27 Ocak 2014 07:11

Başbakanın istikbali yok artık

Serpil İlgün'ün Pazartesi konuğu Gazeteci Cengiz Çandar. 17 Aralık operasyonunun Başbakan için bir travma olduğunu belirten Çandar, artık 'büyü bozuldu' diyor.

Başbakanın istikbali yok artık
Paylaş

Serpil İLGÜN

Hafta başında Meclise getirilen HSYK (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) tasarısı, haftanın son gününde ‘şimdilik’ askıya alındı. İstanbul’un yeni Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu, “Bütün savcıları kontrol edeceğim, geldiğimiz belli olsun” dedi.
İzmir Liman İşletmelerindeki yolsuzluk soruşturmasını kapatmaya çalışan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ve Müsteşarı hakkında ‘yargıyı etkilemekten’ fezleke hazırlandı. Komutanların soruşturulmasını Başbakanın iznine bağlayan tasarı, komisyonda kabul edildi. Dolar 2.32’yi, benzin 5 TL’yi geçti.
Sıraladığımız gelişmeler, AKP-Cemaat savaşının geçtiğimiz hafta iç siyasette öne çıkan yansımalarının sadece bir bölümü.
Daha fazlasını, 17 Aralık’ta gelinen noktayı ve çözüm sürecini, deneyimli Gazeteci, Yazar Cengiz Çandar’la konuştuk.


Kimileri anayasal darbe, kimileri devlet krizi diyor. 17 Aralık’ta yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla başlayan süreci siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Keskinleşmiş bir iktidar mücadelesi. İktidar deyince şunu da belirtmek lazım; Türkiye’de çok fazla iktidar yok. AKP iktidar falan değil. Bir sürü şey Tayyip Erdoğan demek. Ama bir de Türkiye’nin yapısı, özellikleri vs. var. Bir anayasa olacak, parlamento olacak, seçimler yapılacak fakat bütün bunlar esas olarak demokrasi görüntüsüne yarayacak. Onun dışında ülke tek adamın ve tek partinin yönetiminde olacak. Böyle olması için bir sürü kanun değişti-riliyor, böyle olması için Anayasa ya kısmen değiştiriliyor, ya dokunulmuyor. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’la Cemaat arasında bir iktidar paylaşımı çatışmasının yan ürünü olarak veya doğal sonucu olarak 17 Aralık ortaya çıktı.

17 Aralık’tan önce de Erdoğan’ın otoriterleştiği söyleniyordu. 17 Aralık buna ne kattı?
Erdoğan’ın tek adamlık yönelimi epey bir zamandır var. Erdoğan-Cemaat çatışması da epey bir zamandır var. Gezi’nin en önemli boyutu Tayyip Erdoğan’ın yetkilerini kendi elinde toplayacağı türden bir başkanlık sistemini imkansız hale getirmiş olmasıydı. Erdoğan’a sınır çekmesiydi. 17 Aralık çok daha büyük bir travma oldu Erdoğan için. Gezi sınır koyduysa, 17 Aralık Tayyip Erdoğan’ın sonunun başlangıcını getirdi.

Yolsuzluk nedeniyle mi?
Evet, yolsuzluk üzerinden vurdu. Bu partinin adı bile AK. En büyük iddiası dini referansları olan ahlakiliği, bozulamazlığı, yozlaşmazlığı ve bu imajı altında belli bir ekonomik büyümeyi, Türkiye’yi 2023’te cumhuriyetin 100. yıl dönümünde dünyanın en gelişmiş 10 ülkesi içine sokmayı, siyasi istikrar icap ettiren bir fotoğraf içinde sunuyordu. Bu fotoğraf mahvoldu. Bu parti ak değil. Ak olmaması, partinin orasından burasından sızmış birtakım “kötü adamlardan” ötürü değil. Yolsuzluk denen olay, en tepede. Bunu açığa çıkarmak isteyen her hamle, Başbakanın misli görülmemiş tepkisi ve karşı saldırısıyla yüz yüze kalıyor. Aynı zamanda Başbakanın tek adamlığının da önüne geçilmez bir şekilde harekete geçirmiş oluyor. O yüzden HSYK’yi, emniyet teşkilatını, İnternet’i bildiği gibi yapacak. Komutanları da kendine bağlayacak. “Bu darbe yolsuzluk kisvesi altında yapılmıştır” diyor. Tamam, bunlar kötü şeyler. Ama yolsuzluk var mı, yok mu? “Varsa ben mahvederim onu” diyor. Nasıl mahvedeceksin? Kendine göre dizayn ettiğin bir hukuk yapısı ile nasıl yapabileceksin? “Oğlum olsa evlatlıktan reddederim.” E oğluna yaklaşamıyoruz ki. Hiçbir zaman da yaklaşamayız bu yapıda.
Beri yandan da büyü bozuldu. Bu Başbakanın istikbali yok artık, bitti. Bu sonun başlangıcıdır. O bakımdan 17 Aralık çok tayin edici bir gelişme.

Başbakan “Bütün musibetleri paralel devlet yaptı” diyor…

Paralel devlet falan yok ortada. AKP’nin askeri vesayeti geri iterek hükmetmeye başladığı devlet var. Bu devletin bürokrasi içinde hükmedemediği bazı unsurlarına, paralel devlet demeye başladılar. Fakat tam da o unsurlarla askeri vesayeti geri itti.

Şunu sormaya çalışmıştım; bütün musibetleri paralel devlet yaptıysa, Başbakan bunca zaman aldatıldıysa, bu durum liderliğini, Başbakanlığını ortadan kaldırmış olmuyor mu?
Tabii, bir itiraftır aynı zamanda. Zaten devlet çatladığı için bu Başbakan da sonun başlangıcına geldi. Devlet öyle bir parçalanmış halde ki, devlet yok ortada.

Dolayısıyla büyük bir krizden bahsediyoruz?
Çok büyük. Devleti devlet yapan vasıflar yok. Savcı diyor ki polise “Git bana Serpil’i getir.” “Getirmiyorum” diyor. “Nasıl getirmiyorsun?​” “Getirmiyorum” diyor. “O zaman ben senin için suç duyurusunda bulunuyorum” diyor savcı. O da savcı hakkında suç duyurusunda bulunuyor, “Bana kanunsuz emir verdi” diyor. Ondan sonra deniyor ki, “Adli kolluğa göre emniyetin savcıya bağlı olması lazım.” Hükümet diyor ki, “Ben yeni genelge çıkardım.” Danıştay da diyor ki, “Ben o genelgeyi iptal ettim.” E uygulamıyor hükümet ve bir gecede bir sürü polis, hakim, savcı yer değiştiriyor. Atanan polisler, bir daha değiştiriliyor filan. Ondan sonra Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın Yargıtayda cezası onanıyor, “Ben bu kararı tanımıyorum” diyor. “Niye tanımıyorsun?​” “Yargının, polisin her işleminin sorgulandığı ve uygulanmadığı bir durumda ben niye tanıyayım” diyor. Haklı. Başbakan da diyor ki, bu kararlar Ergenekon, Balyoz, KCK’yi de ima ediyor hatta…

Yeniden yargılamadan bahsediyorsunuz ama orada KCK en belirsizi...
Evet, o biraz belirsiz. Fenerbahçe’yi de katarak “bütün bunlar paralel devletin kararıdır” imasıyla laflar ediyor. Başdanışmanı kalkıyor diyor ki, “Milli orduya karşı komplo düzenlenmiştir.” Arkasından MİT’in TIR’ları Allahın günü yakalanıyor. Sen, zaten her Allahın günü 7 TIR’la yola çıkıyorsan ve her seferinde yakalanıyorsan sen gizli istihbarat örgütü olma vasfını da kaybettin demektir. Başbakan, “Bunu paralel devlet yapıyor” diye, paralel devlet adamlarını alıyor ama bir hafta sonra aynı şey yine oluyor. O arada Türk dış politikasının uluslararası hukuk, uluslararası politika bakımından kocaman delikleri ortaya çıkıyor. Cenevre konferansı yapılacağı sırada... Böyle bir devlet olur mu? Devletten başka her şeye benziyor!


GÜL’ÜN GÖLGE BOKSU ARTIK DOĞRU SONUÇ VERMEZ

HSYK’nin yapısının değiştirilmesi gündeme geldiğinde Cumhurbaşkanına rolünü oynama çağrısı yaptınız. Gül bazı hamlelerde bulundu ama kastettiğiniz bu muydu?
Ben dediğim için değil herhalde, kendi de kaçamayacağı için 24 saat sonra devreye girdi. Kendinden geçmiş birisi olsam “Ben söyledim ertesi gün bak ne yaptı” diyebilirim. Demiyorum ama bu tarih uyumunun da altını çizmeyi ilginç buluyorum. Abdullah Gül’ün bir oyun tarzı var, bunu bazılarımız biliyor bu toplumda. Ben de biliyorum. Benim bildiğimi o da biliyor.

Bilmeyenler için nedir o oyun tarzı? Yazınızda da “gölge boksu” diye adlandırmıştınız…
Abdullah Gül’ün oyun tarzı, Erdoğan’ın kaybedeceği puanların otomatikman kendisi lehine yazılmasına uyacak bir oyun tarzıdır. Zaten birçok olayda da aynı yerde durmadığı, aynı bakış açısına sahip olmadığı sinyallerini toplumun anlayacağı şekillerde veriyor. Yani, “Ben Başbakan gibi bakmıyorum, ben Başbakan gibi düşünmüyorum” diyor. “Ona kızıyorsanız bana kızmayın” demek bu. Bir başka şey daha demek ama; “Türkiye’nin yarınında ben olacaksam bu mesajlarımla bu gibi konularda onun gibi olmayacağımı söylüyorum. Dolayısıyla beni tercih edecekseniz Erdoğan’la aynı şey zannederek tercih etmeyin” anlamına da geliyor. Gölge boksu dediğim bu. Bu oyun, Abdullah Gül için başarılı bir oyun tarzıydı.

Gül, 17 Aralık sürecinde de bu oyun tarzını mı sürdürüyor? Tavrı çok belirsiz görünüyor çünkü…
Onu anlatmak istiyorum. Türkiye, bu oyunun devamını kaldıramayacak noktaya geliyor. Senin gölge boksu şeklinde oynadığın oyun, bu güne kadar doğru sonuçlar verdi gibi düşünebilirsin fakat bundan sonra vermez. İkiniz birden gidersiniz. Sen gerçekten öyle biri değilsin -ki öyle olmadığına ben de inanıyorum- ama biraz hareketli ol, farklı ol ve sahaya gir. “Hukuk devleti gidiyor, durun” de. HSYK yasasının ilginç tarafı şu, Türkiye’de “yetmez ama evet”deki pozisyon üzerinden hararetli tartışma konusu.

Dediğiniz gibi bir yandan da, referandumda “yetmez ama evet” oyu verenlerin Erdoğan’ın otoriterleşmesinde payı olduğu şeklinde bir tartışma var…
2010 yılında referanduma sunulan anayasa değişikliğinin esası HSYK yapısının değiştirilmesiydi. HSYK değişikliğinde birtakım eksiklikler vardı ama esas olarak Avrupa Konseyinin hukuk devleti süzgeci ve jürisi olan Venedik Komisyonunun onayı alınarak hazırlanmıştı. “Bu paketle Türkiye’de demokrasi geldi, iş bitti” diye bir durum yok. “Yetmez ama evet”çiler, -aralarında ben de varım- hâlâ ağır hakaretler yiyoruz bu yüzden “Yetmez” dedik, daha fazla! Aradan üç sene geçti. Şimdi “Bunu yine değiştireceğiz” diyor. Avrupa’ya filan da sormuyor.

Gül, yasa önüne gelirse sizce onaylar mı?
İçindeki unsurlar, o sıradaki dengeler, Gül’ün iki üç ay sonraki hesapları, bütün bunların kesişme noktası ne olacaksa karar oradan çıkar.


SİZ DE BİZE PALAVRALARINIZI YEDİRTEMEZSİNİZ!

Zaman Gazetesi Yazarı Hüseyin Gülerce birkaç gün önce yazdığı yazıda “Bu savaş bir yıl sürecek” dedi. Öte yandan hem Başbakan, hem Gülen’e yakın isimler yeni dosyalar ve kasetlerin geleceğinden bahsediyor. Savaşın daha da şiddetlenmesi dengeleri nasıl etkiler?
Valla Gülerce epey şaşırdı olan bitenlerden. Bir hafta içinde zikzak yapan yazıları var. O yüzden Gülerce’nin süresinin bir hükmü yok.

AKP’ye yakın yazarlar, Gülen cephesinden gelecek büyük hamlenin AKP’ye kapatma davası açılması olacağını söylüyor…
AKP’liler 17 Aralık’ın bir darbe olduğu argümanına meşruiyet kazandırmak için böyle fantastik laflar ediyorlar. Yolsuzluk soruşturması devam edemezken, AKP’ye kapatma davasını kim açacak? AKP mağduriyet, mazlumiyet üzerinden politik ağlaşmalarını devam ettiriyor. Diyorlar ya, “Erdoğan’ı yedirmeyiz” diye, tamam yedirmeyin ama her palavrayı da biz yemeğiz. Siz de bize palavralarınızı yedirtemezsiniz!


YÜZDE 50 BAŞBAKANA İYİ GELMEDİ

Erdoğan’ın Cemaatle savaştan ancak demokrasiye sarılarak galip gelebileceği, buna da yöneleceği söyleniyor. Başbakanın onca otoriterleşme pratiği varken, bu olabilir mi?
Tayyip Erdoğan’la demokrasiye gidilmiyor. Bir dönem öyle bir görüntü vardı.

O görüntü ne zaman son buldu size göre?
2011’den yani seçim zaferinden itibaren. O yüzde 50 iyi gelmedi. 2011’den itibaren adım adım, bazen hızlanarak, bazen boyutlarını daha genişleterek ama düzenli bir şekilde antidemokratik bir rotada yol aldı bu iktidar. Bunun en çarpıcı görüntü verdiği, zulüm de yapabilir, zalim de olabilir görüntüsünü verdiği yer, Gezi’ydi. 17 Aralık sonrası da iktidarının devamı için her şeyi yapabilir görüntüsü verdi.
Sorunuzun yanıtına gelince, “paketler çıkarsa, demokratikleşirse” filan. Hayır. Zaten bu da bir yöntem. Sürekli oltanın ucunda bir yem var, her seferinde bir takım sazanlar da “A bak yem geldi” diyor. Sen yüzde 50 oy almışsın, ülkenin nasıl demokratikleşeceğinin parametreleri iyi kötü netleşmiş. Gıdım gıdım paketler ya da işte “CHP, MHP karşı çıkıyor.” Kürt meselesinde de bu bahane var. HSYK kanunu çıkarırken, komutanların soruşturulmasının Başbakanın iznine bağlanması kanunu hazırlanırken, İnternet kanununu çıkarırken aklına “CHP, MHP buna karşı çıkarsa” gelmiyor. Demokratik adımlar söz konusuysa paket hazırlanacaksa, “Bakalım CHP, MHP ne diyecek”, yalan!

Dolayısıyla bunun da sonuna gelindi?
Tabii, öyle bir şey yok artık. O yüzden sonbaharda açıklanan son paketi yemedik.


ÇÖZÜM SÜRECİ AKP-CEMAAT SAVAŞINDAN ETKİLENMEZ

Erdoğan’ın Cemaatle savaşta Kürtleri karşısına almak istemeyeceği söyleniyor ama oyalama taktikleriyle bunu nasıl götürecek? Daha somut, süreci ileri taşıyacak adımlar atar mı?
Bilmiyorum. Ben Kürt siyasi hareketinin esenliği konusunda, Abdullah Öcalan ve Kandil’dekilerden veya BDP’li yetkililerden daha ileri bir şey söyleme durumunda olamam. Fakat bir gözlemci konumuyla, “Şimdi yaşadığımız gelişmelerle çözüm sürecinin ilgisi var mı” derseniz, elbette var. Fakat doğrudan bir ilgisi olduğu kanısında değilim.

Kimileri bunu Cemaatle savaşta merkeze koyuyor ama…
Ben öyle görmüyorum. Bu çatışma Kürt sorununun yol açtığı bir çatışma değil. Bu çatışmanın gidişatı ve de sonuçları Kürt sorununun ele alış tarzını elbette etkileyecektir. Kürt sorunu, Türkiye’nin bir numaralı sorunu olma özelliği taşıdığı sürece, Türkiye’deki her büyük gelişme de onu etkileyecek ve ondan bir şekilde etkilenecektir. Ama 17 Aralık’ı çözüm sürecini tehdit eden bir gelişme olarak görmüyorum.
Çözüm süreci denen oluşumu var eden iki unsur da çözüm sürecinden vazgeçmediğini söylüyor ve vazgeçmemekte de çıkarları kesişiyor. Biri Abdullah Öcalan ve PKK, diğeri Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı. İkisi de “Devam etmeli” diyorsa eder.

Altı doldurulmayan bu süreç, Kürt sorununun çözümü müdür peki?
Hayır değildir. Kimileri bir seneyi aşkın süredir hiçbir insanın hayatını kaybetmemesini öne çıkarıyor -ki altını kocaman çiziyorum bu çok değerli- tamam. Ama buna bakarak “Mesele çözülmüştür” muamelesi yapılıyorsa hayır, değil. Bu bir güçlü çatışmasızlık halidir. Çok uzun ve sağlam bir ateşkes halidir. Çözüm sürecinden murat edilen şu anda, bu çok güçlü çatışmasızlık halinin mümkün olduğu kadar devam ettirilebilmesidir. Bunun doğrudan tarafları olan Başbakan ve Öcalan da “İyidir, dursun” diyor. Dolayısıyla bu durumdan etkilenmez o.

Kürt siyasi hareketindeki, Erdoğan dolayısıyla AKP giderse çözüm sürecinin akamete uğrayacağı kaygının karşılığı yok mu?
Ola ki Erdoğan ayrıldı, yöntem ve yol değiştirmesi anlamında etkilenebilir fakat bitmez, niye bitsin? Çünkü kendileri diyor “Bu bir devlet projesidir”. Erdoğan görevinden ayrılınca Türk devleti buharlaşıp, yok olmuş mu olacak? Türkiye’de devlet direksiyonunda hangi hükümet, hangi rejim tipi oturuyorsa bu sorunu ele almak için Öcalan’ı muhatap alma ihtiyacını hissetmiştir. Hele geldiğimiz noktada artık bu aleni yapılıyor. İmralı’ya, Kandil’e gidiliyor, geliniyor. Bundan sonra Erdoğan’la ya da Erdoğan’sız daha ileri gider. Zikzaklar, geri dönüşler olur mu, olabilir. Fakat bir süre sonra daha ileri gider.


GÜL, TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNDE ROL ALMAYI TASARLIYOR

Bazıları, Gül’ün 17 Aralık sürecinde net bir duruş sergilemekten kaçınmasını cemaate yakın olmakla açıkladı. Öte yandan şöyle bir görüş de var: “Gül, Erdoğan’la arasındaki anlaşmazlıkları dondurdu. Çünkü cemaatle savaş, Erdoğan için varlık yokluk savaşını aldı. Dolayısıyla Gül, Erdoğan’ı en azından kamuoyu karşısında zor durumda bırakacak bir tavır almaktan çekiniyor.” Ne diyorsunuz?
Şuna dikkat etmek gerekiyor bence; Türkiye’de birçok çevre, özellikle sol çevreler iki şeyi çok iyi bilmiyor. Birincisi, devleti. Devlet denen cihaz nedir, nasıl çalışır, iç dengeleri nedir, dişlileri nedir, çok iyi bilmiyorlar. İki, İslami hareketi çok iyi bilmiyorlar; özelliklerini, akımlarını, kim kimdir’i, nerede uzlaşır’ı, nerede uzlaşmaz’ı iyi bilmiyorlar. Bunu bilmeden siyaset yapmak olağanüstü zor bir şey. Sol, devletin bela kısmını biliyor. İşkencesini, tutuklanmayı, idamı biliyor, acımasızlıklarını biliyor. Onu soldan, en başta da Kürtlerden iyi bilen yoktur. AKP de iyi bilmiyordu, öğrenmeye başladı, kendisi devletleşti ve o da zalim bir unsur haline dönüşmeye başladı. Bunun da en tipik halini Gezi’de gördük.
Gül’le ilgili çok yanlış okumalar yapılıyor. “Gül cemaate yakın.” Böyle bir şey yok. Gül, kendisini AKP’nin gerçek kurucusu olarak görüyor. AKP’nin ana damarı olan gelenekte kendisini devrim yapmış biri olarak görüyor. Ne yaptı? Biat kültürüne başkaldırdı. Refah kapatılmıştı, Fazilet vardı. Erbakan Hoca yasaklı olduğu için giremiyor seçime. Parti kongre yapmak zorunda. Gül, Recai Kutan’a karşı “hayır” dedi. Kimse inanamadı Erbakan’ın tercihine karşı çıkmasına. AKP’yi kuran kanat, büyük ölçüde o tercihe karşı çıkan kanat. Dolayısıyla AKP bir anlamda Gül’ün kendi evladı gibi bir şey. Ve Gül Türkiye’nin geleceğinde rol sahibi olmayı tasarlıyor. Ya başbakan olarak, ya yeniden cumhurbaşkanı olarak... Bunun örgütsel aparatı ne olacak? Cumhurbaşkanı da olsanız, başbakan da olsanız, altınızda bir teşkilat yoksa yapamazsınız. Abdullah Gül’ün yapıya ihtiyacı var ve o yapı Erdoğan’ın çok büyük kontrolü altında görünüyor. Fakat Abdullah Gül hem Erdoğan’ı çok iyi tanıyor, hem o yapıyı biliyor, hem kendini biliyor. Dolayısıyla bütün bunların bileşimi olan bir oyun planı kurguluyor kafasında. O nedenle bütün yaptıklarına ve yapmadıklarına bu çerçeveden bakmak lazım.

Yani yara bere almadan süreci atlatmak istiyor…
Tabii, bir yandan da Cumhurbaşkanı. Çünkü devlet o kadar yara bere alıyor ve ortadan kalkıyor ki, devlet başkanı olarak devlet denen kavramı koruma sorumluluğu da onun üstünde. Devletin gitmesinden umuru olmayan insanlar var Türkiye’de. Onlar için sorun değil. “Birbirlerini yesinler” filan, böyle ideolojik pozisyonlar var, anlayabiliyorum. Olabilir ama sen öyle davranamazsın. Devlet gidiyorsa ki gidiyor, o zaman senin devreye girmen lazım öncelikle.

ERDOĞAN, TEK ADAMLIĞI PEKİŞTİRMEYE ÇALIŞIYOR

Peki, Erdoğan yetkisiz bir cumhurbaşkanlığına razı olur mu?
Şu anda Cumhurbaşkanı’nın Anayasadaki yetkileri bir hayli fazla aslında. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı çok törensel bir makam değil.

Ama Erdoğan’ın istediği gibi değil…

Değil elbette. Ama unutmayalım, 1982 Anayasası hala yürürlükte ve bu Anayasa adı üstünde darbe anayasası. Başta orgeneral Kenan Evren olmak üzere 12 Eylül’ün darbeci generallerinin devlet yönetiminde etkili olabilmelerine imkân verilecek şekilde dizayn edilmişti. O anlamda cumhurbaşkanlığı yetkileri zaten güçlü. Fakat teamül olarak parlamenter sistem işlemeye başladıktan sonra seçimlerle beraber, başbakanın ağır bastığı bir sistem olduğu için cumhurbaşkanı fazla topa girmiyor. Hele hele yüzde 50 oyla, doğrudan halktan destek almış bir cumhurbaşkanı seçilirse Tayyip Erdoğan, o kişi Erdoğan olduğu için kısmen fiilen, kısmen hukuken götürebilir işi. Gezi onun bu işi tümüyle hukuka uydurabilme imkânlarını ortadan kaldırdı. Yoksa cumhurbaşkanı olma hedefini iptal etmedi.
Şu anda içinden geçmekte olduğumuz savaş, biraz onun savaşı. İstediği türden cumhurbaşkanı olacak mı, olamayacak mı savaşı. Şimdi yeni hamlelerle o tek adamlığı pekiştirmeye çalışıyor.

Sizce olur mu?
Olamayabilir. 30 Mart’ın sonuçları çok etkili. Ne olur? Onu 1 Nisan günü konuşmaya başlayabileceğiz. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, hele 30 Mart’ı görelim, 1 Nisan’ı yaşayalım, ondan sonra…


BU GİDİŞLE EKONOMİ DENEN FİLİKA BATACAK

AKP’nin 30 Mart’tan nasıl bir sonuçla çıkacağını düşünüyorsunuz?
30 Mart seçimleri ne sonuç verecek bilmiyorum, oylarının epey düşeceği kanısındayım. Onlar da hafiften geri çekmeye başladılar, yüzde 38’i kabul edilebilir hale getirmek istiyorlar. Ama yüzde 38 olursa cumhurbaşkanı olamaz, yüzde 50 olması lazım cumhurbaşkanlığı için. Erdoğan bir seçim daha bu gemiyi yüzdürebileceği aldanmasına kapılabilir fakat ekonomi bırakmayacak peşini. Bugün (23 Ocak Perşembe) Merkez Bankası iki yıldır ilk defa dolara müdahale etmek zorunda kaldı, rekora gidiyor. Bu Brüksel gezisine rağmen oluyor. İki gün önce Merkez Bankası’nın para kurulu kararına rağmen oluyor. Yani piyasalar teskin olmuyor. Çünkü HSYK tasarısı orada duruyor. Bütün bu tasarılar, hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığının baskıya alınmaya doğru gittiği izlenimlerini veriyor. Brüksel’de verdiği sözlerden tatmin olunmadığını gösteriyor. Hukukun üstünlüğü olmayan ve yargı bağımsızlığının kalmadığı kanaatinin güçlendiği bir ülkeye yatırım yapılmaz. O ülkenin para birimi erozyona uğramaya başlar. Ha babam devalüasyon oluyor. Cebimizdeki para bundan bir ay öncesine göre yüzde 25-40 arası daha az bir para, satın alma gücü itibariyle. İki ay sonra ne olacak bilmiyoruz. AKP iktidarının bugüne kadar bu gemiyi yüzdürmesinin en büyük kozlarından biri olan ekonomi denen filika batacak bu gidişle.


30 MART’TA CİDDİ KAYIP VERİRSE YARILMALAR OLUR

“AKP yarılacak, kopmalar olacak” deniyordu. Birkaç istifa da oldu ama gerisi gelmedi. Yarılma olabilir mi?
30 Mart’a bağlı. Şu anda istifa edebilir duygularda olup etmeyen, ya da olan bitenden hiç haz etmeyen, kapı arkalarında “ya bu Tayyip Bey ne yapıyor” diye şikâyet eden fakat Erdoğan’ı gördüğü anda ayağa kalkıp, grup toplantılarında filan “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye slogan atan bir takım kişiler var. Bunlar kaç kişidir bilmiyorum ama olduklarını biliyorum. Sayılarını bilmiyorum. 30 Mart çok ciddi bir erozyon görüntüsü verirse, “ya bizim iktidar galiba bitecek” denecek bir oy oranı çıkarsa, 30 Mart’tan sonra bu dediklerimin sayısını daha fazla görebiliriz. Ya da Gül’e gidip, “senin az buz bir emeğin yok, başımıza geç, şu iktidarı tekrar bir paylaşalım” diyen çıkar.


‘BENİM MEDYAM’A GÜVENİYOR

Başbakan “ben yapmadım cemaat yaptı, yasadışı örgüt beni hedefliyor” gibi argümanların kitleler tarafından satın alınabileceğine nasıl bu kadar güveniyor?
Bir kere, Erdoğan 11. yılını devirmek üzere başbakanlıkta. Bu, bütün dünyada uzun bir süre. Demokratik ülkelerde imkânsız bir süre. Gezi’nin sebeplerinden biri de buydu. Tek adamlık haline karşı. Niye derseniz, Gezi olduğunda Erdoğan 11 yıldır başbakandı. İllallah diye Türkiye’nin 18-35 yaş eğitimli kuşağı isyan etti. Ama tepki 11 yıldır Erdoğan’dan gına gelmesinden ötesineydi. Bir on yıl daha istemesineydi. “On yıl daha güçlü bir başkan olarak gelicem, sizi yönetecem, acayip atılımlar yapacaz, AVM’ler, çılgın projeler, 3. havaalanı, 3. köprü yapacam, adını da Yavuz koyacam.…” filan,
11 yıl uzun bir süre. Bu süre zarfında kimse o ülkenin yöneticisi, gerçeklerle bağı kopuyor. O kadar kopuyor ki, Erdoğan örneğinde olduğu gibi, Yiğit Bulut gibi bir adamı, telekinezi yoluyla kendisine suikast yapılacağını söyleyip Gezi olaylarının arkasında Frankfurt Havaalanı’na rakip geliyor diye Lufthansa’nın olduğunu iddia edecek kadar psikiyatrik teşhis ihtiyacı duyan birisini, bu lafları ettiği için başdanışman yapıyor yanına. Önemli olan Yiğit Bulut değil, önemli olan bu performanstaki birisini Gezi sonrası başdanışman yapıyor olması. Bu olaylar bize Yiğit Bulut’u değil, Tayyip Erdoğan’ı anlatıyor aslında.

O halde neye güveniyor?
Böyle bir manzarada kime güvenir? “Benim medyam”a güvenir. Medyası var hakikaten; Star, Yeni Şafak, Sabah, Akit, Türkiye, Akşam var. Bir sürü gazete var. Bir de televizyonları var. Hepsi birden o konuştuğu vakit, canlı yayına geçiyorlar. Yalnız o konuşuyor. Ve adliye önündeki arzuhalciler gibi, herhangi bir süzgeçten geçirmeden dediklerini yazan, yorumculukta da ondan öteye geçen kişiler var. Dolayısıyla böyle bir propaganda cihazı üzerinden, gerçeklerle de koptuğu için, bu gemiyi yüzdürebileceğini zannediyor. Bir süre de yüzdürebilir.


AKP GİDER, CEMAAT KALIR

Peki, bu savaştan cemaat nasıl etkilendi? Mithat Sancar’ın tabiriyle, “mecburi şeffaflaşma” cemaate zarar mı, yarar mı getirdi?
Cemaati yakın ve orta vadede çok hırpaladı tabii. Çünkü cemaat bürokrasinin bir sürü kilit noktalarına yılların sabrıyla ve çalışmasıyla yerleşmişti. Fakat uzun vadede AKP kalmayabilir ama cemaat kalır. Niye derseniz -ki şeffaflaşma kısmına da bununla bağlantılı olarak yanıt vereceğim- cemaat bir inanç hareketi sonuç itibariyle. Bu adamlar Cumhurbaşkanı olayım, bakan olayım değil, “faaliyetlerimizi güvence altına alacak bir iktidar olsun, bize ilişilmesin” diyorlar. İlişilmediği sürece de giderdi. Cemaatin hiçbir zaman RP’ye Fazilet’e özel bir desteği olmamıştı. Bir miktar ANAP’a vardı, bir miktar DYP’ye vardı, bir miktar DSP’ye vardı, bir miktar BBP’ye vardı. Yani cemaatin kendisini sağlamda tutmak için, bütün yumurtalarını bir sepette toplamamak gibi bir özelliği vardı. 2007’de kenetlendiler ve bütün yumurtalarını bir sepete, AKP sepetine koyar oldular.

Cemaat neden taktik değiştirdi?
Çünkü büyük bir bela geliyordu. O sıradaki askeri komuta heyetine karşı ittifak yaptılar. Askeri vesayet kalktı dendi. Öküz ölünce ortaklık bozulur gibi oldu, bu sefer iktidar paylaşımı meseleleri çıktı, ondan sonra çıngar çıktı.
AK Parti, otoyollar, kentsel dönüşüm projeleri, TOKİ’ler filan eşliğinde iktidar oldu. Kirlenmeye de başladı. Koalisyon çatlamaya başlayınca iktidar kontrolü de zayıflamaya başladı. Bu sefer iktidarı devam ettirmek için parlamento aritmetiği üzerinden yasa değiştirerek, anayasal darbe yapmaya, Türkiye’nin hukuki yapısını değiştirmeye başladı.
Ama buna ekonomi reaksiyon veriyor. Ekonomiyi kaçırdığınız zaman, enflasyon, devalüasyon, yolsuzluk, yolsuzluğu örtme çabaları filan, geçmiş olsun, bittiniz demektir. Futbol maçında 90 artı 3 veya 5 uzatmaları oynanıyor ya. İşte üç dakika daha mı uzayacak, beş dakika daha mı uzayacak? Ama maçın sonucunu gördük. Bu değişmez; Tayyip Erdoğan gidecek. Ama giderken neleri götürecek o ayrı hikâye. Hepimizin canına okuyarak gidebilir. Ama cemaat, durur bir şekilde okullarıyla filan. Onlar da, “idealizmimizin dışına çıkarak yaptığımız yanlışların ceremesini çekiyor olmamız” lazım diye düşünüp, bi önlerine bakacaklar herhalde.

CEMAATE NE DİYEYİM?

Ocak ayı başındaki yazınızda “Cemaate laf etmiyor”, “Çandar, cemaatin demokrasi getireceğine mi inanıyor” eleştirileri aldığınıza ilişkin bir not düşmüştünüz…
Neden cemaate laf etmediğimin eleştirisi yaygın bir eleştiri değil. Özgür Gündem gazetesinde imzalı yazılarda söylendi. Geçen hafta Adıyaman’da bir konferansta soruldu. Ben de “İyi ki sordunuz, burada açıkça söyleyeyim” dedim. “Bu soruyu soran Veysi Sarısözen, TKP’nin uzun yıllar liderliği yapmış olan, benim çok da eski arkadaşım. Müstear isim altında bu soruları soruyor ve ayıp ediyor” dedim. Çünkü biz Veysi ile yüz yüze bakan adamlarız. Bu soruya cevap vermeyi reddederim. Çünkü diyor ki, “Cemaat için bir şey söylemiyor, Türkiye’ye cemaatin mi demokrasi getireceğini söylüyor?​” 38 senelik gazeteciyim, sadece yazar çizer de değil, aktivistim aynı zamanda. Böyle bir soru olabilir mi?

Sizce neden soruyor peki?
Çünkü şöyle bir durum var, birtakım PKK liderleri cemaate büyük öfke dolular. Bunun haklı ve anlaşılır sebepleri de var. Son zamanlarda ihtiyatsız açıklamalar yaptılar. Paris suikastını cemaate bağladılar, bir yandan da Başbakan’ın adı çözüm süreci ile irtibatlı algılanıyor. Üstelik Abdullah Öcalan’ın kavramlarını ithal etmiş durumda Başbakan. Paralel devlet sözü Başbakan’a değil, Öcalan’a aittir. Şimdi bir paralel devlettir gidiyor. Öcalan’dan ithal kavramlar kullanan, çözüm süreci denen duruma kendini angaje etmiş gibi görünen iktidar var. Bir de çözüm sürecine, Oslo’ya, her şeye karşı olan, Paris suikastını yaptığına ilişkin kanaatlerimizin oluştuğu bir cemaat var. Şimdi bu ikisi birbirine girmiş durumda. “Bizden yana olduğunu bildiğimiz, bizi anladığını düşündüğümüz Cengiz Çandar ha babam Tayyip Erdoğan’a, hükümete bindiriyor, cemaate bir şey söylemiyor.” Cemaate gidip sorsalar mesela KCK davası sırasında, Fenerbahçe davası sırasında cemaat diye kastettiklerinin bana karşı öfke dolu olduğunu, benimle ilgili olarak “KCK’den tutuklanacaktı, direkten döndü” sözlerinin cemaatle ilişkili olduğunu bilmeleri lazım. O sözler doğru muydu, yanlış mıydı bilmiyorum ama o duyumlar bana geldiği zaman cemaat denilenlerin o işi yapacaklarını biliyordum. Dolayısıyla benim cemaate özel bir muhabbet göstermem için ya da Türkiye’ye demokrasinin gelmesini cemaatten beklemem için, hiçbir özel sebep olamaz. Buradaki mesele cemaat değil. Cemaat bu olayın içinde var mı, var. 17 Aralık’tan bu yana ve de öncesindeki gelişmelere bakarak, Gezi’ye bakarak, bütün bu sürece bakarak, yakalanması ve koparılması gereken halka cemaat değil.
17 Aralık’tan sonraki mesele benim için demokrasi alanının daralması demek, ekonominin berbat olması demek. Cemaatle uğraşayım, ne diyeyim cemaate? Ekonomik kararları cemaat almıyor. HSYK kanununu cemaat vermiyor. Yani iman tazelemek için, “Ey Tayyip Erdoğan bizi zora sokmaya başladın. Cemaat, sen de iyi bir şey değilsin” diyeyim, ne olacak? Siyaseten bunun anlamı ne?

ÖNCEKİ HABER

Meteoroloji\'den kar ve don uyarısı

SONRAKİ HABER

Tunus’ta yeni anayasa kabul edildi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...