15 Eylül 2014 06:00

Ferhat Uludere’den postmodern bir hikaye

Özellikle genç okuyucuların dikkatini çeken ve 2002’de ilk öykü kitabı Sayıklamalar’ı yazan Ferhat Uludere’nin İşlenmiş Aşk Mektupları, 1001 Fıçı Bira, Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’dan sonra son romanı Seyyid Hâmid Badincani’nin yeni bulunmuş el yazmalarından 'Don Quıjote’nin Üçüncü Cildi' üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Ferhat Uludere’den postmodern bir hikaye
Paylaş

Eylem AYDOĞDU
İstanbul   

Yazın hayatına Rock Reaction adlı dergide başlayan Ferhat Uludere, öğrenim hayatını Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tamamlarken; yine aynı okulda hocalık yaparak yeni yazarlar yetiştiriyor. Özellikle genç okuyucuların dikkatini çeken ve 2002’de ilk öykü kitabı Sayıklamalar’ı yazan Ferhat Uludere’nin İşlenmiş Aşk Mektupları, 1001 Fıçı Bira, Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’dan sonra son romanı Seyyid Hâmid Badincani’nin yeni bulunmuş el yazmalarından “Don Quıjote’nin Üçüncü Cildi” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Seyyid Hamid Badincani ile yakınlığınızı ve kitabın kısa bir hikâyesini anlatır mısınız?       

“Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”nin ilk eskizlerini yazmaya başladığım gün ile yayımlandığı gün arasında neredeyse on dört yıllık bir zaman var. Hikâyeyi kurmaya başladığım ilk dönemde Cervantes’in yarattığı üst anlatıcı olan Seyyid Hamid Badincani’yi hikâyenin bir yerine iliştirmek gibi bir fikrim yoktu aslında. O zamanlar sadece Coşkun Ermiş’in attığı tiradı değiştirme ve ondan bir tiyatro oyunu yaratma istediğim vardı... Zaman içinde hikâye kendi gelişti. “Don Quijote” “Oyunlarla Yaşayanlar” “Oblomov” “Godot’yu Beklerken”den fikirler alarak, oradaki hikâyeleri bozarak devam ettim yazmaya... Sonra da kitabın asıl anlatıcısını yarattım.

Şanslı bir mirasyedi olduğunuzu söyleyebiliriz öyle değil mi?

Kitaptaki karakter gibi Seyyid Hamid Badincani’nin yeni el yazmaları bana kalmış olsaydı şanslı sayılabilirim ama bana kalan el yazmaları aile büyüklerinin yazdığı dua kitaplarıydı. Ama bu dua kitapları en azından Seyyid Hamid Badincani fikrine ilham oldu diyebilirim. Bu açıdan baktığımızda evet şanslı bir mirasyedi sayılabilirim... En azından bir yol göstericisi bulmuştum kendime...

‘OTOBÜS ŞOFÖRÜ GODOT’ 

“Herkesin  Godot’su  kendine göredir” yargısından yola çıkarsak sizinki biraz fazla kanlı canlı olmamış mı?

En son Selçuk Altun’un “Bizans’ın Sultanı” kitabında Godot’nun kim olduğuna dair bir fikir yürütme vardı. Kabaca söylersek Godot’yu tanrı ile ilişkilendiriyordu. Benim yaptığım ise Godot’ya dair bir anlam arayışı değildi. Benim yaptığım Godot’ya bir kimlik yakıştırmaktı... Ben onu emekli bir otobüs şoförü olarak tasarladım... Bunu yapmamın özel bir nedeni var mıydı? Yıllardır Samuel Beckett hakkında yaptığım okumalardan sonra böyle bir karar vermiştim. Çünkü Godot sadece anlam arayışını değil, bir kimlik arayışını da hak ediyordu.  

‘ARKADAŞIMA ANLATIR GİBİ YAZMAK İSTERİM’

“Don Qoıjote’nin Üçüncü Cildi”nde samimi bir dil kullanarak el yazmaları hakkında vs. bilgiler veriyorsunuz. Bu kitaptaki samimi diliniz okuyucuyla aranızdaki iletişimi daha da sağlamlaştırmış olabilir mi?

Aslında samimi bir dil yaratmak gibi bir niyetim yoktu. Bu sadece bu kitap için geçerli değil, yazdığım ve yazacağım diğer tüm kitaplar için de geçerli. Samimiyetin zorla olacağını da sanmıyorum. Anlatımınız ya samimidir ya da mesafeli... 

Ben en yakın arkadaşıma en sevdiğim hikayeyi anlatıyormuş gibi yazmak isterim her zaman. Çünkü bu durumun daha gerçek olduğuna inanıyorum.  Yazdığım bir şeyin gerçek olmasına, onun gerçek olarak algılanmasına oldukça önem veriyorum... 

Oblomov, Coşkun Ermiş, Vlademir, Estragon, Godot, Han Sahibi karakterlerinden sizinle örtüşen biri var mı?

Han Sahibi hariç Don Quijote ve Sancho Panza da dahil hepsi beni fazlasıyla etkilemiş karakterler. Oblomov’u ilk okuduğum yıllarda, günlerce hakkında yazılar yazmış ve Oblomovluk üzerine kafa yormuştum. Don Quijote keza öyle, görüldüğü gibi hala hakkında bir şeyler yazmaya çabalıyorum... Godot’yu Beklerken için öğrencilik yıllarımda hazırladığım alternatif sahne dekorları ve sahne kullanma biçimi bile vardır... Coşkun Ermiş ise yazmaya başladığımdan beri önümde duran bir semboldü...   Bunca karakterin içinde hangisi bana yakın ya da hangisi benden uzak bilmiyorum... Ama Han Sahibi bana daha yakın geliyor; çünkü o benim karakterim, diğerleri gibi devşirme değil... 

‘ROMAN OYUNLAŞTIRILIRSA HAYIR DEMEM’ 

Kitapta özellikle hanın içinde yaşananlar, diyaloglar- sizin yine kitapta bahsettiğiniz gibi bir tiyatro oyununu  anımsatıyor. Daha önce denemeleriniz olmasına rağmen oyunlaşamayan el yazmalarını tiyatro eseri haline getirmeyi düşünür müsünüz? 

“Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ni yazmaya başladığımda 2000 yılıydı ve ilk amacım bir tiyatro oyunu yazmaktı. Yazmıştım da... “Bir Don Quijote Masalı” başlığı altında bir tiyatro oyunum vardı; bir kaç kişi tarafından oynanmak istendi, ama sahnelenemedi. Daha sonra oyun üzerinden çalışırken bunun roman olacağını keşfettim ve “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi” aslen bu keşifle birlikte doğdu... Düşlediğim bu roman yeniden tiyatro olarak sahnelenir mi? Bilmiyorum! Bu biraz da onu sahneleyecek bir tiyatro grubunun çıkmasına bağlı; çünkü ben kalkıp  bu fikirden yeni bir tiyatro oyunu yazmayacağım. Biri ben bu romanı oyun yapacağım derse; elbette hayır demem...

‘YAYINCILAR ESNAF GİBİ’

Kitapta yayımlanma sürecinde yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. “Bu sadece Türkiye’de olur” diyeceğimiz türden bir mücadeleyle karşılaşmışsınız. 

Hiçbir kitabımı yayımlatmaya çalışırken kitapta anlattığım bir macera yaşamadım aslında. Ama kitapta anlattığım gibi yayınevleri olduğunu ve yazarlara tıpkı kitaptaki gibi davrandıklarını biliyorum.  Hatta bu yüzden yayınevi değiştiren ustalarımızda var!  Okurlar yazarların kutsal bir iş yaptığını düşünür ama yayıncılar esnaftır.

ÖNCEKİ HABER

Altın Koza Film Festivali başlıyor

SONRAKİ HABER

Obama’nın başrollüğünde lafazan bir amfitiyatro

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa