05 Nisan 2016 00:57

Sözde Toledo

Diyarbakırlı Yazar Mıgırdiç Margosyan, Sur'u yazdı.

Paylaş

Mıgırdiç MARGOSYAN

"Taşına toprağına bin can feda” ettiğimiz cennet vatanımızın en önemli, en yetkili koltuğunda oturan başımızın başı başbakanımız muhterem Davutoğlu hazretlerinin, payitahtımız Ankara’dan uçağına atlayıp, Misakımillimizin sınırları dahilindeki kadim şehirlerimizden biri olan Diyarbakır’a gitmeye kalkıştığında, bunu, fevkaladenin fevkinde bir “cesaret”, sanki “kahraman”ca bir tavırmış gibi televizyon ekranlarından pazarlamasına, sokaktaki “vatandaş” kimliğimle şaşırmadım dersem yalan olur!

Başımızın başı saygıdeğer başbakanımız Davutoğlu, kendince belki de “hayırlara vesile” olur diye geçen hafta geride bıraktığımız mübarek cuma gününde, tarihi kentin en görkemli Ulu Camii’nde önce cemaatle birlikte namaz kılıp, ardından da yıllardan beri tazı misali peşinden koşuşturup durduğumuz halde ne hikmetse bir türlü yakalamayı beceremediğimiz “birlik ve beraberlik” mesajları vermeyi bilmem kaçıncı defa tekrarlamayı düşünürken, tam da bu hesapların arifesinde “hain eller” tarafından patlatılan bomba ve ardı sıra gelişen olaylara rağmen bu ziyaretini ertelemeyeceğini, hatta tam aksine bu tür eylemlerden asla “korkmadığını, korkmayacağını”  dolayısıyla önceden planlandığı gibi Diyarbakır’a gideceğini belirtip, akabinde de milimi milimine sözünü tutup, böylece halkımızla kucaklaşıp hepsini muhabbetle selamlaması gerçekten de kahramanca bir tavırdı!

Sonra?..

Sonra “yarım elma gönül alma” babındaki bu klasik söylemine ilaveten günün birinde Diyarbekir’de hani neden olmasın Allah’ın izniyle belki de bir ev edinip arada bir buralarda yaşamayı hayal ettiğinden dem vurup, daha sonra da  üç ayı aşkın zaman zarfında Sur’un daracık sokaklarda süren çatışmalar sonucunda sanki milattan bilmem kaç asır öncesinden farksız bir “harabe”ye dönüşen virane evleri, sokakları çevresindeki sayısız korumaların himayesinde korkusuzca gezerken, aynı zamanda da buralarda ölen veya ister istemez terk eden insanları düşünüp, böylece tıpkı yöre halkının acı olaylar karşısında sıkça dillendirdikleri “cigerım dağlandi” hüznünü yaşayıp belki aynı şekilde ciğeri dağlandı mı kim bilir...

...

Son aylarda Diyarbakır’da, özellikle de Sur’da gelişen olaylar nedeniyle asayişin berkemal olmadığını, keza adı konmamış bu savaş nedeniyle bunun ceremesini öncelikle bizatihi oralarda yaşayan insanların çektiğini, neredeyse her Allah’ın günü kırk kısım tekmili birden televizyon ekranlarından ibretle izleyip dururken, diğer yandan da bir zamanlar o diyarlarda hasbelkader doğmuş biri olarak hani nasıl derler “dünya gözüyle” bir kez daha bizim oraları, bizim diyarları görmek için yola revan oldum.

Yılar önce sokaklarında, daracık “küçe”lerinde yaşıtım çocuklarla çeşitli oyunlar oynayıp, topaç veya çember çevirdiğim, çoğunluğu “karahübür” denen dut ağaçlarının yaprakları arasında cıvıldaşıp duran serçelerin yanı sıra, keza benekli dut kuşlarını kendi imalatım “çatal lastik”le avlamayı acemice sürdürdüğüm, alfabenin ilk harflerini Süleyman Nazif İlkokulunda sökmeye başladıktan sonra yaz tatillerinde dayım Demirci Haço’nun, namı diğer İsmail Usta’nın yanında körük çektiğim, ilkokuldan mezun olunca bu kez de Ziya Gökalp Lisesinde bir taraftan İngilizce, geometri, cebir, kimya, fizik, biyoloji falan feşmekan derken, giderek uzayan boyumla birlikte kısa pantolonlu günlerimi geride bırakıp, böylece uzun pantolon giymeye başlar başlamaz, ister istemez gelip dayandığım ergenlik çağında hemen her fırsatta evimizin iki adım ötesindeki Paşa Hamamı’nın kapısında dikilip, hamamdan çıkan yanakları al al olmuş kızlar içinden en güzelini keşfe çıktığımı, sırf bu yüzden derslerimi “ihmal”edip “ikmal”e kaldığımı, tıpkı “Milli Şef” dönemindeki “taharri memuru” , bir nevi “sivil polis” gibi araştırıp izleyen gavur babam Sarkis, namıdiğer Dişçi Ali Usta, arada bir yine yaz aylarında papazımız Der Arsen’in evine giderek öğrenmeye çalıştığım Ermenice derslerinden de doğru dürüst bir netice almadığımı, üstelik bu gidişle, bu “ehmak”lığımla, otuz sekiz harfli Ermeniceyi söküp okuyup yazmam için belki de otuz sekiz senenin dahi yetmeyeceğini kendince inceden inceye hesaplamış olacak ki, öncelikle sırf ana dilimi öğrenmem için bin dokuz yüz elli üç yılının eylül ayında biletimi kesip beni İstanbul’a postalarken yanağımı okşayıp kulağıma şunu fısıldamıştı:

    “İstanbol’a get ana dilimızi öğren adam ol!”

...

Dört yaşındayken “kılıç artığı” olan babamın indinde ‘adam’ olmanın öncelikli şartı ana dilini öğrenmekti; oysa Diyarbakır’da ana dilimiz Ermeniceyi öğretecek hani ilaç için dahi olsa bir tek Ermeni okulu kalmadığı için benim gibi birkaç çocukla beraber İstanbul’a geldikten sonra ana dilimizi öğrenip ne derece “adam” olduk bilemem ama bir zamanlar ana dil serüveni nedeniyle ayrıldığım Hançepek’e, evimizin bulunduğu Gavur Mahallesi’ne bu son olaylar yüzünden giremeyip kapısının eşiğine dahi ulaşamamanın acısıyla “ciğerim dağlandı”...

...

“Acele işe şeytan karışır” ecdat deyimine rağmen veya tıpkı yangından mal kaçırırcasına alelacele alınan bir kararla Sur’un neredeyse tümü, bir bakıma tarihi şehrin kalbi, “hukuk devleti”imizin kılıfına uydurulup kamulaştırıldıktan hemen sonra Toledo’ya mı dönüştürülür bittabi ki  henüz meçhul ama özüme kalırsa bir günden diğerine yedi bin yıllık bir kadim şehrin tarihini süngerle silip, bunun yerine hesapça sil baştan inşa edilecek sözde Toledo veya benzeri bir şehir, olsa olsa ancak Amed’in, Dikranagerd’in, Diyarbekir’in görkemli surlarının gölgesinde sadece çarpık bir zihniyetin utanç abidesi olur...
 

ÖNCEKİ HABER

Diyarbakır'da gözaltına alınan 9 kişiden 4'ü tutuklandı

SONRAKİ HABER

Zamansız ‘Ateş’i Çalmak’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...