15 Haziran 2014 11:25

Bir bayrak hikayesi: Ağırımıza gitti abi

Uluslararası bir teknik toplantıdayız. Ukraynalı mühendis, Kızıl Ordu üniformasını çekmiş gelmiş. Asker ceketinin önünü açınca tişört olarak kıpkırmızı-bembeyaz bir Türk bayrağı giydiği görülüyor (Bayrak Kanunu’nun kanun koyucuya zevk veren bir ihlali). Bu da bizi tabii son günlerin tartışması Diyarbakır’da indirilen bayrağa getiriyor.

Bir bayrak hikayesi: Ağırımıza gitti abi
Paylaş

Barış YILDIRIM

Uluslararası bir teknik toplantıdayız. Ukraynalı mühendis, Kızıl Ordu üniformasını çekmiş gelmiş. Asker ceketinin önünü açınca tişört olarak kıpkırmızı-bembeyaz bir Türk bayrağı giydiği görülüyor (Bayrak Kanunu’nun kanun koyucuya zevk veren bir ihlali). Bu da bizi tabii son günlerin tartışması Diyarbakır’da indirilen bayrağa getiriyor. Ben, Ukraynalıya, bir yandan bu meseleyi, diğer yandan on yıllardır halklarına faşizmi yaşatan bir devletin bayrağını yüceltmekle sosyalist hislerin pek uyumlu olmadığını açıklamaya çalışırken Türklerden biri söze giriyor: “Çok ağırımıza gitti abi” diyor, “bayrağın inmesi çok ağırımıza gitti.”
Ağırına gitmek politik bir kategori değildir, onunla tartışamazsınız. Tek yapabileceğiniz, onu onaylamasanız bile, anlamaya çalışmaktır. Marx ve Engels’in yaptığı da buydu aslında: onaylamadıklarını anlamaya çalışmak. İnsanların kendileri hakkındaki yanlış kavrayışlarına karşı yürütülen mücadelenin asıl olarak o fikirlerin maddi temeline, yani yaşam koşullarına karşı olması gerektiğini açıklarken “Gerçek dünyanın dışında ve gerçek araçları kullanmadan gerçek bir kurtuluşu gerçekleştirmenin mümkün olmadığını” vurguluyorlardı: “‘Kurtuluş’, zihinsel değil, tarihsel bir iştir.” (Alman İdeolojisi).
Marksist literatür dine, milliyetçiliğe, “sömürüyor ama iş veriyor”a, “çalıyor ama çalışıyor”a, velhasıl kendi yaşantımızın türlü yanları hakkında türlü yanlış fikirlerimize karşı hep bunu akılda tutarak mücadele verir. “Din halkın afyonudur”un hemen yanına “ezilenlerin haykırışı, kalpsiz bir dünyanın kalbidir”i ekler.
Yine de söz konusu olan, gölgesinde işkenceye çekildiğimiz, tecavüze uğradığımız, tutsak edildiğimiz bir bayrak olunca bu “kuramsal olgunluğu”sergilemek öyle kolay değil. Bu bayrağı bayrak yapan, üstündeki haksız dökülmüş kanımız.
Bir hapishane sürgününü hatırlıyorum. Girişte Türk bayrağını öyle asmışlar ki, bir gardiyan ve asker güruhunun toplandığı arama noktasından başımızı eğip geçmek zorundayız. Eğmezsek bayrağa çarpacağız, bunu işaret kabul eden güruh da bize saldıracak. Bu güruh kuşak kuşak mahkûm çocuklara tecavüz ve işkence etmekle ünlü, Yılmaz Güney’in Duvar’ına bile konu olmuş bir gelenekten geliyor. Aslında bizden istedikleri bayrak önünde değil işkence ve onursuzluk önünde boyun eğmemiz.
Eğmiyoruz. İnadına dik bir şekilde geçiyoruz, işkence tayınımızı alıyoruz. Hepimiz yara bere içindeyiz, bir yoldaşımızın çenesi kırılmış, bir ay sıvıyla beslenmek zorunda kalacak. Olsun. Biz size boyun eğmedik, bu da sizin içinize dert olsun.
Ama en çok da bayraklarını samimiyetle seven Türklerin içine dert olsun. Uğruna ölmeyi telaffuz ettikleri bayrak, işte bu aşağılık kümenin çıkarlarına rezilce alet ediliyor.
Yine de onun inmesi birilerinin ağırına gidiyor. Ne yapalım, onlarla bütün alışverişimizi keselim mi?
Kürt hareketi başta olmak üzere kimsenin böyle bir niyeti yok. Bu ülkede iki ulus, birçok milliyet ve mezhep, ama iş egemenlerin karşısına çıkmaya geldiğinde, tek bir halk olarak yaşıyoruz ve yaşayacağız gibi de görünüyor. Öyleyse şu “kutsallıklar” meselesini biraz daha düşünmeliyiz.
Çağdaş antropologlar, kutsal olandan çok kutsallaştırma süreçlerinden bahseder. Bir “toplumsal simya”, sıradan olan bazı şeyleri (mesela bir parça kumaşı bayrak olarak, bir taş binayı mabet olarak, bir heykeli ulu önder olarak) “kutsal” kılar. Marcel Maus, Bourdieu’nün “kutsallaştırma döngüsü” dediği bu simyanın ritüellerle işlediğini söylüyordu. Materyalist bir göz için kutsal hiçbir şey olmayacağına göre, onun bakması gereken asıl olarak bu kutsallaşma, kutsallaştırma süreçleridir.
Çünkü bir şekilde kutsallaş(tırıl)mış değerlerle (din, bayrak, ulu önder vs.) onları aşağılayarak, alaya alarak, çürüterek başa çıkamazsınız. Bunu yapmaya kalkarsanız, söz konusu değeri kutsal bulduğu halde sizi düşman görmeyebilecek olanları incitirsiniz. Sevinç Koçak’ın dediği gibi “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu söylenen günler, en çok ayrıştırıldığımız günler olur” (http://bit.ly/1iryD95). Bu da yalnızca sizin, bu kutsallaştırma sürecinden zaten hep nemalanan düşmanınızın işine yarar, çünkü artık daha çok bölünmüş, birbirinizden daha fazla uzaklaşmışsınızdır, onunsa ömrü uzamıştır.
Lenin’in din için söylediği milliyetçilik için de geçerlidir, sorun mevcut sisteme, yani yanlış fikirlerin “kaynak bulduğu toplumsal olgulara karşı birleşik, disiplinli, planlı ve bilinçli bir tarzda mücadele etmeyi” öğrenmektir, yoksa “hiçbir eğitsel kitap yığınların bilincinden dini [bu bağlamda “bayrağı” diye de okuyabiliriz] söküp atamaz.”
Çok daha kişisel bir mesele olan dinle egemen ulus devletin hemen el altındaki silahı milliyetçilik arasında tabii ki her bakımdan bir paralellik gözetemeyiz. Benzetme, bunların ezilen halk kesimlerinin yanlış bir biçimde kutsallaştırdığı şeyler olması, bir kez kutsallaştırıldıktan sonra da ezilenler arasında bir “nifak tohumu” işlevi görmesiyle sınırlıdır. Yoksa dinden farklı olarak milliyetçiliğe karşı ideolojik mücadelenin kenarlarını çok daha keskin yontmalıyız.
Bu ülkenin siyasal tarihi, bayrak indirmelerin, bayrak dikmelerin, bayrak asmaların o çok bayatlamış ama hâlâ çok “besleyici” silsilesiyle de örülüdür. Bu tür provokasyonlar ve/veya fevrilikler, halklarımızın bazı kesimlerinin öfke telini titretiyorsa, her yanlış bilinç gibi milliyetçi bilincin de bir maddi temeli olmasıdır. Yanlış fikirler gerçek ihtiyaçlardan doğar. Kalpsiz bir dünyada yaşadığımız için afyona ihtiyaç duyarız.
Bayrak meselesinin her seferinde bir duyarlılık ortaya çıkarabilmesi, yaşadığımız toprağın ulusal onurunun çok fazla çiğnenmiş olmasından. Yıllardır Avrupa’nın ortaklaşa pazarı, ABD’nin iri uçak gemisi, İsrail’in hırçın yancısı olarak çok fazla millilik lafı eden, ama son deresinin son su damlasına, son askerinin son cep düğmesine kadar emperyalist hegemonyanın manyetik alanından milim sapamayan bir devletin bazı yurttaşları, fecaat bir başarısızlıkla parçalanmış bir imparatorluğun çoktan ölmüş tiranlarının kötü yazılmış senaryolarını nasıl “padişahım çok yaşa”diye bağrına basıyorsa, zerre istiklâli kalmamış ülkelerinin marşını öyle coşkuyla söylüyor, emperyalistlerin dümen suyunda yüzen bir halklar hapishanesinin gardiyan üniformasını bayrak sanıp gönderde görmek istiyor.
İlle de şafaklar gibi dalgalanacaksa ey nazlı hilal, bayrağını pek sevenler için bir gönder önerim var. Açık adres: İncirlik Hava Üssü, Adana.

* @prometeatro

ÖNCEKİ HABER

Canı yanmışlar ya da bir soruyu tersten sormak

SONRAKİ HABER

Ulusalcılar neden hatalıydı?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...