07 Nisan 2014 06:00

Şiddet dolu bir tarihimiz var

Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları’ isimli çalışmayı derleyen Güney Çeğin ve İbrahim Şirin’in kitabı İletişim Yayınlarından çıktı. Kitapta yer alan makalelerde, şiddet-iktidar ilişkisi sorgulanırken, aynı zamanda şiddetin toplumsal alana yansıması irdeleniyor. Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Güney Çeğin’le şiddet ve meşruiyet ilişkisini konuştuk.

Şiddet dolu bir  tarihimiz var
Paylaş

Hilmi MIYNAT
Ozan Özgün ÇÖRDÜK
DENİZLİ


Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları’ isimli çalışmayı derleyen Güney Çeğin ve İbrahim Şirin’in kitabı İletişim Yayınlarından çıktı. Şiddetin türleri, tarihi ve sosyolojik boyutunu incelendiği kitapta İttihat ve Terakki, Kemalizm, Kürtler, akademi ve 12 Eylül gibi yakın tarihimizi şekillendiren olaylar ve dönemler de bu kapsamda inceleniyor.

Kitapta yer alan makalelerde, şiddet-iktidar ilişkisi sorgulanırken, aynı zamanda şiddetin toplumsal alana yansıması irdeleniyor. Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Güney Çeğin’le şiddet ve meşruiyet ilişkisini konuştuk.

Niçin “Şiddet” üzerine bir çalışma hazırlama gereği duydunuz?
Çocukluğumuzdan beri şiddetin her türüyle karşı karşıyayız. Çocukken okul içerisinde uygulanan simgesel şiddete maruz kalmayanımız yok. 70’lerin 80’lerin yarattığı travmaların bir mirası var üzerimizde. Bu alan içerisinde sosyalleştik. Aslında şiddetle dolu bir tarihimiz var. Hafızamızda çok temiz değil. Bu bağlamda şiddet sosyal bilimlerin meşru bir inceleme konusu. Akademide daha çok şunu gördüm. Mesela kadına yönelik şiddet var, aile içi şiddet var… Şiddet akademik alanda psikolojik temelli ya da felsefi alandaki tartışmalar üzerinden ele alınıyor; ama şiddetin tarihsel sosyolojik boyutu akademi içerisinde çok fazla incelenmiş değil. Bu eksikliği görmüş olmanın verdiği bir neden de var. Bu nedenler beni bu alanda çalışmaya itti.

MEŞRUİYETİN KENDİSİ ‘KEYFİYET’ OLABİLİR

Türk Dil Kurumu şiddet kelimesini “Bir hareketin, bir gücün derecesi, yeğinlik, sertlik”  olarak tanımlanıyor… Bu tanımdaki önemli nokta şiddetin “bir güç derecesi”  olması… Türkçedeki anlamından yola çıkarsak şiddetin ölçütü nedir?

Bütün devletler ya da bütün iktidar yapılandırmaları zaten şiddet üzerinden temellenir. Yani şiddeti yedeğinize almadan, şiddeti mobilize etmeden, şiddet hakkında profesyonelleşme teknikleri geliştirmeden, sizin insanlar topluluğu üzerinde bir hakimiyet kurmanız mümkün değil! O yüzden Türkiye’de şiddetin nasıl tasarlandığını anlamak istiyorsak; ilk başta devletin nüfusu nasıl denetim altına aldığına bakmamız lazım. Şiddeti bizim için doğal kılan mekanizmalar neler, bunların tarihsel bir arka planı var mı, neden bu kadar meşru görüyoruz, sadece devlet şiddetini değil, devlete dönük şiddetleri de meşru görüyoruz aslında. Yani o zaman şu soruyu sormamız lazım. Şiddet sadece güçle ilişkilendiriliyorsa o zaman herkes kendi iktidarını sağlayabilmek için şiddete başvurmayı kendisine meşru da görüyor. Burada şiddeti tanımlarken meşruluğu da tanımlamamız gerekiyor. Peki, buna siyaset sosyolojisi ya da felsefesi nasıl bakıyor? Meşruiyetin kendisi aslında bir keyfilik olabilir… Bu keyfilik kişiyi despot da yapabilir. Ve buradan da şiddete gitmeniz çok kolay.
 
İktidarlar şiddetin meşruiyetini nasıl sağlıyor?  
Meşruluk toplumsalın her düzeyinde işleyen bir mekanizma… Yani sadece devletin hukuk ve eğitim müfredatı üzerinden bireylere kanıksattığı bir yapıdan bahsetmiyoruz. Mesela bir kadın erkeğin iktidarını nasıl içselleştiriyor? Bunun mekanizmaları yatay ilişkilerde kuruluyor. Yani burada devletin doğrudan doğruya aklı ya da devletin stratejileri üzerinden açıklama yapmak bizi yanlış yerlere sevk edebilir. Bu bağlamda sorunun şöyle yönü var; yukarıdan tasarımlanan meşruiyet, aşağıda farklı meşruluklarla bir sarkaç halinde işliyor. Süleyman Demirel’e uzun zaman “baba” olarak hitap edilmesini bir düşünün! Ailedeki baba figürüyle devlet figürü arasındaki o bağlantıyı daha çok küçük yaşlarda kurmaya başlıyoruz. Ve daha sonra devletin ebet müddet sorgulanamaz, sual edilemez bir şey olduğunu aile içerisinde öğreniyoruz.

MAĞDURİYET GÜÇ İSTENCİDİR

Şiddet dili toplumsal alana nasıl yansıyor?
O dili oluşturan bir arka fon var. Farklılıklara tahammül edemeyen bir toplumdan bahsediyoruz. Ötekileştirme noktasında muazzam yetenekli bir toplumuz. Kendisi gibi olmayandan nefret eden bir toplumdan bahsediyoruz. Nietzsche’nin çok güzel bir ifadesi var: “Mağduriyet bir güç istencidir”. Türkiye’de iktidarlar mağduriyet psikolojisi üzerinden kendi siyasetlerini bir “hınç siyaseti” olarak tasarlıyorlar. Yani şöyle söyleyelim; 28 Şubat’ta dindar oldukları için mağdur duruma düşen insanlar muktedir duruma geldiklerinde kendileri gibi olmayanlar için herhangi bir eyleme gitmiyorlar. Ya da onlar için herhangi bir empati kurmuyorlar. Dolayısıyla hep grup kimliği üzerinden kendi mağduriyetlerimiz ekseninde siyasete bakıyoruz. Bu fasit daireden kurtulmadıkça demokratik bir sistem inşası kanımca çok uzaklarda…

ÖNCEKİ HABER

‘Mesele toplumdaki arayışa yanıt vermek’

SONRAKİ HABER

Cuma selamlığından balkon selamlığına

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...