26 Haziran 2016 04:51

Yıldız Çakar: Acınızı ‘güzelleştirmeniz’ lazım

Modern Kürt edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden Yıldız Çakar ile ilk romanı Gerîneka Guernîcayê ve Kürt edebiyatı üzerine konuştuk.

Paylaş

Reşo RONAHÎ

Modern Kürt edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden Yıldız Çakar ile Diyarbakır Kitap Fuarı’nda baskısı tükenecek kadar ilgi gören ilk romanı Gerîneka Guernîcayê ve Kürt edebiyatı üzerine konuştuk. Kürt edebiyatında acı ve estetizm ilişkisini irdeleyen, edebiyat üzerinden toplumsal yüzleşme meselesine dair önemli tespitlerde bulunan Yıldız Çakar özel olarak Kürt kadınının edebiyatla ilişki düzeyini de yorumladı.

Kitabın adı dikkat çekici.  Bir Kürt olarak Guernica senin hafızanda ne anlama geliyor? Hem kitabın kurgusunda ciddi bir temel hem de aynı zamanda romana adını verdi...
Bilindiği üzere Pablo Picasso tarafından yapılan Guernica tablosu, İspanya İç Savaşı sırasında Nazi dönemi Almanyasına ait çok sayıdaki bombardıman uçağının 26 Nisan 1937’de Guernica kasabasını bombalamasını anlatan anıtsal bir tablodur. Katliama uğramış olan Guernica kasabası bu tablo ile savaş trajedisini, savaşın insanlar üzerindeki etkilerini dünyaya yansıtmış oldu.
Adı “Gerîneka Guernicayê” (Guernica Girdabı) olan romanımın tam yayına hazırlanması döneminde, İspanya İç Savaşı’ndan daha ağır ve insanları dehşete düşüren Türkiye’deki orantısız savaşta Sur, Silvan, Nusaybin, Şırnak, Cizre, Silopi’deki görüntüler son anda romanın ismini değiştirmem için yeterli sebep oldu. Çünkü, savaşlardan ders çıkarılmamış, eldeki devasa silahları kullanmayı diyaloga; ölümü yaşama tercih edenler şehirleri ağır silahlarla yakıp yıkıyor, insanları ve tüm canlıları katliamdan geçiriyordu.
Bu tablo ve bu tablonun taşıdığı anlamlar insan kanına ekmeğini doğrayan gaddarları afişe ediyor, insanlığın vicdanında sürekli canlı tutuyor. Benim nazarımda bu tablo, savaşın altüst ettiği hayatımızı ancak kısmen yansıtıyor. Acının karşılaştırması olmaz elbette ancak bence Kürtlerin 100 yıldır yaşadığı acılar ve sahipsizlik hissi çok çok daha ağır.
Roman aslında sadece “Gerînek” ismiyle yayınlanacakken canlı savaş hatıraları, savaş sembolü bu eserin adının kitabın ismine tamamlayıcı bir unsur olacağını düşündürttü.
Roman, Kürdistan’da 1980’lerden beri yaşanan karanlık ve soğuk savaşın, özellikle failli meçhuller, yakılan yıkılan köyler ve bu savaşın insanlar üzerinde bıraktığı kalıcı izlere de dikkat çekiyor... Ve insanların köklerinden zorla koparılmaları, başka şehir ve metropollerde yaşayamamaları ... Kısacası bu psikolojik yönü ağır basan bir savaş romanı denilebilir. Savaş sonrası iç dünyası ile sürekli savaşı sorgulayan Lisa ve karanlık savaş girdabının iki küçük gözden yansımaları var.
Romanımda, savaşın ve yıkımın emsalsiz fırçasının sahibi Picasso bile, roman kahramanım Lisa’nın sorularına karşı sessiz kalıyor ve Lisa, Picasso’ya savaş tablosunu bir daha yapması gerektiğini söylüyor. Başka bir şey daha söylüyor Lisa, Picasso’ya; “Söyle bakalım senin coğrafyan mı büyük yoksa üzerinde yaşadığım Guernica mı? Zaten bunu cevaplayamayacağını biliyorum, acılarımın coğrafyası senin tablondan çoook daha büyük ve yaralı. Eğer ruhun bir kez daha fırça ve kan ile buluşacaksa o zaman 7,76 metre yükseklik ve 3,49 metreden daha geniş bir tabloya; Dicle ve Fırat’a, Kürdistan’a ihtiyacın olacak. Öbür türlü bu kadar kan ve ölüm nasıl abide olabilir, elindeki fırça kanın ağırlığını nasıl taşıyabilir? Ah Pablo! ‘acının tablosu yok’ derler fakat işte Guernica var.”
 
1970’lerde Avrupa’da gelişen Yahudi edebiyatı o güne kadar herkesin bildiği ama konuşmadığı katliama yer verdi. Hiç olmamış gibi davranılan gerçeklerin hafızasını oluşturmaya başladı. Hatta belki de bir yüzleşmeye zorladı, yüzleşmeye mecbur bıraktı. Edebiyat nasıl bir yüzleşme aracıdır sence? Mesela bu romanın bir yüzleşme-yüzleştirme gayesi var mı?
Özellikle ağır savaş travmaları yaşamış ve büyük katliamlara maruz kalmış halklar savaşın ve ölümün içinde iken büyük yüzleşmeler yapamamış hatta -istisnai durumlar- hariç 30-40 yıl bir zaman sonrası ruhlarında gördükleri yara izlerini sanata ve edebiyata aktararak çok büyük eserler ortaya çıkartmışlardır.
Yahudileri, Romanları öldürenler yıllarca sessizliğe büründü. Ancak kültürel ve ekonomik birikimi ve gücü olan Yahudi toplumunun acıları edebiyatla sinemayla gözler önüne serildi fakat aynı şeyi Romanlar için söyleyemeyiz.
Kürtlerin acıları da Yahudilerinki gibi görünür mü olacak yoksa Romanlarınki gibi sahipsiz mi kalacak? Bilemiyorum...
Yahudi edebiyatı elbette yüzleşmeyi sağladı. Naziler döneminde bugünün Türkiyesinde olduğu gibi kamuoyu vicdanı körelmişti. Aslında zulmü kabul etmeyecek olanlar da ya susmuş ya susturulmuştu. Fakat edebiyatın etkisiyle bugünün Avrupasında yüzleşme var. O kadar ki bir Alman cumhurbaşkanı görünür bir zorlama yokken Ermeni katliamında Osmanlı ile müttefik olduğu için ülkesinin katliamda sorumluluğu olduğundan ve suç ortaklığından bahsedebiliyor. Bu vicdani bir yüzleşmedir.
Ancak yaşananların edebiyata taşınması, yüzleşmeler, hemen olmuyor. İnsan kurşun yarası aldığında bile yara sıcakken kurşunu ve acıyı hissetmez. Kürt edebiyatı için yaranın soğuması lazım. Kurşunun ne kadar derinde olduğu, hangi iç organları parçaladığı ancak belli bir zaman sonra anlaşılır, hissedilir. Toplumsal sorunlar, savaşlar, katliamlar… insanın bunlara dair bir şahitliği varsa, bunun dışavurumu bazen kendiyle bir yüzleşme gerektirirken bazen de toplumla, dünyayla yüzleşme gerektiriyor. Sanatın ve edebiyatın gücü aslında burada. Yaşanan olayların bellekten aktarımı ve insanlar üzerindeki etkileri... Gerîneka Guernicayê’de yüzleşmeden ötesi var; bir dönemin şahitliği, savaşın ağır travmaları… Yazdığım bu romanda Lisa veya Abide karakterinin yaşadıkları ürpertici. Lisa’nın bütün iniş çıkışlarında onunla beraberdim. O içerideydi ben dışarıda. Çoğunluğu kurgusal olsa da bir kısmının içinde yaşadığımız hayatın gerçeği olduğu inkar edilemez. Bir sabah okula giderken bir demircinin iki kişi tarafından öldürülmesi ve yaklaşık 50 kişinin bu olayı çok sıradan ve umursamaz bir şekilde izlemesi yıllar sonra romanda Lisa karakteri ile bir daha o girdaba girip yüzleşmeyi, yüzleşme olmaktan çıkartıp düşünme, eleştirebilme, insanın kendi gerçekliğine geri dönme, kabullenme, başkaldırma olarak bellek-ayna-yansıma üçlüsü olduğunu ve bu tür savaş-psikoloji romanlarının yüzleşmeden bir adım daha önde olduğuna inanıyorum.  
Romandaki kan, katil ve çaresizlik kavramlarının benim için zor sahneler olduğunu inkar edemem, buna yüzleşme diyemiyorum, başkaldırı ya da isyan benim için en uygun kelime...

Yüzleşme-yüzleştirme demişken devam edelim. Romanın bir yerinde şöyle diyorsun: “İnsan her şeyi unutabilir ama haksız bir savaştan geriye kalanları asla..!” Sence gerçekten öyle mi? Ya da bu savaşın izlerinin unutulması için herhangi bir yol yok mu?
Aslında dünyada hiçbir haklı savaş yoktur. Ama gel gör ki insanlar kendilerini korumak, varlıklarını savunabilmek için atalarının topraklarını, dillerini özgürce kullanabilmek için savaşlarda taraf olmak zorunda kalmışlardır. Bu bence haksız bir durum. Bir halk, kendi varlığını, ismini, dilini sahiplendiği ve korumaya çalıştığı için katliamlara, işkenceler, yok edilmelere, soykırımlara maruz kalıyor, hemen gerisinden gelen diğer kuşak buna başkaldırıyor. Neden? Yaşamak için... Ait oldukları topraklarda kendi ana dili ile özgürce yaşayabilmek için... Sence de bu haksız bir savaş değil mi? Düşün Kürdistan’da hemen hemen her evde öldürülen, kaybolan, esir olan, tutuklu olan var. Bir de bugün artık gözümüzün önünde yakılan yıkılan Kürt şehirleri var. Hatta artık o şehirlerde ortada olmayan mahalle ve caddeler var. Şimdi siz bir halkın ait olduğu evleri başlarına yıkarsanız, çocuklarını öldürürseniz, hatta öldürmüş olduğunuz o çocukları günlerce sokağa çıkma yasağı adı altında o anaların evlatlarını evlerindeki derin dondurucuda bekletirseniz kim sizi affeder, kim bu yaralanmış ruhları tedavi edebilir. Savaşa şahitlik eden, mağduru olan insanlar savaşın izlerini silemezler. Başka bir yol yoktur, sadece gelecek kuşak için özgür ve barış içinde yaşayabilecekleri yeni bir bellek, yaralı ruhların kısmen iyileşmesinde yardımcı olacaktır.

Kürt’ün edebiyatı acıdan yoksun olabilir mi? Değilse acının estetize edilmesi ne kadar mümkün? Hele biz Kürtler için hem yaşamış hem yaşıyor olmak estetik kaygıyı etkilemez mi? Ne dersin?
Edebiyatın temeli ne yazık ki acı üzerine kurulmuş. Biraz arabesk gibi gelse de hakikat bu. Zaten anlatım ve estetik, acıyı güzelleştirip aktarmak edebiyatın rengini oluşturuyor. Yoksa şu an içinde yaşadığımız sıcak savaşın sloganvari anlatım dili edebiyatı öldüreceği gibi, sadece belli bir döneme ve kitleye hitap edebilir. Daha geniş zamanlarda ve başka toplumları da etkileyebilecek anlatımın -ki bunun içeriğini de estetik belirler- nesilden nesile aktarılması, etki ve tepki, dilin kullanımı estetik kaygı doğurmak zorunda. Zaten içinde olduğunuz bir ateşi hemen yazamazsınız. Yazdığınızda ateşi ve kendinizi yazacağınız için çok doğru sonuçlar almazsınız, acınızı “güzelleştiremez”siniz. Ateşte yanmış olabilirsiniz, ateş sönmüş olabilir ama oradan çıkmanız lazım, sonra kendinizi dışarıya belleği içeriye almanız lazım. Yani acınızı “güzelleştirmeniz” lazım.  Hegel’den küçük bir örnek vermek isterim, “Güzellik hakiki olanı ifade etmenin ve tasarlamanın özgül bir biçimidir” der. Buradan da anlaşılacağı üzere “güzellik” veya “estetik” edebiyatta bir “amaç” bir “araç” ve sanat bunun “ifade ve dışa vurumudur.”

ŞİİRDEN ROMANA...

Şiirden romana uzanan bir yazarlık süreci... Bu süreç nasıl ilerledi? Yani seni şiirden romana götüren şey neydi?
Şiirle çok erken tanıştık. Goristana Stêrkan adlı şiir kitabımdaki şiirlerin çoğu 17 yaşında yazdıklarımdır. Şiir ve ben birbirimizi hem çok sever hem de birbirimizi çok kırarız. Çok uzun yıllar şiir yazıyor olmama rağmen sadece 2 şiir kitabım var. Bir yıl önce yayınlanmak üzere hazırladığım şiir dosyamı sadece küçücük bir sebeple yaktım. Pişman mıyım? Hayır değil. Çünkü bazı acılara giydirdiğim kıyafetler çok büyük gelmişti. Fakat dergi ve gazetelerde yayımlanan epeyce şiirim var. Ve bir odada yıllardır bekleyen defterler. Şu an masamda bir şiir dosyam var,  belki bir sabah yayınevine yollarım...
Roman ise beni mecbur kıldı. 97-98 yıllarında yazdığım taslaklar vardı. Günlükler tutuyordum. Yaşadığım o savaş yıllarını- ki halen yaşıyorum-daha çok kelime ve daha çok anlatım ihtiyacı duydum. Roman yazmayı düşünmemin pratik anlayışı bu. Yaşadığım dönem çok sıradışı bir dönemdi. (Halen öyle. Günlerce tank top sesleri ile uyuduk uyandık...) Hep diğer kadın yazarlardan bekleyip kendimi oyaladığımı düşünüyorum kitap basma konusuna gelince. Çünkü şiirde uzunca bir arayış içine girmiştim 90’lı yıllarda. Kürt kadının yazdığı şiir ne? Nerde? 90’lı yıllarda Kuzey Kürdistan’da tek bir Kürt kadın şaire rastlamadım ve herhangi bir eser okuyamadım. Sadece erkeklerin yazdığı şiirler vardı. Oysa Kürt toplumunun kimliğinin oluşumunda en büyük rolü Kürt kadınının oynadığını ve sadece kimlik oluşumunda değil bu yarattıkları kültürel, sanatsal ve toplumsal kimliğin kültür taşıyıcısı olduğunu sözlü ve az sayıdaki yazılı kaynaklardan bilmekteyiz.  Bu kadar önemli bir görevi doğal hayatın kendisine verdiği yaratıcı ruhla yerine getiren kadın ne yazık ki egemen toplumlar, feodal-ataerkil toplum anlayışları ve dini kuralların getirdiği yasaklarla her şeyden koparılmıştır. Aslında hayattan koparılmış demek daha doğru. Çünkü yaşam ve kadın arasındaki bağ sanıldığı kadar ince değil kökleri derin. Şiirde yaşadığım bu hissel durum hemen hemen romanda da karşıma çıkmıştı. Kürt romancılığında kadın varlığını göremedim ve kızdım, öfkem beni buraya taşıdı. Yoksa belki sadece şiirle devam etmek isteyecektim. Bu süre epey bir zaman aldı. Ve aslında biraz kızgınlık, biraz başkaldırı, biraz öfke beni roman yazmaya sürükledi.

KÜRT EDEBİYATINDA KADIN YAZARLAR

Kürt edebiyatında kadın roman yazarı sayısı çok değil. Neden sence?
Bu sorunun nedenleri tarihseldir. Yazılı edebiyatın gelişmemesinin iki önemli nedeni siyasi ve ekonomik. Genel olarak Kürt toplumunda yaygın olsa da özellikle Kürt kadını 20. yüzyıla kadar eğitimden çok açık bir şekilde geri bırakılmıştır.  Türkiye’de asimilasyon politikaları nedeniyle uzun süre varlığını bile iddia edemeyen Kürtlerin görünmeyen edebiyatında gerek asimilasyonun ağır seyrettiği dönemde gerekse hafiflediği dönemlerde Kürt kadınlar yukarıdaki iki nedenle edebiyatta görünmediler. Ya da vardılar da egemen güçlerce yok edildi ya da üzerleri örtüldü. Geniş Kürt coğrafyasında Kürt kadınının edebi varlığının da son yıllarda gözle görülür ve elle tutulur bir hareketlenmeye girdiğini, yazılı eserlerin sayıca artmaya başladığını söyleyebilirim. Kürdistan’ın kuzeyinde daha çok kadınların şiire yöneldiğini söyleyebilirim. Oysa şiir edebiyatta en zirvedir. Şiiri olan ama halen roman ve öyküsü çok bilinmeyen bir durumdayız.  
Siyasal değişimler bir nebze de olsa kadının önünü açmıştır. Bu aydınlanma hareketinde gelecek dönemlerde kadınların sanat ve edebiyatta çok etkili eserler üreteceklerini düşünüyorum.

ÖNCEKİ HABER

Susmayacağız, mücadele edeceğiz!

SONRAKİ HABER

#GazetecilikSuçDeğildir

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...