10 Şubat 2014 06:00

Absürt, insan tabiatına giden en kestirme yol

Üniversitede felsefe alanında Öğretim Görevlisi Feramus işini kaybeder ve memleketine geri dönüp kullanılmayan bir havaalanında çalışmaya başlar. Betül ise kızının hastalığı nedeniyle zor zamanlar geçiriyordur ve çalıştığı tiyatro kapanınca ölü yıkamacılığına soyunur. Arif, gündüz çalışmayan havaalanını bekleyip akşamları birahanede boynuna ilmek geçirip bir tür Rus ruleti oynamaktadır. Feramus’un memlekete dönmesiyle kesişen üç yaşamın trajikomik hikayesini anlatan Daire, Başka Sinema salonlarında vizyona girdi.

Absürt, insan  tabiatına giden  en kestirme yol
Paylaş

Devrim ACAROĞLU
Çağdaş GÜNERBÜYÜK
İstanbul


Üniversitede felsefe alanında Öğretim Görevlisi Feramus işini kaybeder ve memleketine geri dönüp kullanılmayan bir havaalanında çalışmaya başlar. Betül ise kızının hastalığı nedeniyle zor zamanlar geçiriyordur ve çalıştığı tiyatro kapanınca ölü yıkamacılığına soyunur. Arif, gündüz çalışmayan havaalanını bekleyip akşamları birahanede boynuna ilmek geçirip bir tür Rus ruleti oynamaktadır. Feramus’un memlekete dönmesiyle kesişen üç yaşamın trajikomik hikayesini anlatan Daire, Başka Sinema salonlarında vizyona girdi.

Hayatları paramparça olan karakterler seçebilecekleri en “saçma” yolları seçerek hayatta kalmaya çalışırlar. Hayatla düello halindeki karakterlerin sıra dışı hikayesi izleğinde Türkiye’nin geçirdiği sert siyasal değişimin tablosunu çizen Yönetmen Atıl İnaç, “İnsan bazen bir delilik yapar, zamanın soytarılığına inat” diyor.

Üç karakteriniz de yaşamlarında onlardan beklenmeyecek tercihler yapıyor. “Saçmalıyorlar” ama delirmiş gibi de değiller. Bir şeyler mi ispat etmeye çalışıyorlar hayata ya da kendilerine?

Daire’deki karakterlerin yaşamlarındaki “saçmalamalar” sadece Türkiye’nin siyasal, ekonomik tablosunun bir eleştirisi değil. Benim subjektif algıma, tespitlerime göre dünyanın genelinde ciddi bir davranış bozukluğu yaşanıyor. Eğer karakterlerin beklenmedik şeyler yapmaları diye nitelediğiniz davranış paternlerini, seçimlerini, tercihlerini bir soyutlama olarak ele alırsanız, çevremizdeki pek çok kişi kendi varoluşsal gerçeğinin çok çok uzağında bir rol oynayarak hayatta kalmaya çalıştığını görebilirsiniz. Bunu yaparken insanlar en kaba haliyle “delirmiş” gibi görünmüyorlar. Olabildiğince çabuk adapte olmak ya da yok olmak ikilemi karşısındalar. Saçma olanı, gerekli gördüğümüz anda derhal normalleştiriyoruz. İronik bir biçimde “gerçekçi olmak” tabiri taviz vermek, saçmalığa, haksızlığa uyum sağlamak ya da müsamaha göstermek, “akıl ve vicdanın dikte ettiği, olması gereken” yerine, olup bitene ses çıkartma, dahil ol anlamında kullanılır oldu. Belki önemsiz bir detay gibi gelebilir ama bu yüzden “gerçekçilik” kavramına çok şüpheyle yaklaşan birisiyim.

80 yaşına merdiven dayamış bir iş adamı milyon ya da milyarlarca dolarlık servetine bir o kadar daha eklemek için hâlâ nasıl dolap çevirebilecek inancı ve enerjiyi bulabiliyorsa, Daire’deki karakterler de delirmiş gibi durmadan dibine kadar saçmalayabiliyorlar. Birisi çok normal gelirken, diğeri neden absürt geliyor, bunu anlayamıyorum. Özü itibarıyla bir ispat mücadelesi. Biçimleri farklı sadece.    

BİR İKİ GÖZYAŞIYLA ARINAMAYIZ

 “Kader” ağlarını örerken başlarına gelenleri “büyük” bir felaket gibi duyumsamaktan ziyade normalize ediyor, “neler geldi başımıza” tribine girmiyorlar. Seyircinin gözyaşlarına boğulmasına da izin vermiyorsunuz, öte yandan kimse gülmüyor da... Her şey pek bi “normal” yani… Yoksa biz miyiz anormal?
Evet, norm olarak kabul ettiğimiz her şey biraz irdelendiğinde şaşılası derecede anormal.  Bernard Shaw’un hikaye anlatımında beni çok etkilen bir sözü var; “Benim şaka anlayışım, gerçekleri söylemektir. Bundan daha komik bir şaka yoktur.” diye. Satire oldukça ciddi bir tavırla yapıldığında amacına ulaşıyor bence. Ciddiyetle anlatmaya kalkıştığım işlerde (evet yaptığım kimi işler sürekli atan taksimetreyi ödemek için sadece) Katarsis’i engellemeye çalışıyorum. Katarsis üzerine hikaye anlatmak, içine şeker boca ettiğiniz hamburgeri satmaya kalkmak gibi geliyor bana.  Bir iki gözyaşı döküp, arınılacak bir dünyada yaşamıyoruz. “Neler geldi başımıza” tavrı çok pasif bir kendine acıma ve acındırma durumu. Mümkün mertebe, mevcut durumun akla ve mantığa aykırılığına odaklı kalmak isterim.

Özellikle bizim coğrafyada evrensel değeri, karşılığı olan sanatsal ya da düşünsel üretiler ortaya koymuş  ya aç kalmış, ya sürgün yemiş, ya hapis yemiş, ya da ciddi şekilde itilip kakılmış. Düşünceyi ve sanatı boğan, sonra ip cambazını alkışlayan bir toplum örgütlenmesi içinde yaşamak mecburiyetindeyiz maalesef. “Devlet sanata para harcamaz” diye bir söylem üzerinden tutkuyla üretenlere sülük muamelesi çekeceksin. Kendi başlarının çaresine baksınlar diye hor göreceksin, sonra çapsız birkaç muhterise Türkiye’yi tanıtsana güzel kardeşim diye 40-50 milyon dolar para dökeceksin. Dışarıya karşı yazarıyla, düşünürüyle, sanatçısıyla büyüklenen, ama kendi evinde sopayı elinden bırakmayan bir kolektif refleks. Bence genelleme yapabileceğimiz türden bir anormallik var ortada.  

‘İNANIYORUM  ÇÜNKÜ ABSÜRT’

Belki de ortada “saçma” diye bir şey yok. Bir tiyatrocu için gasilhane de bir sahne, dualar da replikler, başörtüsü kostüm olabilir. Çalışmayan bir havaalanında aslında olmayan bir güvenlik sorununun görevlisi Nietzsche okursa fena mı olur? Bir devlet memurunun intihar işinden para kazanması eşyanın tabiatına çok da aykırı değildir…
Hikayeyi kurgularken ilk önce felsefeci karakterin kullanılmayan bir hapishanede gardiyan olarak çalıştığını hayal etmiştim. Aslında hükümlü kendisi oluyor bu durumda. Sembolizm parametresi arttıkça didaktik olma tehlikesiyle daha fazla karşı karşıya kalabiliyorsunuz.  Subjektif bir ölçü olmasına karşın, gerçek hayatta olabilecek ile tümüyle fantazya addedilecek arasında bir çizgi çiziyorsunuz. Ama hayat bu varsayımların kendilerinin “saçma” olduğunu defalarca kanıtlıyor zaten bize. Paradox diye bir şey gerçek hayatın içinde var. Misal, Ella Fitzgerald dünyanın en ünlü ve saygın ses sanatçısı olmadan önce felaket sürünmüş bir homeless olarak yaşamış. Kariyeri boyunca eleştirmenler tek bir konuda onu yetersiz bulup, eleştirmişler: En acı dolu balladı bile dünyanın en mutlu şarkısı gibi söylemesi. Acının ne olduğunu o kadar iyi bil ama asla ifade edeme.
Kartacalı İlk Çağ Filozofu Tertullian altın değerindeki felsefik önermesinde şöyle der. “İnanıyorum. Çünkü absürt.” Yüzyıllardır kafamızı meşgul ediyor bu önerme. Saçma, absürt (ya da daha da ötesi paradoksal) bizi insan tabiatına en kestirme yoldan götüren hazine değerinde olgular ya da davranışlardır. Çünkü maddenin mekanikliğinden kurtulduğumuz anlardır saçmaladığımız anlar. Bugüne kadar hiç bir elektron “ya hep ben dönüyorum, bir kere de nötron dönsün” deyip dönmeyi bırakmamıştır. İnsan bilincinde bir elektron olsa anında kavga çıkar, işte o atom ilginç bir atom olur.

ŞEHİRDEN UZAK OLUNCA BİR ŞEY KAÇIRMIYORUZ

Taşra çok uzun zamandır Türkiye sinemasının ilgisine mazhar oluyor. Fakat bu ilgi taşranın bunaltıcı havası karşısında sıkıntıdan boğulan karakterler ve hikayeler yaratmak üzerineydi daha çok. Sizin filminizde de taşra “neşeli” bir yer olarak resmedilmese de “buralarda yaşanmaz” da demiyor. Filminizin ve yönetmen olarak sizin taşrayla kurduğunuz ilişkiden bahseder misiniz?
Çin önümüzdeki 10 yıl içerisinde 250 milyon köylüsünü şehirlere taşıyacakmış. 20 yüzyılda ekonomik model, üretim biçimleri, sosyo-kültüre hayat, “Her şey burada dönüyor” mitiyle insanoğlu sadece şehirlerde yaşayabilir gibi tikel bir yaşam biçimi satıldı. Sadece Türkiye’de değil, Batı’da da taşra boşalıyor. Nüfusu 20 milyon ve üzeri diye ifade edilen metropol sayısı giderek artıyor dünyada. Eskiden emekli olunca kafa dinlemek için yerleşilen taşra artık pek çok insanın kafasında “Orada ne yaparak yaşayabilirim?​” türünde bir kaçış hayali. Şimdilik sahil kasabalarına kaçıp, adapte olmaya çalışan küçük bir zümreden bahsedebiliriz belki. Ama yakın bir gelecekte metropol cehennemimden kaçacak kalabalık kitleler olacağına inanıyorum. Bu açıdan Feramus ya da Betül karakterinin biraz sıra dışı hikayeleri gerçek hayatta daha çok tecrübe edilecek, denenecek diye düşünüyorum. Ben kendi adıma, taşrada kullanılmayan bir havalimanında iş arıyorum açıkçası. Beat jenerasyonu üretebilmek için sürekli taşraya boşuna koşmamış. Şehirden uzak olunca bir şey kaçırmıyoruz. 

BAĞBOZUMU ŞENLİKLERİ 365 GÜN SÜRÜYOR ARTIK

Filminizde televizyonun yer aldığı her sahnede televizyondan –ancak dikkatli izleyicilerin fark edebileceği- “Tülay” gibi efsaneleşmiş komik videoların seslerini duyuyoruz. Neydi bu tercihin nedeni?
Televizyon genel olarak komik bir şey bence. Sadece bizim televizyon kültürümüz değil, tüm dünyada öyle. Zaten bizimkisi özgün bir meta değil, tümüyle taklit. İster sabah programı, ister dizi, ister yetenek yarışması koyun, aynı derecede dengenizi bozan, sahneye olan dikkatinizi dağıtan, sinirlerinizi boşaltan bir etkisi oluyor. İnsanların toplaştığı her yere konmasının ve açık tutulmasının amacı da bu sanırım. Barlardan kamu dairelerine neden her yerde bulunur bu şey? Nasıl bir ihtiyacı karşılamaktadır? İnsanlar evlerinde yeterince izleyememekte midir de, ev dışında da her yerde açıktır? Ortaçağ’da Feodal Avrupa’da gezgin müzisyenleri, tiyatro kumpanyalarını hasat zamanı, bağbozumu zamanı kasabalarına gelsin, halkı eğlendirsin diye toprak ağaları finanse ederdi, ücretlerini öderdi. Ürün toplanmış, kış gelmek üzere ve az sonra felaket adaletsiz bir paylaşım olacak. Önce bir eğlendirmek, dikkat dağıtmak lazım. Şimdi feodal bağbozumu şenlikleri 365 gün, 24 saat sürmek zorunda. Kapkaççıların çalıştırdıkları tantanacılar gibi, dikkati birisi dağıtacak. Daire’de kullandığım ipte kendini asma trükajı da bir iş cambazı gösterisiyle bir paralellik taşıyor. 

DAYATILMIŞ TUTARLILIK KOMPLEKSTEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL

Filmografinizde “enteresan” bir yerde duruyor gibi Daire. Ne dersiniz?
Kariyer planlaması, profesyonellik, projelendirilmiş mesleki kimlikler, vs. beni hiç ilgilendirmiyor, hatta oldukça antipatik geliyor. Kendimle ilgili algı oluşturmak ya da o algıyı yönetmek için yaşamıyorum. Öyle yaşayanların yapaylıklarından da hoşlanmıyorum. “Ben bir markayım” ya da “bilmem kim bir markadır” söylemlerinin yapışık ikizi bu dayatılmış tutarlılık kompleksten başka bir şey değil. Lüks marka giyerek saygın olma sanrısı yaşayanlar gibi geliyor öyleleri bana. Yüzeyde prensip gibi görünen bu davranış biçimleri tutarlılık ya da bir duruş değil. Duruş dış dünya ile kendi egonuz arasında kurduğunuz adalet anlayışı ile tartılabilir ancak. Ben yaptığım işlerde birlikte ürettiğim insanlarla nasıl bir münasebet içinde olduğuma göre değerlendiriyorum filmografi denilen o listeyi. Bana göre hepsi aynı yerde duruyor; birlikte üretmenin keyfi.  

ÖNCEKİ HABER

Belaid suikastının perdesi aralanmadı

SONRAKİ HABER

Onlar da göçüp gitmeden önce...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...