20 Eylül 2014 06:00

İskoçya kaybetmesine rağmen kazandı

Avrupa’da İskoçya’daki referandum, Fransız hükümetinin güvenoyu alması ve Ukrayna sorunu haftanın gündem konularıydı.

İskoçya kaybetmesine rağmen kazandı
Paylaş

Avrupa’da İskoçya’daki referandum, Fransız hükümetinin güvenoyu alması ve Ukrayna sorunu haftanın gündem konularıydı. Fransa’da Manuel Valls’ın 2. hükümetinin güven oylaması yapıldı. Beklendiği gibi Valls güven oyu aldı, ama 8 Nisan’da yapılan ilk hükümet güven oylamasından bu yana meclisteki desteği 37 oy azaldı. Artık hükümetin mutlak bir çoğunluğu yok. Muhalefet güçlerinin 244 oyuna karşı hala 253 ‘sosyalist’ milletvekilinin desteği ile nispi çoğunluk elinde ama 1962’den bu yana ilk defa bir hükümet güven oylamasında mutlak çoğunluğu alamıyor. Bu ise Hollande ve Valls’ın ne kadar zayıfladığının ve toplumda ne kadar büyük tepki olduğunun göstergesidir. Cumhurbaşkanı toplumdaki çoğunluğu çotdan kaybetmiş bir durumda.  

Ukrayna’da ise olan bitenler, AB ile Ukrayna arasındaki sözleşme, Rusya’nın uzlaşır tavrına rağmen batılıların saldırgan tavırlarını sürdürmeleri hatta Ukrayna’da ikinci bir askeri manevra başlatmaları, Almanya’da şimdiye kadar Rusya’ya karşı tavrıyla bilinen ana akım medyada bile eleştirilere neden oldu.  Die Welt gazetesindeki yorumda AB açıkça uyarıldı.


KAYBETMELERİNE RAĞMEN KAZANDILAR

Jutta KRAMM
Berliner Zeitung


İSKOÇYA’da bağımsızlık yanlıları kaybettiler ama yine de referandumun kazananı onlar. İngiltere başbakanı Camerun oylamadan önce diz çökerek İskoçya’ya daha fazla yetki verileceğini söylemek zorunda kaldı.
Bu oylama sonucundan sonra hiçbir şey İngiltere’de de Avrupa’nın geri kalanında da eskisi gibi olmayacak. İskoçya değişti. referandum sürecinde ulusal değerler üzerine oldukça politik ve demokratik bir tartışma süreci yaşandı ve halkın kendine güveni alabildiğine yükseldi.
Alex Salmond ve bağımsızlığa evet kampanyasının diğer sözcüleri doğal olarak ulusal sorunu da öne çıkardılar. Ancak en fazla öne çıkarılan zenginle yoksul arasındaki uçurum, servetin dağılımındaki adaletsizlik oldu. Göçmenler, sağlık, eğitim, atom silahsız bir İskoçya konuları sürekli gündeme getirildi. İskoçyalılar bu tartışmalarda Londralı elitlerin neoliberal politikalarına karşı çıktılar ve saflarını ister evet ister hayır desinler öyle belirlediler...Adil bir Büyük Britanya ya da İskoçya idi istedikleri.
Referandum öncesi İngiltere başbakanı David Cameron, İskoçya’ya daha fazla yetki, daha fazla özgürlük ve daha fazla otonomi verilmesini kabul etmek zorunda kaldı.  Referandumun sonucundan bağımsız olarak şimdi iki taraf arasında görüşmeler başlayacak ve verilen sözlerin hayata geçirilmesi sağlanacak. Bu nedenle evet kampanyasını sürdürenler açıkça referandumu kaybetseler de kazanan olduklarını söyleyebilirler.
İskoçyalıların ortaya attığı ‘Londra’nın dominantlığının nedeni ne?​’ sorusunun cevabını aslında çoğu İngiliz ve Waller vatandaşı da öğrenmek istiyor. Neden bölgesel özerklik yok ve bölgelere kendi sorunlarıyla ilgili daha fazla yetki verilmiyor? Neden eyalet sistemine geçilmiyor? Hala Lordlar Kamarası’nda ısrar edilmesinin anlamı ne?  İskoçyalıların referandum sonucunda elde ettikleri İngiltere’nin demokratikleşmesinde, modernleşmesinde  önemli bir rol oynayacaktır.
Avrupa sorununa gelince, İskoç referandumunun sonucu, herhangi bir yerdeki ulusal veya bölgesel özerklik talebinin Avrupa düşmanlığı anlamına gelmediğini gösterdi. İskoçyalılar AB’de kalmak istiyorlar, 2017 yılında AB üyeliği konusunda yapılacak referandumun sonuçlarından korkuyorlar.  İngiltere ile beraber yürümek ve daha az  sınır ve bölünmeden yana olan  Avrupa ülkeleri için İskoçya’nın ‘hayır’ı iyi bir işaret.

Çeviren: Semra Çelik


BRİTANYA PARLAMENTOSU HALKIN GÜVENİNİ KAYBETTİ

Morning STAR
Başyazı

İSKOÇYA oyunu nasıl kullanırsa kullansın, kesin olan tek bir şey var o da İngiltere devleti toplumun güvenini kaybetmiştir. Morning Star gazetesi İskoçların ayrılmasını desteklemiyor. Gazeteye katkı sunan yazarlar bu konu ile ilgili bir çok açıklama yaptılar. Sunulan anayasa Britanya ve uluslararası sermaye sahiplerinin gücünü ve yönetimini zayıflatmayacak. Tam tersi ayrılmak işçi hareketini ve onun örgütlerini zayıflatma riski taşıyor. Gazetemizde bağımsızlıktan yana olan diğer sol bakışlı köşe yazarlarımızın da kanıtladığı gibi referandum  tartışması  mevcut parlamentonun elitlerini sarstı. 
Komünist partisinin ve diğer sol gruplarının da ön gördüğü 2008 finans krizi neoliberal politikanın bataklığını bir kez daha gösterdi, aynen 1970’lerde gösterdiği gibi. 
İşçi Partisi fırsatı varken Margaret Thatcher’in getirdiği yasaları ve uygulamaları geri çevirebilirdi ve toplumun sahip olduğu ve yönettiği bir ekonomiyi Britanya halkına alternatif olarak sunabilirdi. Önemli sanayileri kamusallaştırabilirdi ve krize yol açan spekülasyondan kurtulmuş olurdu. Böylelikle aç gözlü ve istidatsız özel şirketleri engellemiş olurdu. [..]
Referandumda evet oyu verecek olan İskoçlar haklılar, Britanya parçalanmış bir bölge. Bizi yönetenler bizi temsil etmiyorlar. Kanserli fikir olan neoliberalizm sadece mevcut koalisyon hükümetinin içinde yer almıyor aynı zamanda İşçi Partisi’nin kal[..] Bu mesele ulusal mesele değil sınıfsal bir mesele. Bizlere  saldıran kapitalizme karşı işçi sınıfının birleşmesi temel zorunluluk.  İskoçya, Galler ve İngiltere işçi sınıfının  bizi yönetenlere karşı ve ulusal politikayı değiştirebilecek  düzeyde bir güç olması gerek. Bizim sınıfımızın, bizim ülkemizin, bizim kültürümüzün ancak bu anlayışla daha iyi ve adil bir Britanya yaratma potansiyeli olur.  İskoçya ayrılsın veya ayrılmasın gerçek, radikal federalist ve hakiki yerel bir demokrasi için savaşılmalı. [..] Bu adanın kuzeyi ve güneyi için bizim önceliğimiz sosyalizm. Morning Star bu adalarda mücadele veren ve ikamet eden kim olursa olsun onların sesi olmaya devam edecek.

Çeviren: Çağdaş Canpolat


ENGELLENMİŞ BİR BAŞBAKAN

Başyazı
Le Monde


KİŞİLİĞİ ve en büyük kalitesi budur. Manuel Valls sorumluluklarının önünden kaçmıyor. Elbette bu sorumlulukların getirdiği risklerden de. Başa gelmesinden 5 ay sonra, kendi cephesinde, hatta bizzat ekibinde bile yoğun eleştirilere tabi tutuluyordu, ve başbakanın durumu netleştirmeye ihtiyacı vardı. Bunu iki aşamalı yapabildi. Ağustos sonunda, ikinci hükümetini kurarak, daha homojen ve itiraz edenlerden arınmış bir ekip oluşturdu. 16 Eylül Salı günü ise, millet meclisinden, yine daha homojen bir çoğunluktan güven oyu aldı ama bu çoğunluk küçüldü, daraldı ve kaygılı. 
Sol Cephe’nin muhalefeti önceden de biliniyordu. Yeşiller partisinin toplu olarak çekimser oy kullanmaları, çoğunluğa katılmalarının artık gitgide daha fazla nispi olacağını teyit etti. Daha da önemlisi, sosyalistler cephesinden itiraz edenler daha da genişledi ve pekişti : 8 Nisan oylamasında güven oyu vermeyenler 11 kişiyken, Salı günü bu sayı üç katı artarak 31’e çıktı. Başbakan, kendisine alternatif bir “çoğunluk” yok diye sevinebilir elbette, ama ülkeyi artık nispi bir çoğunluk ile yönetmesi gerektiğini biliyor : 269 milletvekilinden destek aldı,, mutlak çoğunluk ise 289 oy. 
Ülkenin bulunduğu ekonomik kriz koşullarında (yükselmeyen bir kalkınma, işsizlik artışının durmaması, bitmez tükenmez vergiler, geriletilemeyen bütçe açığı, rekor borç) Meclis’deki bu durum, Valls’ın bayrak olarak salladığı “cesaret” ve “reform” diskurlarına artık çok yer bırakmıyor. Tam tersine bu durum ihtiyatlı ve uzlaşmalı davranmayı zorunlu kılıyor, aksi takdirde ülke felç olabilir. 
Aslında Başbakan bunu kendisi de meclis konuşmasında kanıtladı; tarzında, ilkelerinde ve inançlarında sert, ama konuşmanın özünde, içeriğinde ve somut sözler konusunda ise savunmadaydı. 26 Ağustos’ta patronların önünde “İşyerlerini seviyorum” ile beş gün sonra Sosyalist Parti’nin La Rochelle kampında “Sosyalistleri seviyorum” söylemlerinin ortasını, sentezini yapmaya çalıştı, bu ise aşk deklarasyonlarına göre daha sönük, daha az heyecanlandırıcıydı. 
Konuşmasında gelecekte sağ ile, adını belirtmeden Nicolas Sarkozy’nin dönüşünü kastederek, “gerçek bir çatışma” ya değinmesi anlaşılır bir durum, ama bu bile aslında ne kadar zayıf bir pozisyonda olduğunun itirafıdır aslında. Zira, sağa karşı var olan tepkiyi öne çıkartarak kendisinin solcu olduğunu kanıtlama girişimi, solculuğunun herkes için, hatta kendi cephesinde de, o kadar açık olmadığının itirafıdır. 
İşte tam da bu nokta kendi çoğunluğu içinde “çatışmaların” artık bitmez tükenmez olacağının bir kanıtıdır. Üstelik önemli ve kaçınılmaz büyük bir tartışma yaklaşıyor : Sonbahardaki bütçe tartışmaları. [...] Burada da ikna etmek, olmazsa da dayatmak zorunda. Engellenmiş bir başbakan olarak Manuel Valls için  gerçeklerle yüzleşme zamanı her zamankindan daha fazla yakın. 

Çeviren : Deniz Uztopal


UKRAYNA’DA OLAN BİTENLERİ GÖRSE CLAUSEWİTZ AĞLARDI

Michael Stürmer / Die Welt

NORMAL olarak sorunlar konuşula konuşula çözülür.  Devletler arasında ise iletişimin başka kuralları vardır. Ukrayna ile Rusya arasında olduğu gibi güç gösterisinde bulunup birbirlerine tehditler savururlar.  
Prusyalı general Carl von Clausewitz çoktan öldü ama savaşın ne olduğunu ve neden savaşılmaması gerektiğini anlattığı, 1832 yılında  yayınlanan, ‘Savaş Üzerine’ kitabı hala çok öğretici. Bu kısa kitap NATO genel sekreterlerinin ve savunma bakanlarının sınav tezi olmalı. Üniformalı filozofun en önemli öğretisi küçük ve büyük savaşların olduğu ve maalesef savaşların isteğe bağlı çıkmadığıdır. ‘Düşman’a diz çöktürmek her zaman büyük çaba gerektirir.  Bu anlamda ciddi durumlarda iletişim olarak savaşın çıkması kaçınılmazdır. Yaptırımlar savaş değildir ama maalesef -sıkça unutulduğu üzere- barış da değildir.
Atom çağında yanılgılar, hayaller, kafa yormamak  ve düşünmeden harekete geçmek bağışlanabilecek şeyler değildir.  Sembolik olduğu iddia edilen şeyler de sorunun çözümünde şiddetten mi, konuşmaktan mı yana olunduğunu ortaya koyar. Önceki gün Batı Ukrayna’da Rapid Trident (Çevik Zıpkın) kod adıyla askeri bir manevra başlatıldı.  Üçlü asa anlamına gelen zıpkın Yunan mitolojisine aittir, denizlerin kime ait olduğunu simgeler. Denizlerin hakimleri onu avuçlarında tutarlar. Batılıların bu sembolik ismi akıllıca seçtikleri ya da zamanını akıllıca belirledikleri söylenemez.
Şimdilerde Karadeniz’de Rus uçaklarının gölgesinde ABD ve Kanada savaş gemileri dolaşıyor.  Kimisi biz istediğimiz denizde istediğimiz gibi dolaşırız demek için, kimisi Kırım ve Sivastopol’un kendisine ait olduğunu göstermek için... Manevranın tam da sinirlerin gergin, silahların bilenmiş olduğu zamanda yapılması doğru mu? Oynanan oyun satrançtan çok Rus ruletini hatırlatmıyor mu?
Rus yönetimi birkaç gün önce Doğu Ukrayna’daki askeri birliklerinin çoğunu geri çekeceğini açıklamıştı. Batılı haber alma teşkilatları gerçekten birliklerin geri çekilmeye başlandığını bildirdi.  Rusya çatışma salıncağının kendi tarafında frene bastı. Avrupa Birliği ise bekleyeceğine yaptırımları arttırma kararı aldı.  Krizi yönetmek ve çatışmayı engellemek böyle mi yapılır?
Rusya, 5 Eylül’de  statüko temelinde ateşkes ilan ettiğini açıkladı. Poroşenko’nun askeri birlikleri de buna uydular. Putin’in danışmanı Sergey Karaganow Financial Times gazetesinde  ilan edilen ateşkesin her iki tarafa da düşünüp hayallerinden vazgeçmeleri için zaman kazandıracağını, şans sağlayacağını açıkladı.  Açıklamanın en ilginç gizli mesajlarından biri Moskova’nın da belli hayallerin peşinde koştuğunun kabul edilmesiydi.  Aslında iki tarafın hayallerini öğrenebilsek sorunun çözümünde adım atabilirdik.  İşte iletişimin gizemi de burada zaten...

Çeviren: Semra Çelik

ÖNCEKİ HABER

Suriye ve müdahaleci koro

SONRAKİ HABER

\'Seçimi kaybetmeseydik işsiz kalmazdınız\'

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa