01 Eylül 2012 14:05

Arsız bir ölümün kare kare anatomisi

12 ağustos 2012. Günlerden Pazartesi, saat 15.00 suları. İzmir’in Karabağlar semti, Limontepe Mahallesi’nde sivil bir araçla bir polis otosunun karıştığı basit bir kaza yaşanır. Polisin, kazaya karışan sivilleri, elindeki telsizle darp etmesi üzerine tartışma başlar ve olay küçük bir kağıt parçası üzerine düş&uum

Arsız bir ölümün kare kare anatomisi
Paylaş
Yusuf Nazım

Tahammül sınırlarını zorlayan bir sıcak, İzmir’in sokaklarını kavurmaktadır. Ege’nin meltemi, şehrin üzerine cehennemi bir şemsiye gibi çöken güneşin yakıcı ışıkları karşısında çaresizdir. Karabağlar Semti, her zamanki öğleden sonrası mahmurluğuyla için için kıpırdamakta. Limontepe sakinleri sıradan ve basit bir trafik kazasının olağan sonuçlarını izlemek için toplanmışlar. Ekrana gelmeyen görüntülerde, hararetle başlayan bir tartışma, hızla çoğalan, mavisi bol, laciverdi kalabalık, ardından geliyorum diyen belanın habercisi bir kıvılcım; başları telsizle darp edilmiş insanlar, 3-4 el silah sesi, iki yaralı genç, büyüyen bir arbede…
Birinci karede masmavi bir gök, sıcak asfalt, yerde bir sandalye... Havada soğukkanlı bir ölüm asılı, kimse farkında değil, hiç kimse bilmiyor, kimse görmüyor. Eski İzmir semtinin sükun içinde dükkanlarından eser yok. Önlerinde telaşlı bir tedirginlikle bekleyen kalabalık.
Yavaştan bir kıraathane giriyor ikinci kareye, yarım gözüküyor tabelası… Cadde ortasında, küçük, şaşkın bir kalabalık dalgalanıyor; insanlar öfkeli, sağa sola koşturmada; bir hengame, bağrışma ve çağrışma sesleri duyuluyor.
Üçüncü karede minik objektifiyle bir kamera kayıtta, birazdan olacaklara tanıklık ediyor. Yolun karşısında, tedirgin balkonuyla üç katlı bina, ürkek ürkek bakıyor. İki endişeli yüz, endişeli siluet; bakışlarında merak, yüzlerinde korku, izliyorlar.
Dördüncü kare polis ablukasında; ortada kırmızı şortuyla gencecik bir delikanlı, ayağından yaralı; belki yeni terlemiş bıyıkları, belki biraz daha genç, biraz da heyecanlı. Havada barut kokusu, kan kokusu…
Beşinci kareye üç polis, üç genç delikanlı birden seğirtiyor. Üç öfkeli adam, ikisi önceden yaralı; üçüncüsü süratle eğiliyor, yüzünde hiddetli bir çaresizlik, sıcak asfalta yan yatmış sandalyeye doğru hamlesini yapıyor. Diğerleri telaşla ona doğru koşmakta; sanki engel olmaya çalışıyor gibi vaziyetleri. Arkasını dönmüş polislerden biri, hemen oracıkta mevzisini alıyor. Bir diğeri, hasmıyla arasına emniyetli bir mesafe bırakmış, pür dikkat izlemede; içinden geçiyor ki besbelli, biraz daha orantılı güç kullanmak heveslisi. Biber gazının mandalına basmak için hazır, nasıl da tetikte bekliyor parmakları. Gücü, üniformasında saklı, süratli bir hareket, önemli bir cesaret gösterisi, beylik tabancasına doğru, devleti temsilen büyük bir cüretle gidiyor eli.
Altıncı karede bir adam; yirmili yaşlarında, yağız mı yağız delikanlı; adı Emrah, şivesi doğulu, kimliği Kürt olmalı. İki arkadaşı birden koşuyor, sabırsız bir cellat gibi geçiyor zaman, dur deyip sanki o anı durdurmak, öfkeyle kalkan sandalyeyi, çekip elinden kurtarmak istiyor. Emrah’ın elinde sandalye, polisin elinde silah, ölçülü bir orantıyla göğsüne doğru nişan…
Arsız bir ölümün ıslak yapışkanlığıdır sonraki kareyi önemli kılan. Gömleği gök mavisi, pantolonu lacivert memurların; elleri tetikte, sokak ortasında pusmuş, devletin başka bir çirkin sureti; ölüm de kol geziyor üstelik, birazdan belki kana bulaşacak elleri.  
Sanki bir sokak tiyatrosu, bir sinema perdesi; sıra sıra izleyenler, başları arkadan görünüyor, enseleri siyah. Berid e yedi izleyici, yandaki kaldırımda üç, ötede iki daha, fazlası da var.
Sekizinci karede bir patlama, bir duman! Havada bir vızıltı, kurşun sesi; saniyelere sığmıyor, mili saniyelerle geçiyor, bir ateş kütlesine dönüyor zaman. Burgu burgu ilerliyor; çoğalıyor, ilerliyor deliyor. Bir polis, omuz hizasından tutmuş; gezden, gözden, arpacıktan, elinde silahıyla poz veriyor, duruyor.
Dokuzuncu karede saniyeler apansız çözülüyor. Havada bir alev topu, islim islim barut, kurşun kuşun mermi; birden bire Erhan’ın sımsıcak etiyle buluşuyor. “Hava kurşun gibi ağır”, taze kan kokusu, barut, duman birbirine karışıyor. Kalbinde bir ateş, demir, külçe gibi bir ağırlık; göğsünde bir yara, kanıyor.
Onuncu karede bir panik, korkuyla sallanıyor kamera. Yağız delikanlı derinden sarsılıyor. Kolları bir yana, başı bir yana savruluyor. Karşıda, üç katlı binanın önünde, kalabalık bir seyirci topluluğu daha. Erhan, şöyle bir sendeliyor; göğsünde bir yara, yüzünde bir bilmece... Sağında bir polis, biber gazı mandalına asılmış, yaralı gencin gözlerine gözlerine sıkıyor. Arkada üç polis sureti, başka bir izleyici grup daha görünüyor.
On birinci karede zaman bir kez daha insafsızca çözülüyor. Bir patlama, bir patlama, bir patlama sesi daha duyuluyor. Sokak ortasında genç bir adam, yüzünde bir şaşkınlık, çözülmesi güç bilmece; şöyle bir sarsılıyor kolları, önce kalkıyor havaya, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha sarsılıyor, sendeliyor, düşüyor.
On ikinci kareye, başka bir güvenlik görevlisi daha koşuyor; şaşkınlıkla sendeleyen Erhan’ın ensesinden kapıyor; çeviriyor, örseliyor, sarsıyor.
On üçüncü karede devletin silah tutan eli bir kez daha görünüyor. Görev tamamlanmış gibi kalçasının hizasına iniyor, lacivert pantolonun üzerinden silahının duman tüten namlusuna eğilerek bakıyor, umursamaz bir aymazlık içinde dönüp arkasını gidiyor.
On dördüncü karede İzmir’in konakları şaşkın. Eskipazar semti suskun, cadde ortasında genç bir adam; ömrünün baharında, henüz yaşanmamış kim bilir ne hayaller besteliyor. Sol eliyle göğsündeki yangını bastırmaya çalışıyor, bir kaç adım daha geri geri sendeliyor.
On beşinci karede genç bir delikanlı, elleri başında koşuyor. Polis önlemini almış, güvenlik tam tekmil, dört yan kuşatmada. Orta yerde bir arbede, koşup ağlayanlar, havada insan, havada çocuk, havada ölüm çığlıkları…
On altıncı kareye diğer bir kolluk görevlisi aceleyle giriyor. Belli ki, o da meslek aşkıyla dolu, durumdan vazife çıkarmaya niyetli; sırtını duvara yaslamış, sanki bir silahşor ya da sahte bir kovboy edasında. “Sırada kim var” dercesine küstahça bakışları. Birini daha yere indirmeye hazır, silahının soğuk kabzasıyla buluşmuş teni, tereddütsüz sıkmak için tetikte bekliyor eli.
On yedinci karede ellerinde telsizleri polislerin car car bağırıyor; ekipler beklemede, sesler boğum boğum, sirenler kulakları tırmalıyor. Henüz hayallere doyamamış Erhan’ın ateşler içinde yanan bedeni kirli asfalta düşmüş, sere serpe yatıyor. Baş ucundan üç genç, üç divane çocuk, üç yağız delikanlı; feryat figan elleriyle başlarını dövüyor; iki polis aracının arasında sinsi bir ölümün kare kare sureti parça parça bölünüyor, akıyor.
Kirli bir karanlık basmış on sekizinci kareyi, yavaş yavaş Erhan’ı kuşatıyor, sarıyor. Bedeninden oluk oluk boşalıyor kan, gözleri kararıyor, benzi sararıyor, teni soluyor. Arsız bir ölümün soğuktan buza kesmiş nefesi, genç adamın damarlarına ağır ağır doluyor.
On dokuzuncu karede, Kahveler Durağı 3820 Sokağın sakinleri, soğuk yüzlü bu ölümün zifirden sureti karşısında taşlaşmış anıtlaşmış gibi duruyor.
Yirminci karede ekran yavaş yavaş kararıyor, zaman dona kesiyor, gölgeler siliniyor, sesler yitiyor.
Sonraki karede ölüme batmış ağılı bir sessizliğin küf kokulu sesi duyuluyor.
Yirmi birinci kare; buzlaşmış cümle görüntüler, matlaşmış, flulaşmış gibi; Merkez Kıraathanesi şaşkın; kaldırımda çatık kaşlı kalabalık, ürkek balkonuyla üç katlı bina, telaş içinde sağa sola koşturan bir çocuk; havada kurşun sesleri, siren sesleri, kanlı üniformaları içinde kaybolmuş polisler; Eskipazar semtinde damarları kir tutmuş bir devletin sureti çürüyor.
Yirmi ikinci karede Erhan, yirmi üçüncü karede devlet, yirmi dördüncü karede ben, ölüyorum…

ÖNCEKİ HABER

Antakya'da güçlü savaş karşıtı miting

SONRAKİ HABER

Barış talebi boşa çıkartılmak isteniyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...