29 Ekim 2011 12:53

Kendi cesedini arayan Anadolu

Gri binaların kendisi küçüldükçe gölgeleri büyüyor sanırım. Savcı taşrada savcıdır mesela, doktor taşrada doktor, polis, asker... Ne havalıdırlar ama... ne çok devlettirler. Astları üstleri, yanları yöreleri... küçücük hayallerinin, kocaman rekabetlerinin de gölgesi büyüktür kendis

Kendi cesedini arayan Anadolu
Paylaş
Devrim Büyükacaroğlu

Bir Zamanlar Anadolu’dayı ‘Tüm  Zamanlar Anadolu’da’ yapan kadim meseleler değil mi bu filmi anca sindirebiliyor olmamızın nedeni... Nuri Bilge sinemasını izlenmesi zor bulan, önyargılı bakanlar da yavaş yavaş meraklarına yeniliyor olmalı ki beş haftadır vizyonda olan film şimdiden Nuri Bilge Ceylan’ın en çok izlenen yapımı oldu.

Filmin anlatıcısı Doktor’u canlandıran Başrol Oyuncusu  Muhammet Uzuner, üniversite sonrası 12 yıl Antalya’da Kent Tiyatrosu yönetmiş, taşra hiyerarşisini iliklerine kadar yaşamış bir oyuncu. Karadenizli Uzuner, bozkırın uçsuz bucaksız boşluğu içinde; yoksunluğun, hayatın her yerde yemyeşil olmadığının dehşetine kapıldığı oranda bizi Doktor’un iç dünyasına, yanlızlığına, biçareliğine yavaş yavaş sürüklemeyi başardı.

Dalından düşüp yuvarlana yuvarlana çoktan çürümüşlerin arasına giden elmanın uzun yolculuğunu manasız bulanlar için 2.5 saatlik bir işkence Bir Zamanlar Anadolu’da.

İçlerinde savcısı, doktoru, polisi, askeri, katili, şöförü ve kazma, kürekçileri ile iki araba bir askeri jipe sığışan Anadolu’nun içinden çıkamadığı çaresizliği, yoksunluğu, sıkışmışlığı duyumsayanlar içinse bir başyapıt.

Sonra demedi demeyin diye söylemeliyim... sizi -mesele ettiği filmin de katkısıyla- ya çok sıkıcı ya da çok derinlikli bir röportaj bekliyor. Sıkılacakları ayıplayamam, zira siz olmasanız bu film olmazdı. İyi ki varsınız...


Filmin adı sence Tüm Zamanlar Anadolu’da olabilir miydi?
Olabilirdi tabii. Filmin bir zaman kaygısı yok çünkü. Bir Zamanlar Anadolu’da isminin ironisi de; geçmişte olmuş bitmiş gibi bir olayın bugün de benzerlerinin yaşanabileceğini, karakterlerin kimlikleri ve ruh halleriyle gelecekte de devam edeceğini düşündürüyor. Aslında sürüp giden insanlık halleri işte.

Hıncal Uluç “2.5 saat süren sıkıntı” demişti, aksiyon dururken insanlık hallerine odaklanmaktan birileri fena sıkılıyor herhalde...
Herkesin filmden alacağı farklı... biz hayata nereden bakıyorsak, baktığımız şeyi de oradan alırız. O yüzden bu filmin tepkileri çok değişken. Kimisi olay örgüsüne kendini verip sorular üretiyor kafasında, kimisi karakterlerin ruh hallerine, psikolojilerine, çıkmazlarına ilişkin kafa yoruyor. Mesela hayatı biraz Çehovyen algılayan insanlar filmin o tarafını hemen algılıyorlar. “Doktor o kızla neden evlenmedi, o kızla kaçar mıydı?​” tarzı sorular soranlar da olabiliyor ama pekala.
Hıncal Uluç’u okudum, fuzuli sahnelerden biri olarak elma sahnesini söylemiş. Herkes kendi hayatı kadar izliyor işte, herkes kendi kadar yani. Bir kişinin gündeminde magazin varsa, o magazin ağırlıklı algılayacaktır hayatı da sinemayı da. Hıncal Uluç’a filmi eleştirdiği için kızmıyorum, eleştiri mekanizmasını doğru yürütmediği için kızıyorum. Türkiye’de genellikle “Ben olsam şöyle yapardım” ile başlayan cümleler kurulur ki tiyatroda da aynısı var. Eleştiri denen şey daha analitik olmalı, daha özüne, bütününe ilişkin bir şey olmalı.

HEM DOĞUNUN DİNGİNLİĞİNİ HEM AVRUPANIN AKLINI TERK ETTİK

Bizim çokça Amerikan sineması izlememiz  sinema algımızı nasıl etkiliyor sence?
Hem Doğu’nun dinginliğini hem de Avrupa’nın aklını terk etmiş durumdayız. O yüzden Avrupalılaşmıyoruz, Amerikalaşıyoruz giderek. Hayata da bu gözle bakıyoruz. Bir insanla arkadaş olduğumuz zaman onun ne yaptığına bakıyoruz, nasıl yaptığına değil. Ne söylediğine bakıyoruz, nasıl söylediğine değil. Aslında olup bitenle ilgilenmiyoruz, olan bitene maruz kalıyoruz. Kişisel gündemimiz yok, gün içerisinde yuvarlanıp gidiyoruz o elmalar gibi. Seyirci bir aksiyon; dolayısıyla da giriş, gelişme, sonuç bekliyor. Hayatta olaylar ve durumların arkasında olan esas olaylar daha önemli oysa ve biz bunları algılamaya çalışmalıyız. Filmleri “çok yavaş, ilerlemiyor” diye eleştirilen Nuri Bilge’nin “Algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmek gerekiyor” demesi de bu yüzden.

Doktor karakterini dışında tutarak soruyorum, diğer karakterlerin bizzat kendileri izlese bu filmi ne düşünürler sence?
Dün Çorum’da öğretim görevlisi olan bir arkadaşımla konuştum. “Çorum’da izlerken dört kişiydik salonda, eğer salon dolu olsaydı ve Çorumlular ile beraber izleseydim, nasıl bir tepki oluşacaktı çok merak ediyordum” dedi. “Eğer Çorumlular bu filmi izliyor ve beğeniyor olsa zaten oradaki karakterler bir film karakteri olmazdı” dedim. Bir sürü insan bireysel anlamda kendi çıkmazlarından bir çıkar yol -kapitalist anlamda değil, ruhsal ve bütünsel anlamda- bulmuş olurlardı. O insanlar izlese, -ki izlemezler bence- onlar için çok sıkıcı olurdu muhtemelen. Ama şu ihtimal vardır her zaman, eser kişiyi kendisiyle yüzleştirebilir, “Hayat öyle değil, böyleymiş” dedirtebilir. Ki sanatın umut kısmı da buradan doğuyor.

O umut mu sanatçıyı motive ediyor?
Gelecekten çok umutlu bir insan değilim ama derinde bir yerde umut olmasa “Ben umutsuzum” da denmez. Zira sıfır umut intiharı gerektirir.

DOKTOR’UN DİĞERLERİNDEN FARKI ÇARESİZLİĞİNİN FARKINDA OLUŞU

Sence Doktor’la aynı havayı soluyan diğer insanlardan Doktor’u ayıran ne?
Doktor oraya tayinle gitmiş ve ihtimalen büyük bir şehirde okumuş. Oraya yabancı, diğerleri ise oranın yerlisi. Bu yabancılıktan dolayı, gözleyen, izleyen bir tip. Diğerleri o küçük hayatları içerisinde yoğrulup dururken, Doktor belki de biraz kibirle onları küçümsüyor, onlarla konuşacak hiçbir şeyi yok.

Polis, asker, savcı da oralı değil ama…
Ama aslında hepsi oralılaşmış ve oralı. Büyük bir şehirde de olsalar kendi iç dünyaları, entelijansları açısından küçük dünyalarında yaşayacaklar onlar. Dünyaya ve kendine bakış açısıyla alakalı bir şey bu. Savcı da biraz taşralılaşmış. O da kendi işini bitirip Ankara’ya dönmek, kendi bürokrasisinin içinde kaybolmak için can atan bir tip. Doktor’un hayatla olan ilişkisi farklı. Daha yalnız bir adam, küçük hesaplarını bitirmiş, peşinde koşacak yeni hesaplar arayan, gidecek bir yeri olmayan bir adam. Sıkışmış, diğerlerinin ulaşması gereken küçük hedefler Doktor’da yok, ne yapacağını bilemiyor. Komiser Naci “Gençsin, kaç kurtar kendini” diyor, o da “Nereye?​” diyor.

Bir hayali dahi yok sanki…
Evet, olan biteni anlamlandıramadığını, çaresizliğini anlıyoruz. Bu anlamda diğerleriyle örtüşüyor. Ötekiler de çaresiz, Doktor da. Ama Doktor çaresiz olduğunun farkında, onun diğerlerinden farkı bu. Herkesin konuşabileceği tek adam Doktor, ama Doktor’un konuşabileceği kimse olmadığı için onun hikayesini bilemiyoruz. Sadece odasında kendine baktığı aynadan biliyoruz Doktor’u.

BİR ERKEK FİLMİ OLDUĞU KADAR BİR KADIN FİLMİ DE

Diğer erkekler gibi onun da bir kadın hikayesi var belli ki...
Bir kadınla ilişkisi söz konusu. Büyük ihtimal onunla çok mutluydu ama o ilişki bittikten sonra umutsuzlaşmış gibi. Zaten “Film erkek filmi niye kadın yok?​” deniyor ya, ben de burada itiraz ediyorum, aslında bütün erkeklerde bir kadın var. Erkek filmi olduğu kadar bir kadın filmi de bence.

Savcının hikayesinin kendisi bir kadın hikayesi olarak okunabilir, Doktor’un hikayesi de … Erkeklerin birtakım kadınlardan yansıladıkları bir hikaye aslında filmin tamamı… Katilin ki de öyle…
Hepsi öyle. Komiser Naci’nin Love Story melodisi ile çalan telefonunda karısıyla yaptığı konuşma belki o melodiye denk gelmiyor ama belli ki adam bir aşk özlemi içerisinde.

Beş çeşme boyunca hepsinin hayatlarındaki ‘büyük eksiği’ öğreniyoruz, kadınların da vasıtasıyla…
Bir ölü var, onun yerini bilen adamlar da yanlarında… Her şey belli, cesedi bulunduğu yerden çıkarıp kasabaya getirecekler. Suçluyu bulmuşlar, delili arıyorlar. Böyle baktığın zaman neden ilk çeşmede bulunmadı diyebiliriz. Öyle olsa 15 dakikada biterdi işte! Filmde beni en çok etkileyen kanallardan biri bu. Ölüyü hiçbir zaman bulamazlar aslında, çünkü kendileri de ölü, kendilerini, kendi cenazelerini arıyorlar. Neden beşinci çeşmede buluyorlar? Çünkü beşinci çeşmeden önce muhtarın evine uğruyorlar. O ev filmin kavşak noktası, orada filmin bütün kimyası değişiyor. Zanlı cesedin yerini buluyor çünkü muhtarın kızından çok etkileniyor, Savcı ve Doktor arasındaki konuşmalar derinleşiyor, herkeste bir çözülme oluyor. Ancak kendileriyle yüzleşme aşamasına geldikten sonra o cesedi buluyorlar.

FARKLILAŞTIĞIMIZ ORANDA İKTİDARDAN HESABIMIZI GÖREBİLİRİZ

Komiser, onun üstünde bir Savcı, bu hiyerarşinin hiçbir yerinde durmayan Doktor, bunların altında duran şoför, onun da altındaki kazma kürekçiler… En altta katiller… Bu hiyerarşi, Yozgat’ta da var, Antalya’da da var, İstanbul’da da var… Filmi “Tüm Zamanlar Anadolu’da” yapan aslında karakterler arasındaki ilişkinin hiyerarşisi de değil mi?
Evet, hiyerarşinin kendisi ve hiyerarşinin içerisindeki insanların da bu hiyerarşiye baktığı nokta bu filmi tüm zamanların filmi yapıyor. Dikkat edersek, sadece hiyerarşinin alt ve üst kısmı değil, aynı hizadaki insanlar arasında da iktidar çatışması var. İki şoför arasında, komutanla polis arasında, iki katilin arasında… Aslında bir varlık savaşı bu çatışma. Bir insan ne kadar iktidardan davranıyorsa, varlığı o kadar tehlikelidir. Kendi varlığını kendi özünden inşa edemeyen bir insan, başkasını aşağı çekerek, onun varlığını kullanarak kendini var etmeye çalışır. Bu anlamda da ciddi bir iktidar savaşı var. Bunu hiyerarşi olarak da, erkekler arasındaki iktidar savaşı olarak da, genel olarak bir varlık mücadelesi olarak da anlayabiliriz. Ama varlıklarını yanlış yerlerde aradıkları için belki de ölü hepsi. Orada en varlıklı olan, en aklı başında olan, en ne yaptığını bilen, en olmuş olan ceset! Ötekiler henüz çiğ.
Doktor iktidar mücadelesi ile ilgilenmediğinden ‘sır verilebilir, dert anlatılabilir’ biri haline geliyor. Kimse, Doktor’un kendisine anlatılanları bir koz olarak kullanacağını düşünmüyor çünkü...
Çok doğru ve çok güzel bir noktayı söyledin, hiç böyle okumamıştım bunu. Buradan da, iktidarla ilgili meselemizi hallettiğimiz zaman daha insanileşeceğimiz düşüncesine varabiliriz. Haliyle de şifa anlamında daha çekici hale geliyor, daha özümüze iniyoruz. Gerçekten Doktor iktidar hesaplarına girmeyen ve buna bağlı hedefleri olmayan biri. Bu nedenle daha insan gibi duruyor… ama finalde verdiği kararla belki iktidar duygusunun kendisini biraz cezbettiğini söyleyebiliriz. Tabii bu kişisel yorumum.

Taşrada daha görünür olan hiyerarşik mekanizmanın onu da çevrelemesini, doktorun da onlardan biri olmasını beklemeli miyiz?
Genel-geçer kurallara göre davranan herkes aynıdır. Silahları da, zaafları da aynıdır. Nerede susacağı, nerede haykıracağı bellidir, bam telleri bellidir ve aynıdır. Bu tür filmleri çok sıkıcı, çok yavaş bulan insanlar da aynılaşmış insanlar. Mesele bu aynılıktan kurtulmak, temel manşette hepimiz aynıyız, insanız. Ama hayata nereden baktığımız konusunda ve öz duygularımız açısından çok farklıyız. Farklılaşabildiğimiz oranda varlığımızı nereden var edip, inşa edeceğimiz konusunda iktidarla hesabımızı doğru görebiliriz.


BOZKIR BANA HAYATIN YEŞİLDEN İBARET OLMADIĞINI HİSSETTİRDİ

Peki bu hikayenin bozkırın kalbinde geçiyor olması anlatıma nasıl bir katkı sunuyor sence?
Olayın bozkırda geçmesinin temel nedeni hikayenin orada gerçekleşmiş olması. Ama eminim bu olay Karadeniz’in bir dağında da gerçekleşseydi Nuri Bilge bunu bozkırda çekerdi. Çünkü karakterlerin çıkışsızlığı, küçük hedefleri, o hedefe ulaştığında hayatının devam edeceğini sanması, bozkır coğrafyasına çok uyuyor. Filmin özetinde de söylenen şey: tepecikleri aştığında yeni bir hayatla karşılaşacakmışsın gibi geliyor ama yine aynı tepecik, yine aynı tek düzelik… insanları da bu coğrafyadan farklı değil, onlar da yoksun.

Karadenizlisin… bozkırın yoksunluğunu misli misli hissetmiş olduğunu sanıyorum.
Kesinlikle doğru. Karadeniz’de 18 yıl yaşadım, sonra Ankara’yı yaşadım ve hiç sevmedim. Çünkü şehrin içi de bir nevi bozkır orada. Sonra 12 yıl Antalya’da yaşadım ki oranın yeşilini yeşilden bile saymadım. Bu filmin tecrübesinde, bozkıra o kadar ön yargılıydım ki… Bozkır yoksunlukla beraber boşluk da demek. Boşluk duygusu insanın kendisine dönmesine sebep oluyor. Kendisine dönünce hesaplaşma başlıyor. Çok büyük bir uzayın içindeymişsin gibi hissediyorsun. Dolayısıyla bu anlamda beni etkiledi, kendimle yüzleştim. Hayatın ağaçlardan ve berrak sulardan ibaret olmadığını, burada da bir hayat olduğunu hissettim.


Senin de büyük bir taşra tecrüben var. Üniversitenin ardından 12 yıl Antalya’da Kent Tiyatrosu kurmuş ve yönetmişsin. Filmdeki gibi bir tarafında bürokrasi diğer tarafı halk olan bir görev…
Çok doğru diyorsun. Büyük Şehir Belediyesinde tiyatro okulu açtım arkadaşlarımla beraber. Hem eğitmenlik yaptım, hem oyun yönettim. Hem oynadım, hem sanat yönetmenliği yaptım hem de tiyatronun idari işleri ile ilgilendim. Sabah 9 gece 1… 12 yıl tiyatro yaptık. Herkesin başvurabildiği, herkesin kazandığı sınavlar yaptık. 70 yaşında öğrencimiz de vardı. 400 ila 700 arasında öğrenci vardı. Oyunculuk eğitimi alabileceklere oyunculuk eğitimi veriliyor ve bu oyuncular bizim profesyonel oyunlarımızda sahne alıyorlardı, başrolde dahi oynayabiliyorlardı. Fırsat eşitliği sağlayan bir halk konservatuvarı gibiydi. Benim pozisyonum da; gündüz belediye ile uğraşıp, akşamları halkla beraber tiyatro yapmaktı. Bu büyük bir şizofreniydi ve çok yorucuydu. Belediyeye rağmen, zaman zaman da halka rağmen, kısacası her türlü zorluğa rağmen yine izleyen, gözleyen, çok müdahaleci olmayan bir konumdaydım. Bu yüzden Doktorla benziyoruz. Belediyede de, halkta da bu filmdekine benzer karakterler vardı. Hepsi insan, içlerinde çok güzellik var ama çıkışsızlıktan, çaresizlikten bir bozkır yoksunluğu içinde kalmışlardı, sonuçta Antalya da bir bozkır bu bakımdan.

O tiyatro hâlâ sürüyor mu?
Hayır, iktidarlar değişti ve orası kapatıldı.

Kapatılmasının çok trajik olduğunu düşünüyorsun sanırım?
Bence öyle. Sadece perde açıp kapatmak, bir dünya yazarının oyununu sergilemek bence bir kentin tiyatrosunun işlevi olmamalı. O kent de tiyatronun içinden geçmeli. Bunu orada uyguladık. Oradan birçok insan geçti ve birçoğu oyuncu oldu, yazar oldu. Çok büyük bir kısmı da çok iyi bir seyirci oldu, sahne sanatlarına dair bir bilinç kazandılar. Özellikle yerel yönetimlerin buradan yürümesi gerekirken, daha kurumsal, genel-geçer bir şeyi tercih etmeleri, bu alternatifi kapatma yoluna gitmeleri çok trajik tabi.

Peki şu anda tiyatro hayatının neresinde?
Şu an Tiyatro Pera’da oyunculuk yapıyorum. Bir oyunum var ‘Şerefe Hatıralar’, 6. yılına girdi, kasım ayında oynayacak.

ÖNCEKİ HABER

Deprem bölgesinde kadın olmak

SONRAKİ HABER

İşçiler dayanışma için Erciş’te

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...