13 Nisan 2014 07:37

Festivalde ilk hafta

Festival denince elbette ki sadece filmler akla gelmediğinden, sohbetler, arkadaşlarla görüşmeler, tanıdıkları selamlamalar, sanatçılarla aynı mekânları paylaşmalar da festival kapsamında olduğundan sinemalar çok önemli festival takipçileri için. Dolayısıyla hemen hemen her festival yazısında sinemalara, özellikle Emek’e değinmemiz bundan. “Unutmadık, unutmayacağız” dememiz de bundan.

Festivalde ilk hafta
Paylaş

Seçil TOPRAK

Geride bıraktığımız hafta itibarıyla biliyorsunuz, festivale “merhaba” dedik. Buruk bir selamlamaydı elbette bu. Açılışı Emek’te yapmayı dilerdi gönül. Festival İstanbul demek ancak özelde Beyoğlu demekti her daim. Anadolu yakasına festivali yaşatan Rexx sineması bir yana, festival deyince hep Emek, Atlas, Beyoğlu, Sinepop sinemaları gelirdi akla. Belki tevellüd yetmediği için ben başka sinema sayamıyorum ancak bu saydıklarımın da önceki kuşaklar için olduğu kadar genç kuşaklar için de yeri başkaydı.
Festival söz konusuysa elbette sadece filmler akla gelmediğinden, sohbetler, arkadaşlarla görüşmeler, tanıdıkları selamlamalar, sanatçılarla aynı mekânları paylaşmalar da festival kapsamında olduğundan sinemalar çok önemli festival takipçileri için. Dolayısıyla hemen hemen her festival yazısında sinemalara, özellikle Emek’e değinmemiz bundan. “Unutmadık, unutmayacağız” dememiz de bundan.
Bir haftayı geride bırakıyoruz 33. İstanbul Film Festivalinde. Elbette iki yüzü aşkın filmden yetişebildiklerimiz, izleyebildiklerimiz arasından öne çıkan filmler var. Gerek olumlu gerek olumsuz değerlendirmelerde bulunduğumuz filmler… Yine belirtmekte fayda görüyorum ki onca film arasından ancak izleyebildiklerimi değerlendirme kapsamına alabiliyorum. Keşke tüm filmlere yetişebilsek, izleyebilsek ama nâmümkün.
Wes Anderson sinemaseverlerin yakından tanıdığı bir isim. Bu yıl Berlin’de gösterilen ve beğeni toplayan Büyük Budapeşte Oteli’nin (The Grand Budapest Hotel) İstanbul Film Festivaline gösterileceğini duyunca sevinmiştim ve filmi izleyince beklentilerimizin hiç de boşa çıkmadığını gördüm. 1985 yılında başlayan ve geri dönüşlerle anlatılan hikâyenin esas eksenine aldığı 1932 yılı hem tarih açısından hem de karakterlerin gençlik-çocukluk dönemleri açısından önem arz ediyor. Ayrıca Anderson’ın masalsı dünyasının içine doğru yaptığımız yolculukta görsellik, mekân ve kostüm tasarımları, hikâyedeki ayrıntılar, tiplemelerin başarısı derken karşımızda izlenmesi gereken filmlerden biri duruyor. Film gösterime de gireceği için festivalde kaçıracak olanlar üzülmesin ve mutlaka ticari gösterimde izlemeye çalışsınlar.
Tabiî sinema bize masalsı dünyaların kapısını açtığı kadar gerçeği bir tokat gibi yüzümüze çarpar. Yunan sinemasının son dönem temsillerinden Şiddet Güzeli (Miss Violence) filmi gibi. Festivalin “Mayınlı Bölge” bölümünde yer alan ve bölümünün hakkını veren bir film Şiddet Güzeli. Filmi yöneten ve aynı zamanda senaryosunu da yazan Alexandros Avranas, filminin gösterim sonrası sohbetinde Yunanistan’ın en söylenebilecek haliyle “dibe batmış” (kendisinin kullandığı tabir bu değil, ben ifadenin iyileştirilmiş halini yazdım) bir ülke olduğunu söylemesi Şiddet Güzeli’nin pek umutvar bir film olmadığını vurguluyordur sanırım. İtiraz edilecek noktaları olması dışında filmin müthiş bir baba-devlet-iktidar okuması yaptığını ve eğrisiyle, doğrusuyla filmin tartışılması gerektiğini söylemeliyim. Belki daha uzun bir inceleme yazısı film üzerine düşünmek için gerekli olacaktır. Son yıllarda Yunanistan’dan gelen aile odaklı filmler içerdikleri şiddet sahneleriyle artık birbirinin tekrarı gibi görünse de Şiddet Güzeli’nin yarattığı atmoserin ve yaşattığı eziyetin uzun süre unutulmayacağı kanısındayım.
İzleyenler hatırlayacaktır, 2002 yılına ait Seviyor… Sevmiyor… (La Folie… Pas Du Tout) filmi kurgunun gerçekliği anlatmakta nasıl da kandırıcı olabileceğini gözler önüne seriyordu. Edilgen birer unsur olarak izleyici kendisine sunulan parçaların tekliğine göre değil, bir araya gelmiş haline göre anlamlandırıyor çünkü filmi. Kurgu masasında art arda dizilen film parçaları başka türlü dizilse filmden çıkaracağımız anlam da değişecektir elbet. Hatta kamera açısı değişse, seyirci olarak başka bir gözden bakmaya başlarız sahneye. Tüm bunları gözümüzün önüne seriyordu Seviyor…Sevmiyor… İlginçtir hiç ilgisi olmasa da İsveç filmi Buluşma (Atertraffen) bana bu filmi hatırlattı. Okul yıllarını birlikte geçirmiş olan sınıf arkadaşları yirmi yıl sonra bir araya gelirler ve olaylar gelişir şeklinde başlayan Buluşma, ilk yarıdan sonra evrildiği noktayla film olduğu gerçeğini çarpıyor ilkin seyircisinin yüzüne. İzlediklerimizin kurgu olduğu gerçeğini atıveriyor önümüze, hem de en gerçek haliyle. (Ne ilginçtir değil mi, aslında filmlerin kurgu olduğunu biliriz ancak film içinde film göstermek hatırlatır bunu yeniden izleyiciye). Buluşma yer yer şaşırtan tercihleriyle aslında bir hesaplaşma öyküsü. Okul yıllarının herkes için aynı geçmediğini gösteriyor bize. Farkında olmak, olmamak, umursamak veya acımasızca umursamamak… Seçtiği sözcükler ve görüntülerle “zorbalık” kavramına açılım getiren yönetmen/oyuncu Anna Odell.
Yıllarca size yakıştırılan kimliğe uygun davranabilmek adına olmadığınız bir insanı oldurma çabalarını anlatan Ben, Kendim ve Annem (Les Garçons et Guillaume A Table) festivalin öne çıkan filmlerinden. Başrol oyuncusu Guillaume Gallienne’nin müthiş performansı akıllarda kalacaktır eminim. Kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı sahne oyununun bu sinema halinde hem kendini hem de annesini oynayan Gallienne, trajikomik bir karakteri perdede yaşanır kılmış. Kız olmadığı halde annesini sevindirmek için kız gibi olmaya çalışan bir erkek çocuğunun içine düştüğü hali tahmin edersiniz belki. Bir de bu hale herkesin çocuğu gay sanması haklini de eklerseniz Guillaume’nin büyüme öyküsünü gözünüzde canlandırmaya başlayabilirsiniz. Aslında tamamen anneye hasrolunmuş bir hayat öyküsü içinde anne-çocuk ilişkisini biraz farklı ele alan film, hem komik hem de trajik bir çizgide ilerliyor ancak her iki eğilimin de kucağına düşmeden epey eğlendiren bir yapı sunuyor izeyene.
Yukarıda andığım filmlerden başka bizi 1974 yılı İtalyasına götüren ve küçük bir çocuğun adeta kamerasından bakan Mutlu Yıllarımız (Anni Felici), Hindistan’ın zor yaşam koşullarını kocasını arayan bir kadın üzerinden anlatan Zar Oyunu (Liar’s Dice) ve din-kilise kavramlarına ve inanca kara komedi kimliğiyle bakan İnfaz (Calvary) de festivalin ilk haftasından bende etki bırakan filmler. Şans verin derim…

ÖNCEKİ HABER

Yoksul Konrad İsyanı

SONRAKİ HABER

Daha kaç kez anahtarları verip çıkacağız evlerimizden...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...