04 Mayıs 2014 06:07

Dersim’de bahar, düşlerde acılar

Dersim’deyim. Mevsim bahar, aylardan Mayıs. Baharın canlılar için bir uyanış, bir diriliştir. Tabiat yeşerirken umutlar da yeşeriyor. Dağların karı eriyor, dereler nehirler coşkun akıyor.

Dersim’de bahar, düşlerde acılar
Paylaş

Cemal TAŞ

Dersim’deyim. Mevsim bahar, aylardan Mayıs. Baharın canlılar için bir uyanış, bir diriliştir. Tabiat yeşerirken umutlar da yeşeriyor. Dağların karı eriyor, dereler nehirler coşkun akıyor. Munzur, Harçik, Ali Boğaz, Peri vadileri ve dağlar flora ile bezenmiş. Gulsosınlar, Nergizler, menekşeler kokuyor dağlar. Yerliler için kutsal bilinen bu topraklardaki her bir ağaç, her bir taş, bir su kaynağı dile gelir, insanla konuşur.
Bu büyüleyici doğada Düzgün Baba’ya doğru yol alıyorum, ailemle. Aracımız derelerde, vadilerde ilerlerken belleğimde iz bırakan geçmiş acılara da bir yolculuk yapıyorum:
“1937 yılında yapılan Tunceli tenkil harekatına dair bakanlar kurulu kararı
Gayet Gizlidir.”
KARAR 4 Mayıs 1937
Son günlerde Tunceli’de vukua gelen hadiselere dair raporlar 4.5.1937 tarihinde Atatürk’ün ve Mareşal’in huzurları ile tetkik ve mütalaa edilerek aşağıdaki sonuca varılmıştır” emriyle özetle  şöyle deniyordu: 1. Toplanan kuvvetlerle şiddetli ve etkili bir taarruz hareketi ile varılacaktır.
2. Köylere baskın edilerek hem silah toplanacak, hem bu suretle elde edilenler nakledilecektir.
3. Silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.
Not: Paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lazımdır.”

‘TÜRKLER KIZLARIMIZI GÖTÜRECEK...’

Sonrasında da yaşananlara tanıklık eden annem Meleka Hemdi anlattı:
“Anne ölsün sana, 38’den iki yıl önceydi, daha on birinde bir kız çocuğuydum. Köyün muhtarı Usê Tawli idi. Muhtar bir gün dedi ki: ‘Emir geldi, köylerden okuma yaşında olan kız çocuklarını istiyorlar, götürüp okutacaklar.’
Korktu insanlar, her kafadan bir ses çıktı, bazıları dedi ki: ‘Hükümet kızları götürüp kim bilir ne yapacak. Türkler kızlarımızı ya öldürmeye, ya da büyütüp onlarla evlenmeye götürüyorlar.’ Annem korkusundan hemen evlendirdi beni. Hâlbuki daha çocuktum ben, evlik çağında değildim. Sakak köyündeki Çê Dewrêşi ailesine haber saldılar:
“Kızımızı gelin olarak kabul edin. Lüzumu yok, götürün evinizde iki yıl bekletin, sonra düğün yapın. Hükümet götürmesin de, razıyız biz” dediler.
Elimi verdiler Dewrêşi ailesine. ‘38 geldi, insanlar kırımdan geçirildi. Kaynanam beni kaptı ormana, mağaraya sığındık. Annem duymuş evlendiğim aileden birçok kişinin öldürüldüğünü. Deste Müdürünün yanına varıyor, müdürden seyahat izni alıyor.

‘YOL ÜZERİNDE SÜNGÜLENMİŞ CESETLER’

Annem çıktı geldi, baba evine doğru yola çıktık. Yol güzergahında Miros Ağa ailesinin süngülenmiş cesetlerine rastladık, yabani arılar ve karıncalar çöreklenmişti. Evler ateşe verilirken evin içinde yatalak yaşlı kadını evin içinde ateşe vermişlerdi. Yine Desta Qırğu çayı kenarında Seyit Rıza aile mensuplarının süngülenmiş cesetleri yarı beline kadar kuma gömülü haldeydi. Annem geliş yolunda nahiyede halam Xeycane’ye de uğramış. Halam anneme demiş ki: Medê gelin, Feyzi müdürün hanımı geçenlerde beni uyardı, ‘beni dinle, adamlarını uyar, dê ki birkaç günlüğüne köyü terk edin, ormana, dağa sığının. 3. ordu gelecek, sel gibidir, önüne düşeni silip süpürecek, eline düşmeyen kurtuldu demektir.’ Bu uyarı üzerine köyden çıktık, ormanlıkta konakladık, Bokıre dağına çıktık. Eyub Ağa’ın çocukları küçük. Baba ölmüş, çocuklar yetim,  kimse razı olmadı birlikte gitmelerine. Dediler: ‘Çocuklar küçük, ağlarlar, askerler duyar seslerini.’
Anneleri Bese yere çöktü, tavuğun civcivlerini kanatları altına aldığı gibi yaptı, çocukları entarisinin etekleri altına topladı, geniş uzun poşusunu söküp üzerine örttü, ağlamaya durdu. Khekê Abaşi’nin eşi Fate yetişti, Bese’ye dedi: ‘Gel gel.. Pilvank Evliyalarına imanım o ki, onlar askerin ağzına yem olacak, aksine biz kurtuluruz.’

‘BİR BAKTIK YALNIZIZ’

Fate, Bese ve çocuklarını alıp geri döndü, biz Bokıre dağının yolunu tuttuk. Dağ yolunda kafile bölündükçe bölündü. Bir baktık annem, kuzenim Aziz, ben ve küçük kardeşim Salman yalnız kalmışız. Diğer kardeşlerim Hüseyin, Hasan ile kız kardeşlerim Besê babam ile gitmişler. Ekmek ve katık da bölünmüş, yanımıza alabildiğimiz yiyeceklerin katığı bizde, ekmekler babamlarda kalmış. Hal böyle olunca Zağge yolundan vazgeçtik. Gece epey yol alınca sabahladık, mevsim yaz olmasına rağmen gece soğuktan donacaktık neredeyse. Sabah uyandık ki, ne görelim, öyle bir noktada konaklamışız ki kabak gibi açıktayız. Sığ orman olarak bildiğimiz bir yer, ama gel gör ki ormanın yaprakları tırtır böceği tarafından resmen çalı-çırpıya çevrilmiş. Derman için arasan bir yeşil yaprak bulamazsın dalda, her taraf kupkuru. Çevreyi hemen bir kol koçan ettik, baktık şansımıza yeşil yapraklarıyla az ötede bir Lepık ağacı var. Tırtır yemez onun yapraklarını. Vardık yeşil ağacın yanına, altında bir ayı ini var. Ayının daha birkaç dakika önce orayı terk ettiği, inin kapısında buharı tüten dışkısından belli. Kardeşim Selman daha birkaç aylık, göz ağrısı hastalığına tutulmuş, ağlıyor. Aziz bizi doldurdu ayı inine kendisi sığmadı. Susamışız geceden bu yan, ağzımız kurumuş. Aziz bir küçük kap aldı, anneme: ‘Yenge bu yakınlarda bir yerde bir kaynak var, yerini biliyorum, sen çocuklara göz kulak ol, ben geliyorum’ dedi.
Aziz yetişkin, cin gibi bir delikanlı. Gitmesiyle dönmesi bir oldu, dudakları morarmış, yüzü sapsarı kesilmiş, titreyerek sokuldu yanımıza, annemin korku dolu bakışlarına:
‘Bu kutsal topraklara adadığımız sadakaların yüzü-suyu hürmetine verdiğimiz varmış. Kaynağın üzerinde askerleri gördüm, sigara içiyorlardı, sessizce geri döndüm.’

‘KARINCA GİBİ ASKERLER’

Biraz sonra her geçen dakika artan bir gürültü koptu. Nal sesleri mi dersin, taşa değen demir sesleri mi dersin, Avdel Musa Taburu geçiyor sanırsın. Nefesimizi tuttuk tutmasına, Salman’ı susturmak ne mümkün. İnsanlarla hayvanların gürültüsünün iç içe karıştığı uğultuyla aramızdaki mesafeyi kestirebiliyoruz. Bir öksürük sesi mesafedeler. Allah’tan onların kopardığı gürültü Salman’ın viyak viyaklarını duymalarına engel oluyor. Aziz, ağacın bayır meyline doğru boy vermiş gövdesine paralel uzandı. Aziz dışarıda, biz indeyiz. Annem, ayı ininin girişine yakın pozisyonda, Aziz ona her bir anı naklediyor: ‘Katırlar yüklü… yüklerin peşinde siviller var… askerler etrafında silahlı… karınca gibi kaynıyorlar… Khansarige’ye doğru ilerliyorlar!’ zaman durdu sanki, dakikalar geçmek bilmedi… Salman’ın zırlaması arttıkça arttı, annem yalvarırcasına dua etti, yerin göğün zirvelerine avuç açtı… nemli gözlerle: ‘Ey yerler, gökler, kutsal mekanlar, bahtınıza düştük bize bir çare’ dedi.
Annemin yalvarmaları Ulu Divana ulaşmış olacak ki… hafif bir rüzgar koptu… o rüzgar annemin dualarını kabul eden gücün mucizesiydi.. gözyaşlarına boğulduk… Ardı arkası kesilmeyen gürültü gün batımına doğru duyulmaz oldu. Günün üzerine gece düştü.
Üç gün sonra köye döndük.. Köye dönmek güzel de, açlık sefalet içindeyiz.. buğday var değirmen yok. Annem getirdi buğdayı, bir güzel sac da kavurdu, komşu kadın Xane el değirmeni Dıstar ile öğüttü. Qawut ununu tencerede bulamaç yaptı, geniş bir siniye döküp bir çukur açtı orta yerine, eritilmiş tuzlu yağı boşalttı içine. İnsanlar çöktüler başına. Sulte teyze o arada kapıda göründü, anneme seslendi:
‘Medinemiz!’
Annemin elleri yağlı, ben kapıya vardım:
-Ne var teyze, annem meşgul, bir şey mi diyecektin?
-Teyzesi kurban, annen kapıya doğru bir gelsin hele.
-Anne, Sulte teyze seni kapıda bekliyor.
Annem kapıya çıktı, Sulte teyzenin olağandışı davranışlarından şüphelendim, dışarıya doğru yürüdüler, peşlerine takıldım. Kulak misafiri oldum, duydum ki:
‘O sarkık dudaklı Mêro biliyorsun Deste’ye gitmişti. Odur gelmiş, diyor ki; ‘Müdür Feyzi bana dedi ki, Gavurlar kaçmış, size doğru gelmişler, sen onları yakalayıp getirirsen sana şu kadar rüşvet verecem!’ dedi. Sılo’nun başını seversen, nerede saklanıyorlarsa, onlara de ki kaçın!’ diyor.
Annem acele evin mutfak bölümüne yöneldi, bir top tuzlu yağ çıkardı, elinde elips şeklinde yuvarladı, bir miktar qawute ununun içine indirip çıkının içine bağladı. Evden çıkıp keçi ağılının kapısına vardı. Annemi takip ettim, baktım Mırre ile Mama keçi ağılımızın içindeler. Annem seslendi, kapıya geldiler, titriyorlardı. Mama Mırre’nin yetişkin kızı. Mırre de Mam Xatun’un kardeşi Avedik’in eşi.
Onların ailesinden Vartige’nin oğulları  Sêrk ile Avanos, Avanos’un eşini Derê Çayıre  de kırmışlar. Gelini Kırmanciye giysilerini giyerdi, bakmaya kıyamazdın. Şine Hermenileri Şine köyünün soylularından Satoğlu ailesinden daha yakışıklı ve güzellerdi diyebilirim. Abedik ile Marxatune’yi de öldürmüşler orada. Yedi kişiyi bağlayıp götürüyorlar, sonradan kız kardeşim Bese ile evlenen Sêdyê Lıli o dönem askerlere kılavuzluk yapardı, o bize anlattı. Şine köyünden bizim köye doğru yürütüyorlar, Kulige tepesini devirip, Dêwrend’de Viyaleke denen yere vardıklarında, söğütlerin altındaki dere de süngülüyorlar. Bılq çeşmesi deriz oraya.

‘ERMENİLERİN HAZİNESİ ORADA SAKLI’

Annem Mırre ile Mam Xatun’a:
‘Yaklaşın, bir şey diyeceğim’ dedi.
Kadın yaklaştı, giydiği fistanın üzerine peştamal bağlamıştı. Annem:
‘Peştamalini aç, bu qawut unu ile yağı sana vereyim. Alın, buradan uzaklaşın. Komşularımızdan Mêr budur yeni geldi, Feyzi Müdür ‘onları yakalayın bana getirin diye talimat vermiş’ gidin buradan’ dedi.
Kim olsa da korkar değil mi? Bir serçe gibi tir, tir titrediler:
‘Mede bacı, yol yolak bilmeyiz, yabancısıyız buraların, nereye doğru gitsek dersin?​’ dedi Mam Xatun.
Annem ile köyün dışına kadar eşlik ettik onlara, Goza Moraba çeşmesine vardık. Annem yolu tarif etti: ‘İşte buradan gidin, şu zirveye vardığınızda, Derê Arey mezrasını göreceksiniz. O mezranın sırtındaki ormandan yukarı tırmanın, Zımê Qinti ormanına varırsınız’ dedi.
Gidip kuruldular. Vank Keşişi’nin oğlu da kurtuldu. Onu da gördüm. Askerler onu yakalayıp gerisin geri köyü Vank’e götürdüler ki Kilise’de altınların yerini söylesin.  Ermenilerin hazinesi orada saklı derlerdi. Adamı oraya götürüyorlar, adam askerlere diyor ki:
‘Tılısımı var. Beceremiyorum.’
Çıkaramadılar. Şine Ermenileri toplam otuz kişi vardı. Garê Pasali derlerdi, o da Tastage de kalırdı, katırlara palan diker, kalaycılık yapardı.
Ana kız gidiyorlar, yakalanıyorlar, sürgün ediliyorlar. Yedi yıl sonra onlardan geri dönenler oldu, ancak anne-kızın akıbetini bilmiyorum. İki yetişkin erkek geri döndü. O adamlar hem ustaydı, hem marangozdu, hem zanaatkardı, her iş ellerinden gelirdi.. Biri davul, diğeri zurna da çalardı. Dönüş yılları sonrası bizim köye geldiler, Rızaların Değirmenini tamir ettiler, değirmen taşı için Merabe Sırtı’ndan taş çıkarıp işlediler, değirmeni döndürdüler.”

ÖNCEKİ HABER

Yemin*

SONRAKİ HABER

Tarım işçilerinin yevmiyesi 40 TL oldu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...