneyi kutsal görür ona göre uçarsınız sahnede ama hayat böyle değil, pat diye düşersiniz en dibe. Yere de çakılmak lazım. Biz biraz kumpanya havasında olmak istiyoruz. Soytarı imgesi değişiktir, severim ben. O istediğini söyler krala ama ona bir şey söylenmez. İşte seyirciyle böyle rahat bir ilişki kurarsanız birçok şeyi daha rahat söyleyebiliyorsunuz.  O seyirciyle sahneyi koparan dördüncü duvar böylece tamamen yıkılır. Hep birlikte bir şeyler yapmaya başlıyorsunuz.


İSTANBUL/BEYOĞLU GİDEREK ELİTLEŞİYOR

Yaşadığımız şehir İstanbul;  Tarlabaşı, İstiklal Caddesi, Taksim Meydanı her yer “dönüşüm” halinde. Bajar şehir demek ya ve kent insanlarını anlatıyor şakılarınız. Peki siz yaşadığınız şehri, İstanbul’u bugün nasıl okuyorsunuz?

V.Y.: İnanılmaz bir gettolaşma var. Beyoğlu önceleri herkesindi, şimdi çok büyük bir markalaşma var ve sadece birilerinin. Belli ki kentsel dönüşümle birlikte burası giderek elitleşecek. İmtiyazlı olma isteği çok artmış insanlarda. Herkes kendini üstte görmeye çalışıyor. Birileri bir şekilde zenginleşiyor, alt kesimden insanlarsa onları taklit etmeye onlar gibi yaşamaya çalışıyor. Orta sınıf da AVM’lere hapsolmuş durumda.

B.K.: 17-18 milyonluk bir şehirden bahsediyoruz. Aşağıda bizim görmediğimiz ve bu şehrin ritmini sağlayan acayip bir kitle var. Lokantaların arkalarında çalışanlar, o koca koca plazaları dikenler, konfeksiyon atölyelerinde çalışan kadınlar, çocuklar.. böyle bir hayat var. Sonuçta bu sistemi oluşturan ve devam ettiren, cefasını çeken bu insanlar. Ama kentin kaymağını yiyen ve karar verici olansa başka bir sınıf var. Çok kültürlü bir şehir ve gördüğümüz şeylerin, tiyatronun, müziğin, sinemanın, yediğimiz yemeğin de çok çeşitli olması gerekir. Ama yine  bize dayatılan hep tek tip bir yaşam tarzı var.

Bu albümde “me çi kır” diye anonim bir parça var. Bu parça doğu ve güneydoğu anadoluda düğünlerde söylenen bir hayal parçası. Bu tip şarkıları farklı soundlarla çalarken ne hissediyorsunuz?

V.Y.: Keşfetmeye uğraşırsanız görürsünüz. Rock ritmleri, Anadolu müziği’nin içinde de var. Şarkının zaten öyle bir karekteri var akustiğine, sözün kullanılma şekline filan baktığınızda bunu daha iyi görürsünüz. Kürt müziği, Türk müziği rock müziğe uygun bir müzik midir diye soruyorlar? Her dilin aslında böyle bir karakteri vardır. Yeter ki keşfetmesini bilelim. Dengbej geleneği mesela; söze dayalı, anlatısal karakterde ve bu nedenle rock müziğe çok uygun. Türkiye’deki sorun zaten rock müzik yapan gruplar İngilizce bir şarkı söyler gibi yorumluyorlar şarkılarını. Onu harmanlayamamışlar.Tamam feyz almak gerekir ama birebirini kopyalayıp kendi kültüründen bir şeyler katmadan söylemek çok yavan oluyor.

B.K.: Led Zeppelin’in bazı böyle serbest şarkıları vardır; doğaçlama ve belli bir alt yapı üzerine. O formun dengbejlerin yaptığı müzikle çok örtüştüğünü düşünüyorum. O serbestlik, uzun pasajlar, tekrarı yok böyle akar gider, belli bir hikaye anlatır filan.

ÖNCEKİ HABER

Mayalar mı yoksa ABD mi haklı?

SONRAKİ HABER

Mısır’a AKP gözlükleriyle bakmak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...