18 Mart 2012 11:12

Cüce bir dinozorun gözünden İstanbul

Son zamanlarda sıkça konuşulan İstanbul’daki değişim tartışmaları irili ufaklı sürerken geldi Selim İleri’nin Yaşadığım İstanbul’u. İleri kitabına ‘yaşadığım’ diyor ama anlattığı İstanbul yaşamakta olduğu bugünün İstanbul’u değil, bir zamanlar yaşadığı İstanbul. Gökdelenlerin yanında zavallı g&oum

Cüce bir dinozorun gözünden İstanbul
Paylaş
Sevda Aydın

Sekizinci kez İstanbul’u anlatıyorsunuz. Sekiz kitaba sığdı mı sizin İstanbul’unuz?

Yok henüz sığmadı. Bir-iki kitap daha çıkabilir. Ama bu kitaplar  başlangıçta kendi fikrim olarak başlamadı. 1980’lerin başında rahmetli Çetin Emeç “Hürriyet gazetesinin pazar ekine İstanbul yazıları yaz” dedi. İstanbul öyle bereketli bir şehir ki yazmak açısından bu yazılar böyle sürüp gitti. Bende alışkanlık oldu. Okurun da ilgisini çekti. Halbuki ben 35-40 sene öncesi anıların, kimi ilgilendirir diye düşünüyordum. Fakat öyle olmadı. Genç kuşağın geçmişteki İstanbul’a karşı garip bir şekilde tutkulu bir merakı var. Tarihi dokusu  bu kadar hızla değişen pek az kent var. Hiç olmazsa bazı şeyler yazı yoluyla kalsın duygusuyla bir tür siluet çıkarmak gibi bir şey olarak düşündüm ve bu böyle sürüp gidiyor.

İstanbul söz konusu olduğunda ‘değişim’ eskiyle hiçbir bağı olmayan bir tür yok etme eylemi anlamı mı taşıyor?

Evet, yok olmak başka bir şey, yok etmek bambaşka.  Yok olmak belki de bir zorunluluk olabilir. İstanbul 5-6 bin yıllık bir mazisi olan bir şehir. Doğal olarak zamanın getirdiği bir yok oluşu anlayabiliriz. Ama çeşitli politikaların İstanbul’u bir rant şehri olarak görmelerinin neticesinde yok edilen pek çok şey var. 1960’lar 1970’ler İstanbul’un bilinçli bir şekilde çeşitli alanları yok edildi. 1980’lerde mesela Boğaziçi sırtları feci şekilde tırpanlanmıştı. Dalan zamanıydı hatırlıyorum şimdi ne kadar çok şaşırdığımı. Rumeli Hisarı yakınlarında bir lokanta vardı; Hal Lokantası. Oraya giderdik arada bir. Bir hafta önce ağaçlarla kaplı tepe bir hafta sonra kel bir tepe haline gelmişti. Şimdi orası bir site oldu. İşte yok etmek tam da bu oluyor. Kitapta da vurguladığım gibi tarihi dokunun korunarak değişmesi başka. Ki ona 50’lerde Peyami Safa çok açık bir tespit koymuş, ‘Aman sur içini ellemeyin’ diyor. Çok doğru bir şey fakat dinlenmemiş.

TARLABAŞI’YA BELKİ YAZIYLA ÜZÜLÜNEBİLİNİR

Kentsel dönüşümlerle çalkanıyor İstanbul son yıllarda. Özellikle tarihi yerler ve kültür sanat alanları. Sizce tüm bu çalkantılar ne bırakacak geriye. Mesela sokaklarında çocukların top oynamadığı bir Tarlabaşı ne katacaktır edebiyata?

Edebiyata büyük yazıklanmalar sunacaktır.

Belki de asıl nostaljik İstanbul geyiği burada başlayacak...

Evet çok doğru. Asıl böyle başlayacak. Bizde çok sayıda eski sinema kapatıldı. Emek Sineması bunların arasında en gösterişlisi, en korunmuşuydu. Eğer yok edeceklerse hakikaten akıl almaz bir şey olur. Son kalan bir örneği yok ediyorsunuz. İstanbul’da 1960’ları hatırlayan bir kuşaktanım ben. İki tane çok güzel sinema vardı. Biri Atlas Sineması diğeri de Emek’ti. Atlas, Emek Sinemasına göre daha yıpranmıştı. Bölündü birkaç salona. Bütün dünyada sinema salonları küçülüyor deniliyor. Ama gidip baktığınız vakit Paris büyük sinemalarını iki-üç tane de olsa şiddetle koruyor. Bizse varolanı ikiye-üçe bölüyoruz yok aynısını başka bir yere koyabiliyormuşuz falan. Emek Sinemasının mutlaka korunması gerektiğini düşünüyorum. Bir başka sinema vakası daha var. Her ne kadar Emek kadar üstünde durulmamış olsa da koca Saray Sineması da  paldır küldür yok edildi. Ne yapılabilinir bütün bunlara, belki yazı yoluyla üzülebilinir. Çünkü her şey olacağına varıyor sonunda. Bir sistem var çünkü. Bu sistem her şeye rağmen kendi bildiğini yapıyor. Tarlabaşı için de benzer bu durum. Tamam çok hırpani kullanıldı ama o kadar güzel binalar var ki orada. Bir şekilde restore edilip, korunabilinir.

Sizin İstanbul’unuz, Abdülhak Şinasi Hisar, Ziya Osman Saba, Reşad Ekrem Koçu, Şair Nigar Hanım, Edip Cansever, Asaf Halet Çelebi, Nurullah Ataç, Salah Birsel gibi pek çok önemli yazarın, şairin, sinema ve tiyatrocuların İstanbul’uyla iç içe geçiyor...

Teşekkür ederim çok doğru... Belki de bugünün İstanbul’unun bana yabancılaşması ya da benim ona yabancılaşmam o insanların da artık yokluğuyla ilintili. Bugün düşündüğüm vakit  bugünden ne yazarım diye çok cılız kalıyor. Halbuki o insanların her biri için birer monografi kitabı yazılacak kadar bende zenginlikleri kaldı. Çok isterdim vakit bulup Lütfi Akad’ın ya da Orhan Kemal’in İstanbul’unu yazmayı. Orhan Kemal dediğiniz vakit bir araba dolusu çok önemli roman, hikaye var ortada. Bunların çoğu İstanbul’da geçen hikayeler. Mesela Önce Ekmek diye bir hikayesi var; Langa’yı anlatıyor. Langa’da  ertesi sabah işçi olacak  ama üniversiteye gitmek isteyen bir kızı anlatıyor. 1960’larda geçen bu hikaye birebir bugünle bağdaşıyor. Bu da çok ilginçtir. 50 yılda hiçbir şeyin değişmediği, belli bir kesimin insanının aynı mutsuzluğu 50 yıldır yaşıyor olması başlı başına öngörüdür. Çok isterdim böyle bir kitap yazmayı.

Orhan Veli bugün İstanbul’u dinlese sizce aynı duyarlılıkta mı olurdu İstanbul şiiri?

Orhan Veli bugün dinlese İstanbul’u herhalde dehşet içinde kalırdı. O sirenler, bağırtılar, insanların hitap şekilleri hiç mutlu bir göz kapatış olacağını sanıyorum. Gerçi ironisi olan bir adamdı. Yine gözlerini kapattığında çok ironik bir şiir ortaya çıkabilirdi. Ama elimizdeki şiir, duyarlılığı yüksek bir şiirdir. O şiiri elinize aldığınızda sanırım sizin kuşağa çok yabancı bir şiir o.

Biz gözlerimizi değil, kocaman kulaklıklarla kulağımızı kapatıyoruz...

Halbuki ben boğazın o günlerini hatırlarım. Boğaza gittiğiniz vakit. Vasıta geçmez, çıt olmaz. ‘50’li 60’lı yıllarda çekilen filmlere bakın yollar bomboş, korular sessiz, bahçeli bir İstanbul’dur. O bahçeli evler şimdi gökdelenlerin arasında zavallı görünüyor. Yarın Haydarpaşa’nın da yanına iki tane gökdelen dikilirse ki; proje oymuş. Bugün anıtsal bir yapı olarak gördüğümüz Haydarpaşa da birden bire bir kulübe olacak.


EDEBİYAT ŞEHRİ YAŞATMAYI GÖZDEN ÇIKARDI

İstanbul edebiyatını, edebiyat İstanbul’unu kaybediyor diyebilir miyiz?

Kaybetmedi mi zaten. Bence yavaş yavaş kaybediyor. Burada bir başka konu da edebiyatın geldiği noktadır. Satışa endeksli bir edebiyat kaldı. Bir şehri korumak, anlatmak gibi meseleler yok. Tam tersine 100 bin adet nasıl satarımın etrafına kurulmuş bir edebiyat olduğundan dolayı bunlar cazip gelmiyor. Çok acayip bir takım başka şeyler bulacaksınız ve bugünün afaki okuru için bu bulduklarınız çekici gelecek. Bir şehri korumak, anlatmak dediğinizde bizim edebiyatımıza bakın; Sait Faik diye bir adam gelip geçmiş. bu adam İstanbul’u yazayım dememiş belki ama bu şehri o kadar hissetmiş, o kadar ruhunda duymuş ki özgün edebiyatıyla onu yazabilmiş. Ya da Ziya Osman Saba. Bunların hepsi özgür yazarlar. o bakımdan edebiyatın kendisi de bir şehri yaşatmayı artık yavaşça gözden çıkardı.


YÖRE KENTLERİN EDEBİYATININ ÖNCÜSÜ ORHAN KEMAL’DİR

Suriçi, Boğaz, Kadıköy buraların edebiyatı tamam da öteki İstanbul’un edebiyatı olacak mı?

Bu yerlerin edebiyatı yavaş yavaş yazılıyor. Belki ilk Latife Tekin ile başladı. Tekil bir örnekti Tekin’inki. Ama şimdi bakıyorum çok daha fazla anlatılıyor. Anlatılması da gerekiyor. Yapılaşması, şartları kötü ama bambaşka bir dünya. Geçmişteki edebiyatın asude İstanbul diye anlattığı şeyle hiç benzemeyen, dişiyle tırnağıyla oralarda varolma gayreti içinde oldukları, mücadele içinde oldukları yepyeni yöre kentler var. Oralardan çok iyi ve çok ilginç romanlar, öyküler çıkar diye düşünüyorum. Orhan Kemal’dir yöre kentlerin edebiyatının öncüsü. İstanbul’un buralara varacağını çok önceden görmüş.  O zamanlar edebiyat çevrelerinin çalakalem yazıyor, para kazanmak için yazıyor dedikleri yazar, bugün baktığınız vakit geleceği en çok hissetmiş olan yazarımız. Bu bana müthiş etkileyici geliyor.


ANSIZIN GİDENLERİN İZLERİ

Benim ve ben yaştakilerin İstanbul macerası, belki de, sürekli ‘değişen’ İstanbul’a tanıklık. Altmış yıla varan tanıklık. Ziya Osman Saba’nın ölümünden sonra yayımlanmış güzel öykü kitabı Değişen İstanbul. Bu adı, Yaşar Nabi Nayır takmış. Değişen İstanbul 1959 tarihini taşır. O günlerde değişen neydi diye sorarsanız, Vatan Caddesi’ydi, şuydu buydu derken, eski imparatorluk başkentindeki akıllara durgunluk verici yıkım gayretleriydi. Bireysel hikayesi beni her zaman çok etkileyen ve çok üzen rahmetli Adnan Menderes, sağduyulu kişilerin itirazlarına, hem de çığlık noktasına varmış itirazlarına kulak asmayarak, İstanbul’un altını üstüne getiriyordu. Bu itirazlar arasında Cansever, Reşat Ekrem Koçu, Peyami Safa ne kadar önemli şeyler söylemişler; yazık ki umursanmamış. İstanbul’un Osmanlı’dan kalma birçok tarihi yapısı o günlerde, o, uğursuz istimlak hareketinde gözden çıkarılacaktı. Oysa, Peyami Safa’nın -adeta ‘kurtarıcı’ diyeceğim- bir teklifi varmış: Sur içi İstanbul’a dokunulmasın! Şehir, dışa doğru büyüsün! Yıllar sonra, sayfaları sararmış Ayda Bir dergisinde okumuştum. Gerçi, Yaşar Nabi Değişen İstanbul derken, öz mimarisine kıyılmış İstanbul’u çağrıştırmak istemiyordu herhalde. Ama, Ziya Osman Saba’nın hikayelerindeki içli yurtsama, bu şehirde insan ilişkilerinin epey değiştiğine işaret eder. Öz mimarisi git git yoksullaşan şehir, öz insan ilişkilerinden de -besbelli- yoksun kalacaktı. Yahya Kemal’in bazı şiirleriyle Orhan Kemal’in bazı romanları, öyküleri üç aşağı beş yukarı aynı semtleri dile getirir. Ne var ki, aynı insanlar karşımıza çıkmaz artık. Orhan Kemal’in Avare Mustafa’sı ‘sınıf atlama dünyası’nda ufalanacaktır... Oysa, çocukluğumdan hatırladığım İstanbul’da bunları ayırt etmek, bizim gibi sıradan kişiler için hemen hemen imkansızdı. Kadıköyü’nden sonra Cihangir’e taşındık. Cihangir özel bir seçim, tercih değildi. Babam Teknik Üniversitede öğretim üyesi; Gümüşsuyu’na yakın olduğu için Cihangir’e taşındık. 6-7 Eylül Olayları’nı Cihangir’deyken yaşadık. Bu cinnetten sonra azınlık yurttaşlarımız İstanbul’u, doğup büyüdükleri yurdu -büyük çoğunluk- terk etmek zorunda kaldılar. İstanbul maceramın acı sayfaları; çünkü, azınlık yurttaşlarımızın ayrılışıyla birlikte İstanbul birçok rengini kaybediyordu. Öteki İstanbullular sönen renklerin ayırtında mıydılar, bilmiyorum. Yıllar içinde, zaman zaman konuşulur, “Tarih karar verecek” denirdi. Böylesi yargılar için Peyami Safa’nın çok düşündürücü bir tespiti var: “Hüküm veremediğimiz veya hüküm vermek istemediğimiz her meseleyi tarihe havale ederiz. Eminim ki, şu cümleler, dünyanın hiçbir dilinde bizde olduğu kadar çok kullanılmamıştır: ‘Tarihe bırakalım, son hükmü o verecek.’ Tarih hüküm vermez. Hadiseleri ve onlar hakkında verilen hükümleri tarafsızca kaydeder.” Gelgelelim değişen İstanbul konusunda her şey tarihe bırakılıyordu. Dahası, İstanbul’un hızlı değişiminden çoğu kişi habersizdi. Gündelik hayat kendine özgü hayhuyuyla sürüp gidiyordu. Yarım yüzyıl öncesinin o İstanbul’u neyi, neleri yitirdiğinin bilincine varamamıştır. (Yaşadığım İstanbul, Everest Yayınları, sayfa 3-5)

ÖNCEKİ HABER

Zarife’den Leyla Kasım’a Kürt kadını

SONRAKİ HABER

T.T’nin intihar etmesini mi istiyorsunuz?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...