20 Nisan 2014 06:00

Selma Gürkan: HDP ittifak partisi olmalıdır

HDP, HDK zemininde bir araya gelmiş emek ve demokrasi güçlerinin ittifak partisidir. Türkiye’deki mevcut Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası, seçim zemininde başka türlü bir ittifaka imkan tanımadığı için HDP ortak seçim partisi olarak gündeme geldi. Özgünlüğü buradadır.

Selma Gürkan: HDP ittifak partisi olmalıdır
Paylaş

Serpil İLGÜN

Seçim sonuçları ve siyasal gelişmeleri değerlendirdiği genel yönetim kurulu toplantı sonuçlarını geçtiğimiz hafta kamuoyu ile paylaşan EMEP’in, BDP’nin  HDP’ye katılımına ilişkin yaptığı analizler, HDP bileşenleri ve sol kamuoyunda tartışma yarattı. Açıklamada yer alan “BDP’nin HDP’ye katılarak HDP’yi bir ‘kitle partisi olarak yeniden biçimlendirmek’ üzerine yoğunlaştırdığı bir sürecin içine girmiştir. Partimiz bunun doğru olmadığını vurgulamaktadır” ifadesi, ağırlıkla “EMEP, HDP’den ayrılıyor” şeklinde yorumlandı.

EMEP, BDP’nin HDP’ye katılımını neden doğru bulmuyor? “HDP darlaşır” uyarısıyla ne kastediyor? EMEP, HDP’den ayrılacak mı? EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan yanıtladı.

Önce sıcak tartışmadan başlayalım; HDP’den ayrılıyor musunuz?
Sorunu ayrılma/ kalma gibi dar bir alana hapsederek tartışmak doğru değil. Açıklamamızda şunu söylüyoruz: HDP, HDK zemininde bir araya gelmiş emek ve demokrasi güçlerinin ittifak partisidir. Türkiye’deki mevcut Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası, seçim zemininde başka türlü bir ittifaka imkan tanımadığı için HDP ortak seçim partisi olarak gündeme geldi. Özgünlüğü buradadır. Bu özgünlüğü kaybettiği an klasik bir parti formuna bürünür ki itirazımız bunadır. İçine girilen bir süreç var ve biz bir bileşen olarak düşüncelerimizi söylüyoruz. Yalnızca buna bakarak  “Emek Partisi HDP’den ayrılıyor” sonucu çıkarmak doğru değil.

İtirazınızın temel noktası ne?
Biz soruna emek, demokrasi güçleri ve mevcut düzenden rahatsızlık duyan halk güçlerinin güç birliğinin nasıl sağlanacağı noktasından yaklaşıyoruz. Türkiye’nin temel demokrasi sorunları var ve biz buna bir çözüm üretmeliyiz. Geçmiş blok deneyimleri ve HDK bu ihtiyaca doğru temelde yanıt veren oluşumlardır. Bu tür oluşumlar herkesin farklılıklarını koruyarak ortak mücadele vermelerine imkan tanımaktadır. Bu birliği klasik bir parti formuna dönüştürmeye çalıştığınızda kaçınılmaz olarak tüzük ve program sorununa da bir yanıt vermelisiniz. O zaman da herkes ideolojik, siyasal referansları öncelik almaya kalkacak ki asıl ayrıştırıcı olan bu olacaktır.
ÖDP deneyimi ve akim kalan çatı partisi girişimi bu noktada yeterince ipucu vermektedir. Biz cephe ve ittifak tarzı örgütlenmelere evet diyoruz- ki bunun için asgari demokratik müştereklerde anlaşmak yeterlidir-  ortak bir parti fikrini doğru bulmuyoruz.
Eleştirimiz, eğer bu yönelişle HDP siyasi partiler koalisyonuna ya da sol yapılar koalisyonuna dönüşen bir örgütlenme olursa, Türkiye’nin temel demokrasi sorunlarına cevap olacak bir örgüt olamayacağına dairdir. 

Biraz daha somutlaştırmak için şöyle soralım; BDP’nin HDP’ye katılmasının nasıl bir sakıncası var?

Mesele yalnızca BDP ile ilgili değildir. EMEP, SDP, ESP, kim olursa olsun durum değişmez. Sorun HDP’nin nasıl bir parti olması noktasında düğümlenmektedir. İttifak örgütü mü, kitle partisi mi? Öngörülen HDP üye kaydedecektir. Zorunlu organlarını oluşturmak için değil, kitle partisi olduğu için. Bir an düşünelim: EMEP devrimci bir işçi partisidir. Sınıf mücadelesi içinde EMEP’i tanıyan ve onunla birleşmek isteyen işçiye EMEP “Git HDP’ye katıl, üye ol” mu diyecektir? Bu durum bütün bileşenler açısından geçerlidir. Ayrıca, HDK- HDP yalnızca siyasi parti ve örgütlerden ibaret değildir. Sanatçılar, aydınlar, çevre ve inanç grupları, kadın örgütlenmeleri, LGBTİ bireyler gibi oldukça geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Bu kesimler klasik bir partiye dönüşecek bir HDP’de yer almayı sürdürecekler midir? Darlaşır derken kastettiğimiz budur.
HDP bileşenleri olarak yaptığımız ortak toplantılarda düşüncelerimizi birbirimize anlatmaya çalışıyoruz, verimli bir tartışma yürütülüyor. Sonuçta BDP, sıradan bir birleşmeyi düşündüğünü söylemiyor. Ya da öyle bir planı olmadığını söylüyor.

Açar mısınız? Sıradan bir birleşme olmayacak derken?
Şöyle ki, HDP içinde bir yapılanma içerisine girecekler. Ancak yerellerde kurdukları ilişkiler ve özerklik politikaları açısından, özerklik politikasını güçlendirmek üzere yerel siyasi araçlarını güçlendirmeyi planlıyorlar. Böyle bir hazırlıkları var. Dolayısıyla bu kapsamda tartışmaları biraz daha sürdürmek ve ilerletmek gerekiyor.

Özgür Gündem gazetesi yazarlarından Hüseyin Ali, Kürtler arasında da BDP’nin HDP’ye katılımının Kürt kimliğini eriteceği kaygısıyla karşı çıkışlar olduğunu, Türkiye solunun da Kürt demokratik hareketi içinde erime saikiyle katılıma karşı çıktığını belirterek, “İkisi de yanlıştır” diyor. Siz Türkiye solunun bu yapı için de eriyeceği endişesiyle mi “Doğru olmaz” diyorsunuz?
Emek Partisi, "HDP içinde erir" kaygısıyla buna itiraz etmiyor. Aynı şekilde, “Kürt hareketi sol yapılar içinde erir” kaygısı da bizim itiraz noktamız değil. Bu, sorunu basitçe ele almak olur. Biz, Kürt demokratik hareketiyle Türkiye’nin emek, demokrasi ve ilerici güçlerinin mücadele ortaklığının hangi zeminde sağlanabileceğiyle ilgiliyiz. Öteden beri BDP de dahil olmak üzere, Kürt demokratik hareketinin legal alanda örgütlenmiş partileri “Türkiyelileşemedi” eleştirilerine muhatap oldu. Bunun gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu, ancak bir an için BDP’nin HDP’ye katılarak “Türkiyelileşme” sorununa çözüm ürettiğini varsaysak bile, bu durum Kürt demokratik hareketiyle Türkiye’nin  emek, demokrasi ve ilerici güçlerinin -dikkat edilsin sol, sosyalist parti ve örgütleriyle demiyoruz- birleştiği sonucunu doğurmaz, birleşme ihtiyacı ortadan kalkmaz. “İçinde erime” meselesine gelince; her türlü ortak çalışmada güçlerden birinin diğerlerini domine etme ihtimali vardır. Bu bizim savunduğumuz biçimdeki bir HDK- HDP çalışması içinde geçerli bir durumdur. Ancak buradan hareketle ittifaklara ve ortak çalışmaya karşı çıkılamaz. HDP bileşenleriyle yan yana gelişte EMEP için bir problem yoktur. Ama bizim muradımız bu değil ki, bununla yetinmek istemiyoruz. Yeni katılımlarla, buraya yeni enerji aktarımıyla, yeni güç aktarımıyla bu yapının yenilenmesi, güçlenmesi gibi bir hedefimiz var. Bunun hangi biçimler üzerinden olacağını yukarıda yeter açıklıkla ortaya koymaya çalıştım.

Aynı yazıda, “Siyasetin HDP içinde yapılmasına karşı çıkanlar, Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda ufku olmayanlardır. Kürt sorununun çözümsüz kalmasını bilerek ya da bilmeyerek isteyenlerdir.” Siyasetin HDP içinde yapılmasına karşı çıkmadığınız açık ancak, ikinci kısımdaki eleştiriye ne diyorsunuz? EMEP, dile getirdiği itirazla Kürt sorununun çözümsüz kalmasına destek mi vermiş oluyor?
Emek Partisi olarak bu değerlendirmeyi hiç üstümüze almadık. Ama genel olarak bu değerlendirme üzerinden şöyle bir yorum yapılabilir; Birincisi, HDP bileşenleri açısından HDP içinde siyaset yapma konusunda bir problem yok. HDP’nin yeni döneme dair, yeniden yapılanma ihtiyacını biz de tespit ediyoruz. Ama bu aracı daha güçlendirecek mekanizmayı kuralım diyoruz. Fakat işin bir başka boyutunu daha görmemiz gerekir. HDK- HDP nihayetinde üzerinde anlaşılan konularda ortak bir siyasal çalışma yürütülebilecek bir platformdur. EMEP işçi sınıfının politik iktidarı ve sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadele yürüten bir partidir. Dolayısıyla EMEP HDK-HDP zeminiyle sınırlı bir siyasal çalışmayla yetinemez. 
Türkiye’nin temel demokrasi problemlerinden birisi Kürt sorunun demokratik çözümüdür. Ve biz eğer Türkiye’nin demokratikleşmesine dair bir plan, proje sunacaksak Kürt sorununun çözümünü bundan ayrı tutamayız, dahası bunu sadece sözle söylediğimizde de bir anlamı yoktur. Partimizin kuruluşundan beri ulusların kendi kaderini tayin hakkını(UKKTH) yalnızca söylemde savunmakla kalmadığını, bu tutumunu pratik tavır alışa götürdüğünü herhalde kimse inkar edemez.  Bugün HDK-HDP üzerine “ahkam kesenler”in pek çoğu Kürtlerden ayrı kalmak için “devrimci gerekçeler” öne sürerken, 2002 yılından beri en netameli dönemlerde Kürt demokratik hareketiyle yapmış olduğumuz ittifaklar bu konuda yeter veridir. Partimiz Kürt halkına karşı sorumluluğunun bilincindedir ve bunun birileri tarafından hatırlatılmasına ihtiyacı yoktur.


YEREL SEÇİMLER SİYASİ KRİZİ ÇÖZMEDİ, DAHA DA DERİNLEŞTİRDİ

Emek Partisi, 30 Mart seçimlerini nasıl değerlendiriyor?
Seçimlere geçmeden önce şunu vurgulamak istiyorum: Türkiye olağan koşullarda değil.  Dolayısıyla seçim sürecine de bu olağanüstülük damga vurdu.  Ortadoğu için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Sonuçta hem bölgede, hem dünya üzerinde yeniden yapılanma söz konusu. Bu yapılanma sürecinde bölgesinde kendisine rol biçilen AKP, 2002 yılında bir iktidar bloku olarak örgütlendi. Ancak bu iktidar bloku günümüzde parçalandı ve AKP- cemaat kapışması gibi bir durum ortaya çıktı. Tayyip Erdoğan bu kapışmayı siyasi kutuplaşmanın bir zeminine dönüştürdü ve yerel seçim taktiğini tümüyle bunun üzerine inşa etti. “Ülkenin kaosa sürükleneceği” tehdidi ekonomik kaygılar noktasında etkili oldu. Bir diğer etkisi de geleneksel- modern çatışması noktasında karşımıza çıktı. Bu ortamda AKP beklentilerin altında bir oy kaybına uğradı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi direnci kırılmamış bir Tayyip Erdoğan ve AKP var. Dolayısıyla egemenler açısından yeni bir iktidar odağı oluşturma 2015 genel seçimlerine kalmış görünüyor. Yerel seçimler siyasi krizi çözmedi, daha da derinleştirdi. CHP seçimin mağlubu parti olarak “seçenek” olmaktan çıktı. BDP bölgede yeni belediyeler kazanarak gücünü artırdı. HDP ise bu siyasal ortamda gerçek halk muhalefetinin odağı olma imkanını yakaladı, elbette ki gereklerini yerine getirmesi durumunda.


BİRİKTİREREK İLERLEYECEĞİZ

HDP’nin yüzde 2 oy oranında kalmasını kimileri başarısızlık, hayal kırıklığı, kimileri de “HDP projesi tutmadı” şeklinde değerlendirdi. Eş Başkan Kürkçü ise, “HDP başarılı çıkmıştır” dedi ve sonucu yıkım olarak yorumlamamak gerektiğini söyledi. Başarı- başarısızlık meselesine siz nasıl bakıyorsunuz? HDP neden beklentinin altında bir sonuç aldı?
Başarı ve başarısızlık meselesini sadece matematik karşılığı üzerinden değerlendirmemek gerekir. Bunu siyasetteki etkisiyle birlikte değerlendirmek gerekir ve seçim stratejisinde hedefini tutturup tutturmamakla belki değerlendirilebilir. Başaramadığı, eksik kaldığı şeyler nelerdir? Tabi ki arzu ettiğimiz oy oranına çıkamayışımız önemli bir eksiklik. Bunun bizim dışımızdaki sebepleri var. En önemli etken, ciddi bir devlet baskısıyla karşı karşıya kaldık. Kontra organizasyonuyla karşı karşıya kalındı. Halka buluşma hedefi engellenmek istendi. Karadeniz’de, Ege’de, Akdeniz’de karşılaştığımız sıkıntıları, bir halk tepkisi olarak değerlendirmedik çünkü halkla buluşmamız kontra bir faaliyetle engellendi. Önemli nedenlerden birisi budur. İkincisi, yeni kurulmuş bir parti olarak kendisini ne Kürt kamuoyuna ne de Türkiye’nin işçilerine, emekçilerine, kadınlarına, gençlerine çok fazla anlatamadı. Bu da bir dezavantajdı seçime girerken. Bir diğer mesele, HDP bir kolektif mücadele örgütüyse, seçim hazırlıklarını da bu kapsamda yürütmesi gerekirdi. Şunu demek istiyorum; adayların belirlenmesinden tutalım, çalışmanın yürütülme biçimine kadar kolektif mücadele örgütü özelliğine bağlı bir plan yapabilirdi, bunu gerçekleştirebilirdi. Örneğin Gezi direnişinin de enerjisini özümleyerek ve yeni bir siyaset anlayışıyla aday belirleme sürecinden başlayarak etrafındaki güçleri birleştirme politikası izleyebilirdi.

HDP’nin Gezi’yi arkasına alamamasının temel sebeplerinden biri bu mu?
Evet, birisi bu. Çünkü tek tek adaylarımıza bakalım, genelde bileşenlerin içerisinden çıkan adaylarla seçime gitmek zorunda kaldık. Çok nadir birkaç yerde bileşenlerin dışında mücadele güçlerinin öne çıkardığı isimlerin aday olduğu yerler var. Elbette ki işin seçim platformu ve propaganda boyutu da var.

Neden böyle oldu peki?
Şöyle söyleyebiliriz; Türkiye’nin coğrafyasında siyasi yapıların kolektif iş yapma alışkanlıkları çok fazla yok. Siyasi darlıklarımız var. HDP’nin yeni kurulması ve birlikte iş yapma deneyiminin az olması var.

Ama 2002’den beri yan yana gelişler/ittifaklar var. Bu süre, birlikte iş yapma kabiliyetini yükseltmek için yeterli bir süre değil mi?
On yıllara dayanan bir kültürü beş on yılda gidermeyi beklemek fazla iyimserlik olur. Kaldı ki 2002 ve sonrasındaki ittifaklar farklı koşullarda gerçekleşmişti. HDK- HDP daha farklı özellikler taşıyor. Bu anlamda kendi deneyimini yaşamaya ihtiyacı vardı. Seçim süreci bu açıdan önemli bir deneyim oldu. Ve bundan bir sonuç çıkardık biz en azından EMEP olarak. Bundan sonra yol alırken, ilerlerken de bu sonuçları dikkate alarak ilerleyeceğimizi ifade edebiliriz.
Sonuçta HDP’nin içinde yürüttüğü tartışmaları geniş bir kesim takip ediyor. İlgiyle izliyor. Oy verse de, vermese de geniş halk kesimlerinin ilgisini çekmeyi başardık.
Türkiye kamuoyunda yeni bir tartışmayı başlattığımızı düşünüyoruz. “Kendimizi de kentimizi yönetebiliriz”de somutlanan “Şehir senin” çağrısı, bu yaklaşıma denk düşen bir çağrıydı. Bu çağrının karşılık bulduğunu düşünüyoruz. “Sen dahil olmazsan demokrasi olmaz!” Yani halkın edilgen olduğu bir siyaset, siyaset olmaz. Henüz belirleyici etkisi olmasa da bu konuda da bir kanal açtığımızı düşünüyoruz. İktidarın otoriterleşmesi karşısında bir çıkış yolu arıyor ama henüz HDP içinde yer alma cesaretini gösteremiyor. Bunlar bir yanıyla kaçınılmaz süreçler. Biriktirerek ilerleyeceğiz.


İŞÇİ SINIFI VE EMEKÇİLER ÖRGÜTLÜ OLMADIĞI SÜRECE BURJUVA SİYASETİNİN TUZAKLARINDAN KURTULAMAZ



HDP’nin beklenenin altında oy almasında “Tatava yapma bas geç” kampanyasının etkisi ne kadardır sizce?

Başardığımız en önemli şey egemen olan siyasetin yani AKP ve CHP arasına sıkıştırılmış burjuva siyasetin tam karşısında konumlanarak halka demokratik bir seçenek sunmak olmuştur. AKP’yi zayıflatmak adına sisteme taze kan taşımaya soyunanların “Tatava yapma bas geç” biçimindeki hezeyanlarından etkilenerek normalde bize oy verecek olanların bir bölümü CHP’ye yönelmiş olabilir. Ancak bunun bir çözüm olamayacağı şimdi daha iyi görülüyor. HDP bu kesimlere kendini daha iyi anlatacak ve onları kucaklayacak bir yaklaşım geliştirme durumundadır. 

AKP’nin ortaya çıkan bunca yolsuzluk, rüşvet iddiasına, onca otoriterleşme pratiğine karşın oylarında ciddi bir kayıp yaşanmaması ve birinci çıkması, “Solcular halkı okuyamıyor”, “Halkın meselelere nasıl baktığını kavrayamadılar” vs. şeklinde de yorumlandı. Ne dersiniz bu okuyamama/kavrayamama eleştirilerine? 
AKP tabii ki beklenenin üstünde oy aldı ama önemli bir oy düşüşünün olduğunu da söyleyebiliriz. Kasım ayı anketleri AKP’nin oy oranını yüzde 55’ler düzeyinde gösteriyordu. Buna göre 30 Mart seçimlerinde 12 puanlık bir düşüş söz konusu. Ancak yine de yüzde 43’ün küçümsenmeyecek bir oran olduğunu kabul etmek gerekir. AKP açısından göreceli bu “başarı” siyasi gerilim ve kutuplaşma ortamında sağlanmıştır. Tayyip Erdoğan’ın “Benden sonra tufan” diyerek köşeye sıkıştırdığı kitleler mevcut durumlarını koruma dürtüsüyle hareket etmiştir. 5 milyon işçi açlık sınırının 1100 lira olduğu yerde, 846 lira asgari ücretle çalışıyor. 12 milyon ailenin tüketici kredisi ve kredi kartı borcunun toplamı 280 milyar lira. Maddi yaşamlarını borçlanarak sürdüren milyonlardan söz ediyoruz yani. Bu ortamda “ekonomik istikrar” söyleminin etkili olmasında şaşılacak bir yan yok. Bu sosyo ekonomik tabloyu görmeden, yalnızca otoriterleşme ve yolsuzluklar üzerine oturan bir söylemin/propagandanın etkili olması beklenemez. Öte yandan geleneksel, modern çatışması bu seçimde de etkili oldu. Tayyip Erdoğan’ın yalan olduğunu bile bile “Kabataş’ta başörtülü bacıma saldırdılar” söylemini ısrarla sürdürmesi, geleneksel yaşam tarzının AKP giderse yeniden tehlike altın girebileceğini düşünen kesimlere verilen bir mesajdı. Modernler içinde aynı şey geçerli oldu. Bu kesimde AKP’nin özellikle Erdoğan’ın otoriter tutumları karşısında hayat tarzından kaynaklı endişeleriyle de birleşerek CHP’ye oy verdi. Aslında CHP’nin sorunlarına çözüm olmayacağını biliyorlardı. Bu kutuplaşma da bizim söylediklerimiz- propaganda imkanlarımızın sınırlılığıyla da birleşince- yeterince anlaşılamadı. Yoksa “solcular (siz sosyalistler anlayın) halkı anlamıyor” söylemini kendi adımıza partimize yapılmış bir “bühtan” olarak görüyorum. Ne ki bu görev ve sorumluluklarımızı hafifletmez. Milyonlarca işçi ve emekçi örgütsüz, dağınık bir halde bulunuyor. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütlü olmadığı sürece burjuva siyasetin tuzaklarından kurtulamayacağını biliyoruz.
AKP’ye, MHP’ye, CHP’ye oy veren işçi ve emekçileri birleştirme ve kendi talepleri etrafında mücadeleye sevk etme, bizim görevimizdir. AKP aldığı yüzde 43 oyla kısmen günü kurtarmıştır. Ancak bu oy oranı ülke siyaseti üzerinde yeniden etkili bir figür haline gelmesini sağlamaya yetmeyecektir.  Siyasi kriz sürmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, uluslararası gelişmeler, ekonomideki kırılganlığın sürmesi vb. düşündüğümüzde AKP’nin işinin çok kolay olmadığını söyleyebiliriz. Nitekim dün Evrensel gazetesinde yer aldı. Kütahya Seyitömer’de özelleştirme nedeniyle işten çıkarılacağını öğrenen 400 işçi fabrika içinde isyan çıkardılar. Türkiye’nin birçok bölgesinde işçi ve emekçiler özelleştirmelere, işten çıkarılmalara, hak gasplarına karşı eylemdeler. Emek alanında bu tür direnişleri bundan sonra sıklıkla yaşayacağız. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, esas aktör henüz sahneye girmedi!

Yaratılan kutuplaşma nedeniyle, hem AKP hem CHP’ye verilen oyların büyük bölümünün ehveni şer olduğunu söylediniz. Önümüzde iki seçim daha var ve kutuplaşma açık ki devam edecek. Bu ehveni şer durumu önümüzdeki iki seçimde de sürer mi, ne dersiniz? Ve ne yapılmalı ki halk bu ikilemden kurtulabilsin?
Bu biraz toplumsal mücadelenin doğal seyrine bağlı olmakla birlikte, bizim de çalışmanın merkezine neyi koyacağımızla alakalı. Buradan biraz çubuğun ucunu kendimize de bükmemiz gerekiyor. Öncelikle yalanın perdesi yırtıp halka bu burjuva siyasete mahkum olmadığını, çözümün kendi gücü ve örgütlülüğünde olduğunu iyi anlatmalıyız. Kutuplaştırmanın halkı siyasal sürecin dışına ittiğini görmek gerekir.


CUMHURBAŞKANLIĞINDA ORTAK ADAY

Seçimden hemen sonra cumhurbaşkanlığı seçimi siyaset gündeminin temel tartışma konusu oldu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde EMEP’in tavrı ne olacak?
Biz EMEP olarak HDP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerine 30 Mart yerel seçimlerinde çeşitli sebeplerle birleşemediği güçlerle de birleşerek, ortak bir adayla gitmesini savunuyoruz. Ülkenin temel demokrasi sorunlarını, halkın ekonomik, sosyal sorunlarını merkezine alan ve bütün bunlara ilişkin kendi çözüm önerilerini net biçimde ortaya koyan bir seçim faaliyeti örgütlemeliyiz. İkinci tur için de tabii ki, gelişmelere göre, boykot da dahil pek çok seçeneği yeniden tartışmamız gerekecek.

AKP’NİN “BİZ OLMAZSAK SÜREÇ BİTER” YAKLAŞIMI KABUL EDİLEMEZ

Çözüm sürecinin kalıcı bir barışa evrilmesi için dile getirilen taleplerin başında sürecin yasal dayanaklarına kavuşturulması geliyor ancak Erdoğan, “Böyle bir şey söz konusu olmaz” dedi. Gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz, çözüm süreci nereye gidiyor?
Tabii her toplumsal alanda, her toplumsal sorunda olduğu gibi bunu da belirleyecek olan mücadele olacak. Sonuçta sadece görüşmelerle bu sürecin ilerlemeyeceğini, başarıya ulaşmayacağını biz de söylüyoruz, Kürt hareketi de ifade ediyor. AKP görüşmeleri MİT üzerinden yürütmek suretiyle istihbarata bağlanmış bir “çözüm”de ısrar ediyor. Biz de diyoruz ki istihbarata bağlanmış bir “çözüm” olmaz. Kürt hareketinin meşru temsilcileriyle muhataplık ilişkisi üzerinden müzakere aşamasına geçilmelidir. Bunun için gerekli yasal alt yapı vakit geçirmeden sağlanmalıdır. Kürt halkının talepleri ortadadır. Hükümet hiç eğip, bükmeden bu talepler karşısında tutumunu net olarak ortaya koymalıdır. Seçimleri sağ selamet atlatabilmek için oyalama taktiklerine girmek –ki hükümetin yaptığı budur- sorunu daha da ağırlaştıracak sonuçlara kapı açmaktır. Bir diğer husus hükümetin görüşme ve çözüm sürecini tümüyle kendine mal etme tutumudur. Bu doğru değildir. Kürt halkının özgürlük mücadelesi bu süreci ortaya çıkaran belirleyici etkendir. Dolayısıyla AKP hükümetinin “biz olmazsak süreç biter” diyerek hemen her talep karşısında bunu bir “demokles kılıcı” gibi Kürtlerin başı üzerinde sallaması kabul edilemezdir. Hükümetin kim olacağından bağımsız olarak Kürt sorununun demokratik halkçı bir çözüme kavuşması için süreç ilerleyecektir.


DEMOKRASİNİN BATIYA GÖRE STANDARDI, DOĞUYA GÖRE STANDARDI OLMAZ

17 Aralık süreciyle birlikte batıya faşizan pratikler sergileyen yasakçı, otoriter zihniyetin, Kürdistan’a barış getirmeyeceği şeklindeki yaklaşımlar daha güçlü dillendiriliyor. Bu yaklaşımları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şunu bilelim, bunu aynı zamanda Türkiye halklarına ve demokrasi güçlerine bir çağrı olarak da değerlendirmek lazım, bir; bir taraf hak ve özgürlük elde ederken, diğer taraf bunu daraltmaz, yani bir taraf hak ve özgürlük elde ederken diğer tarafın da elde edeceğini öngörebiliriz. Bu açıdan da yani batıya baskı varken, Kürt halkının taleplerinin karşılanmasını bekleyemeyiz. Hak ve özgürlükler bir tarafta kısıtlanıyorsa, diğer tarafta da kısıtlanacaktır. Diyelim Fırat’ın batısında eylem ve gösteriler için yaşadığımız sıkıntıları biliyorsunuz, bu bölge için de geçerli. Her kolektif hak talebi için sokağa çıkan insanlar hükümetin baskısından nasibini alıyor. Biz Ağrı seçimlerinin iptal edilmesini nasıl açıklayacağız? Ceylanpınar’ın hile hurdasını neyle açıklayacağız? Tüm baskı ve otoriterlikleri neyle açıklayacağız? Bu açıdan bu tarafta baskı varsa, bölgede de baskı vardır. Çünkü politika bunun üstüne kuruluyor, Türkiye kamuoyu için şunu ifade edebiliriz ki, eğer bu baskılardan şiddetten hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasından rahatsız oluyorsanız, Kürt ulusal hareketinin hak mücadelesiyle birleşmek, onunla mücadeleyi ortaklaştırmak zorundasınız. Bunu yapmazsak şayet, mücadeleyi ilerletme şansımız yok.

“Çözüm sürecinin bütün yükü Kürtlerin omzunda, Türkiye solu ve demokrasi güçleri süreçle ilgili rolünü yeterince oynamıyor” eleştirisi yapılıyor. EMEP olarak bu eleştiriye ne diyorsunuz?
Ne yapmalıydı da eksik kaldı sorusuyla belki bunu ilerletmek gerekir. Tabii şöyle doğru bir yan var bu eleştiride; şovenizmin çok yoğun etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Ulusalcı yaklaşımların çok yoğun olduğunu söyleyebiliriz. “Filistin’de simgeleşen bir sapan, Kürt çocuğunun elinde tehlikeli bir silaha dönüşüyor” değerlendirmeleri yapılabiliyor. Kürt halkı gördüğü baskı ve şiddete karşı çıktığında “bu terörizm” diye nitelenebiliyor. Bu algıyı değiştirmemiz gerekiyor. İşçi sınıfı ve halk kitlelerinin karşılaştığı engelleri yıkmak için başvurduğu yol ve yöntemler ne kadar meşru ve haklıysa, aynı şey Kürt halkı için de geçerli. Bunun batıya göre standardı, Kürt illerine göre bir standardının olmaması gerekir. Özellikle kitleler arasında pompalanan şovenizme karşı açık bir tutumla hareket etmek gerekiyor. İşçi sınıfı ve ezilen kitlelere, Kürtler baskı altında tutulduğu sürece kendilerinin de baskı ve yasaklamalardan kurtulamayacakları iyi anlatılmalı. Bunu bir kenara koyduktan sonra, olayın toplumsal mücadelenin gelişim seyriyle de bağını kurmak gerekiyor. İşçi sınıfı hareketi zayıf ve kendi ekonomik ve sendikal sorunlarıyla boğuşmanın ötesine geçemiyor. Ancak, ‘90’lı yıllarda “Zonguldak Botan el ele” sloganlarını atanın da bu işçi sınıfı olduğu unutulmamalı. Sınıf hareketinin ve demokrasi mücadelesinin bir mayalanma içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin 8 Mart son birkaç yıldır neden bu kadar kitlesel kutlanıyor? Bir haftaya yayılan kutlamalar gerçekleştiriliyor, bu kadın hareketinin gelişim seyriyle alakalı. Bakıyoruz 1 Mayıslara, katılım neden son birkaç yıldır bu kadar kitlesel oluyor? Çünkü, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sorunlar çok fazladır ve bu sorunlarla baş etmek için bir mücadele içindedir. Çevre hareketine bakalım, bir taraftan hukuk mücadelesi veriyor, bir taraftan güvenlik güçleriyle karşı karşıya geldiğinde kadını erkeği ile taşla, sopayla direnmekten çekinmeyen bir hareketle karşı karşıyayız. İşte temel mesele bu taleplerin ortaklaştırılıp, ortak bir potada genel bir demokrasi mücadelesine evriltilmesi meselesidir. Kürt sorununun çözümü de burada yerli yerine oturacaktır.

BİR HALKA DAHA TAMAMLANMIŞ OLDU

MİT kanunu kabul edildi. Genel olarak kanununu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kısaca şunu söyleyebilirim, basın ve medya alanı düzenlendi iktidarın ihtiyaçları için, yargı alanı düzenlendi, ordu, MGK, keza eğitim alanı muhafazakar ve liberal politikalara göre ve yeni dönemin ihtiyaçlarına göre düzenlendi. MİT’le de önemli bir halkayı tamamlamış oldular.
 


TAKSİM İŞÇİ SINIFININDIR, BU HAKKIN TESLİM EDİLMESİ GEREKİYOR

1 Mayıs son yıllarda, İstanbul merkezli alan tartışması üzerinden gündem oluyor. Taksim neden bu kadar önemli ve Taksim ısrarıyla, “alan fetişizmi” yapmış olmuyor musunuz?
Hayır. Daha önce biliyorsunuz bu eleştiriden kaynaklı 1 Mayıs’ı Türk-İş’le Kadıköy’de de kutladık. Ancak son yıllarda Hükümet cephesinde Taksim’i bir mevzi olarak görme ve bu mevziyi işçilere, emekçilere, halka vermeme tutumu var. Gezi’den bu yana düşünün, Taksim için yapılan beş on kişilik eylemlere bile tahammül edemiyorlar. Bu nasıl bir zihniyet ki, koskoca bir park, meydan kapatılıyor? Hükümetin bu yaklaşımı karşısında bir tutum almak gerekiyor. Taksim işçi sınıfınındır, İstanbul halkınındır. Bu hakkın teslim edilmesi gerekiyor, bizim de bu dönem için söylediğimiz şey budur. Yoksa tabii ki 1 Mayıs’ı bir alana sıkıştırma işi bizim açımızdan doğru değildir. Aynı şekilde ülke çapında tek merkezde kutlanması da doğru değildir.
İl merkezlerinde büyük gösterilerin yapılması, sınıfın birliğini aynı alanda çeşitli sendika üyelerinin, farklı kimliklerin, farklı inançlara sahip emekçilerin bir araya gelmesi ve 1 Mayıs’ı kutlaması önemlidir. Ancak sanayi havzalarında, mahallerde yani yerele dayanan kutlamalarla güçlendirilmiş merkezi kutlamaların yararlı olacağını düşünüyoruz, çağrımız da bu yöndedir.
Taksim’e giremeyen ve dağılan bir 1 Mayıs değil, İstanbul’un her yerini 1 Mayıs alanına çeviren bir yaklaşım. Hükümetin ablukası dağıtılacaksa buradan dağıtılacak.

ÖNCEKİ HABER

Onur Ünlü: Bir zahmet inandıkları kitabı okusunlar

SONRAKİ HABER

Muğla\'da deprem

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa