29 Mayıs 2016 06:10

Suriyeliler kutuplaşmanın neresinde?

Türkiye’ye sığınan 3 milyon Suriyelinin, zaten hali hazırda var olan toplumsal kutuplaşmaya etkisi ne oldu?

Paylaş

Ercüment AKDENİZ

Türkiye’ye sığınan 3 milyon Suriyelinin, zaten hali hazırda var olan toplumsal kutuplaşmaya etkisi ne oldu? Bu soruyu tartışmaya açmak için öncelikle bizdeki kutuplaşmanın temel taşlarına bakmak gerek.  

21. yüzyıl Türkiye’sinde hala kanamakta olan bir yara var; Kürt sorunu. Bu yarayı tersten “Türk milliyetçiliği” ya da “Türk şovenizmi” olarak telaffuz etmek de mümkün. Dolayısıyla Türkiye’de toplumsal kutuplaşmanın sacayaklarından birini ulus, ulusal sorun ya da ezen-ezilen ulus sorunu oluşturuyor. Moda tabirle -bazen de dezenformatif amaçlarla- buna “etnik kutuplaşma” deniyor.

Öte yandan 90 yıllık Cumhuriyet dönemini artık kapanması gereken talihsiz bir parantez olarak gören neo-muhafazakar bir iktidarla karşı karşıyayız. Devlet restorasyonunu “Türk- (Sünni) İslam” sentezi üzerinden yapmayı savunan ve yeni fetihlere kapı aralayan bu yapı; Türkiye’de etnik kutuplaşma kadar dinsel-mezhepsel kutuplaşmayı da derinleştirmiş görünüyor. Bu da kutuplaşmanın diğer sacayağını oluşturuyor. 

GÖÇ KOLLARINI KARŞILARKEN

Şimdi birçok insanın kafasında yer etmiş olan o soruyu sorabiliriz artık; Suriyeli sığınmacılar toplumu kutuplaşmaya mı sürüklüyor? 

Altını çizerek vurgulayalım ki; Türkiye’deki toplumsal kutuplaşma Suriyelilerin gelmesiyle başlamadı! Suriye’deki savaş ve sonrasında yaşanan göç, bizde zaten var olan kutuplaşmanın üzerine geldi. Zira Suriye’den gelen göç kollarını karşılarken yaşadığımız manzara hemen hemen şöyleydi: 

* IŞİD kontrolündeki bölgelerden kaçan Aleviler cemevlerine sığındı. Onlara Alevi kurumları ve Alevi toplumu sahip çıktı.  

* Suriye’nin azınlık topluluklarından Çerkeslere Türkiye’deki Çerkes Dernekleri sahip çıktı. Binin üzerinde Suriyeli Çerkes, son derece organize biçimde Çerkes evlerine, köylerine yerleştirildi.

* Kobanê kuşatması sırasında sınıra yığılan Rojavalı Kürtleri bölge halkı ve bölge belediyeleri sahiplendi. 

* Türkmenlere ise çoğunlukla milliyetçi ve muhafazakâr çevreler el attı.

* Büyük çoğunluğu oluşturan Sünni Araplara gelince; onlar da iktidar partisi ile birlikte hükümetin, Sünni tarikatların, cemaatlerin hem yardım hem de örgütlenme sahası oldu.  

Anti parantez belirtmekte fayda var. Sınır bölgelerinden kent içlerine göçen yüz binlerce sığınmacı perişan durumda ve iktidar hala görevini yapmış değil. Elbette iktidar gücüyle diğer kesimleri eşit terazide tartmak da muradımız değil. Yukarıdaki örnekte dikkat çekmeye çalıştığımız şey sadece işin sosyolojik görünümüyle ilgili. 

Dolayısıyla Suriyeliler bizi kendi başına kutuplaştırmadığı gibi bizde zaten var olan kutuplaşmanın içine düştü ve bir bakıma taraflaşmaya zorlandı. 

Türkiye’ye göç eden Suriyeliler, iç savaşta yaşadıkları bölünme ve gerilimin izlerini hala taşıyor, bu doğru. Fakat bu bölünme ve gerilimde -Suriye iç savaşına bir taraf olarak dâhil olması nedeniyle- AKP hükümetinin sorumluluğunu da atlamamak gerekiyor. 

TARİHSEL REFLEKS VE AKIL

Geri kabul antlaşmasının ardından Türkiye’ye gönderilen mülteciler İzmir-Dikili’de “istemezük” mitingiyle karşılandı. Maraş Terolar köyü ise uzunca bir süredir kamp yapımına direniyor. Elbette bu iki tepki aynı kategoride değil. Fakat son dönemde kamplar üzerinden Suriyelilere ilişkin kaygıların giderek arttığı gözleniyor. 

Kürt kurumlarından da bu konuda ilginç açıklamalar gelmeye başladı. Yapılan açıklamalarda; zorla boşaltılan Sur, Cizre, Yüksekova gibi Kürt kentlerine devletin Suriyelileri yerleştirmek istediği ve demografik oynamalar yaparak “Arap Selefi” ağırlığı oluşturmak istediğine dikkat çekililiyor. 

Tarihten bugüne Anadolu topraklarında sayısız pogrom, sürgün ve asimilasyon örneği yaşandı. Aleviler, Ermeniler, Kürtler, Rumlar gadre ve sürgüne uğrarken boşalan bölgelere kimi zaman Rus kırımından kaçan Çerkesler kimi zaman Balkan Türkleri; kimi zaman Afgan ya da Türkmenler yerleştirildi. Yetmedi ’38 Dersim örneğinde olduğu gibi “İskan Kanunları” devreye girdi. 

Hal böyle olunca ezilen halkların tarihten gelen refleksi, bugün Türkiye’ye sığınmış bulunan Suriyelileri de aynı potansiyel tehlike içinde değerlendirebiliyor. Fakat içgüdüsel kaygılarla hareket etmek her zaman doğru yolu bulmaya yeterli olmaz, olmuyor. Zira bu kaygının, hükümetin ayrıştırıcı-kutuplaştırıcı politikasını boşa düşürecek enternasyonal bir akılla birleşmesi gerekiyor.

Şimdi, kafaları çokça meşgul eden o sorulara bir daha bakalım;  

-- Siyasi iktidar, Suriyeli nüfusa dayanarak Alevi ve Kürt bölgelerindeki demografik yapıyı bozmak isteyebilir mi? 

- Evet isteyebilir.

- Cihatçı gruplar mülteci kamplarına sızabilir ve buraları bir üs olarak kullanabilir mi? 

- Evet kullanabilir.

- Suriyeliler, ileride yeni-Osmanlıcılığın bir yedek gücü olarak devreye sokulabilir mi? 

- Evet, gerici güçlerin elbette böyle bir hesabı olabilir.

Ama bütün bunlar olabilir ve fakat bu kaygı ve olasılıkların daraltıcı kıskacında muhalif kesimlerin ve demokrasi güçlerinin kendilerini fasit bir çember içine de hapsetmemeleri gerekir. Zira 6 yıldır artık Türkiyelileşmiş ve birçoğu Türkiye proletaryası saflarına katılmış yoksul Suriyeli nüfus, bizimle ortak mücadele dinamiklerine de sahiptir. Dolayısıyla emperyalizme, faşizme ve gericiliğe karşı mücadelede esas sorun bu göçmen nüfusu kimin kazanıp kazanamayacağı sorunudur. 

Hükümetin halka rağmen kamp kurma dayatmaları karşısında “Bizim derdimiz Suriyeli mültecilerle değil” demek önemli bir ayrımdır. Ama yeterli değildir. Çünkü mülteci pazarlıkları gündeme geldiğinde ya da AB-Türkiye arasında “Geri Kabul Antlaşması” imzalandığında da aynı itiraz sesinin yükselmesi gerekir. 

Ve –Dikili mitinginde olduğu gibi- “Mülteci istemiyoruz” diyenlerin sesi “Hoşgeldiniz mülteciler” diyenlerin sesinden daha çok çıktığı sürece; bu ülke eşitliğe, özgürlüğe, demokrasiye bir o kadar uzak kalacak demektir. 

ÖNCEKİ HABER

Vahşetin kokusu ve talanın izleri: Sur

SONRAKİ HABER

İktidar bloğunda çatlaklar açmanın yolu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa