14 Şubat 2016 04:21

Türk sağında ‘Ada’ ve ütopya

Paylaş

Fevzi ÖZLÜER

Bizans’a kadar götürülmesi boşuna değildir, Türk devlet geleneğinin köklerinin.  Bizans Hükümdarı Theofilos (829-842) Platea Manastırı’nı bugünkü Yassıada’ya yaptıktan bir süre sonra, Manastır  ve kilisenin altındaki dehlizler de zindan olarak kullanıldı. Mayıs 1960 Darbesi ardından da Adnan Menderes ve Demokrat Parti üyelerinin yargılamaları yapılmıştı Yassıada’da.  Devlet aklı açısından “ada” bir sürgün yeriydi. Adnan Menderes figürü etrafında Türk sağı da siyasal tarihini bu “sürgün” sembolizmi üzerinden yazdı. Bu tarih yazımı “demokrasi ve özgürlük kahramanlığı” ekseninde gelişti.  Pek tabii ki, her siyasal hareket için geçmişin yeniden yazılması ve gelenek icadı  olmazsa olmazlardandır. Siyaset bir anlamda da “tarihi” her daim yeniden yazmaktır. Geçmişin yazımında mitler, kahramanlık hikayeleri ve anlatılar da önemli bir yer tutar. Türk sağının farklı veçheleri içinde Yassıada ve Sivriada’da yapılan yargılamaların da sağ siyasetlerin gelenek icadına önemli bir uzam sağladığı şüphesizdir. Yargılamaların yapıldığı bu adalarla ilgili 2012 yılından sonra AKP tarafından bir proje geliştirilir. Yassıada’nın önce ismi değiştirilir İstanbul İl Genel Meclisi kararıyla: “Özgürlük ve Demokrasi” adası olur Yassıada. İsmin çağrıştırdığı itibariyle, Ada’ya sembolik bir anlam yüklenir. Tıpkı tüm ada ütopyalarında olduğu gibi. Ancak, Akşit Göktürk’ün Ada ütopyalarının karakteristiğini çizdiği gibi bir yer midir, bu Ada? 

MENDERES’İN KALKINMA ÜTOPYASI VE CENNET

Bu soruya bir yanıt bulmak için Menderes’i iktidara taşıyan kalkınma ütopyasının izini kısaca sürmek gerekir.  Menderes’i ve Demokrat Partiyi iktidara taşıyan, ikinci dünya savaşının yarattığı iktisadi ve sosyal kıtlıktan çıkış ve savaş yıllarından ülkenin yaşadığı yalnızlıktan, kapalılıktan çıkışın müjdelenmesiydi. Tam da 1951 yılında Marshall Planı Türkiye Özel Misyonu Başkanı Russell Dorr’un yaptığı bir açıklamada olduğu gibi, “Türkiye dünyanın ordularını ve savunma fabrikalarının işçilerini doyurmaya sevk olunacaktır.” Uluslararası iktisadi iş bölümünde tarıma dayalı kapitalistleşmenin onayı da alınmıştı. Kısa sürede, ülkedeki traktör sayısı 400 kat artmış, tohum, gübre ithalatının önü açılmıştı. Tarımsal kredi destekleri, bankacılık düzenini geliştirmiş, kırı şehre bağlayan yeni yollar sayesinde taşranın kazandığı seçim başarısı gücünü iktisadi olarak da şehre taşımıştır. Eski kentli ve seçkinler düzeni karşısında, köylülük kapitalistleşerek şehri ele geçirmenin iktisadi, sosyal ve kültürel araçlarını yaratmıştı. Taşra popülizmi ekseninde büyüyen tarım, özü itibariyle üretim araçları üzerinde üreticinin bir hakimiyetin sonucunda değil, gelişmiş üretim araçlarının (traktör, tohum, gübre) ithalatı ve teşvikleriyle biçimlenmişti. Türkiye uluslararası iş bölümünde tarımsal ürün ithalatçısı pozisyonundan çıkmanın eşiğine doğru hızla ilerlerken, bu iş bölümünde yeni dengeler ortaya çıkarken 27 Mayıs darbesini yaşamıştı. Menderes hükümetinin  topraksız ve topraklı köylü sınıflarına vadettiği yeryüzünde mutluluk halesi darbe ile duvara asılıyordu. Demokrat Parti, köylünün zenginleşmesini;  teknoloji transferinde, kara yollarında ve piyasanın genişlemesinde aramıştı.  Demokrat Parti’nin iktidardan uzaklaştırılması, parti önderlerinin idam edilmesinin Türkiye’nin kalkınma ütopyasında bir geriye gidişi işaret ettiğini ve demokrasi deneyimi açısından da bir karanlık döneme girildiğini sağ siyasetler hep dillendirdi. Bu anlamda da Yassıada’nın, Menderes ile cisimleşen “yeryüzünde cennet: kalkınma” fikrinin somut bir biçimde açığa çıkartılacağı yer olarak yeni dönem sağ iktidarlar tarafından korunmasını beklemek ham bir hayal olmayacaktır. Çünkü, siyasal geleneğe yaslanmak, Mumford’un dediği gibi “örnek toplum düzenini, hiç değilse tarihin geçmiş bir döneminde gerçekleşmiş gibi göstermek, böylece örnek toplum ülküsünü tarihsel bir temele oturtmak iste”mektir. Lakin,Yassıada’da Demokrat Parti milletvekili olduğu için tutuklu bulunan Faruk Nafiz Çamlıbel’in satırları Ada’nın bir kara-ütopya mekanı olarak tasarlanmasının ipuçlarını vermektedir: “Bilmiyor gülmeyi sakinlerin binde biri; Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür; Mavi bir gölde elem katrasıdır Yassıada.”  Sağ için bu kara ütopyanın ve sembolik olanakların dönüştürülmesinde iktidara sahip olmak önemli bir fırsattır. Demokrat Parti geleneğine yaslanma iddiası ve onun yeryüzü cenneti ütopyasının Ada’da cisimleşmesi, Ada fikrinin canlı tutulmasıyla ilgilidir. Ada, bir düzen, güvenlik, mutluluk kaynağı olarak yaratılması düşlenen toplumsallığın bir prototipi olarak inşa edilebildiğinde her daim ütopyaya kapı aralar.  Ancak, Ada’ya geçmişte, evvel zaman içinde yaratılmış “iyi, mutlu, güvenli bir yer” olarak bakmadığınızda, yine Akşit Göktürk’ün ifadesiyle, “Ada, tutsaklık, baskı ve can sıkıntısı olarak somutlaşacaktır.” Sağ bir gelenekten, kendini ütopyacı fikriyattan ari tuttuğundan, Ada reel siyasetin konusuna dönüşür. Reel siyaset ekseninde de Yassıada, tutsaklık, baskı ve can sıkıntısıdır. O halde neden adanın adı değiştirilmiş ve “Demokrasi ve Özgürlük Adası” olarak konulmuştur. Anlaşılan odur ki, demokrat parti ve Menderes geleneğinin, iktisadi ve siyasal fikrinin Ada’da cisimleşmiş bir biçimini yaratmak iddiasıyla bu isim konulmuş değildir. Bu anlamıyla da “Ada” ile kurulan bağ bir ütopya düzlemi değildir. Ütopya düzleminde böylesine bir bağ kurulamadığında da dışa kapalı, zamandan arındırılmış, mutlak anlamda geçmişin güzelliğini ifade eden bir biçimde geleneğin sunulmasına gerek kalmamaktadır.  Gelenek, sağ için düne dair değildir.  Bu nedenle de “demokrasi ve özgürlük adası” ifadesi bir gelenekle bağ kuran proje olarak da ortaya çıkmamıştır. 

OLAN NE?

Tam da bu bağ kurulmadığında; Ada’nın ele geçirilmesi olanaklı hale gelir. Adnan Menderes’in yattığı cezaevi bu nedenle yıkılır. Ada’da yıllardır oluşan cangıl ortamı birkaç gecede dümdüz edilir. Manastır ve dehlizler buldozerlerle temizlenir.  Sağ’ın “muhafaza eden bir potansiyeli” var olacak idiyse de ganimetin pay edilmesi ritüeli içinde bu potansiyel de erir gider. Ada, geçmişinden kurtulur. Bir tür özgürleştirilme operasyonunun konusu haline gelir.  “Demokrasi ve özgürlük” adaya yapılacak marinanın vitrini haline gelmiştir. Marina’ya demirleyecek gemiler için, Kıyı Kanunu kapsamındaki tüm koruma kısıtları torba yasalarla ilga edilir. Adanın eşkinalara ev sahipliği doğal sit yapısı kaldırılır. Adnan Menderes’e ithafen  Ada’ya verilmiş tarihi sit statüsü düşürülür. Çünkü proje adası için tarih, doğa ve bizzat “gelenek” bir engeldir. Düne dair yazgı yine değişmemiştir, geleneğinden sağı kopartan şey yine uluslararası iş bölümü olmuştur: Turizm ve inşaat sektörüyle büyümeyi esas alan patronaj ilişkileri.  Tam da bu nedenle Ada’nın çırılçıplak halleri bir fotoğraf karesi olarak manşetlere dökülünce, Marmara ekosistemi içinde bulunmayacak bitkilerle adanın yeşillendirileceğini ihaleyi alan şirket savunabilmektedir. Çünkü, “doğa” sadece bir boya markasıdır ve yeşil bir renktir. Bunun için de canlıların tarihi, geleneği hayırhah bir nitelik barındırmaz. Ada’da bu nedenle köylü eksenli Demokrat Parti kalkınmacılığının cisimleşmesini, bir tarımsal ekonomi ütopyasını göremezsiniz. Ada’da kültür ve kongre turizmi ile Mayıs darbesinin müzesinin ötesinde bir yaratıcılık bulamazsınız: hizmet ekonomisi. Ada’nın bir öfke seli içinde tıraşlanması belki de tam da bu nedenledir ki, iktisadi kurumsallaşmasını tamamlamış olan sağ iktidarlarca bir kültür zemininin, uzamın ve mekanın inşa edilememesinin kara ütopyasını ortaya dökmektedir. Tam da tarihin verdiği, kara ütopyadan kurtulma fırsatı elinin tersiyle itilmektedir. Gelenek bir iktisadi soy kütüğü olarak cisimleşmektedir.Tüm adalar satın alınabilir, kiralanabilir ve öyleyse “ütopya” Acun için de bir projedir sadece.

ÖNCEKİ HABER

Tecavüz mizahına artık yeter!

SONRAKİ HABER

Korkmaz’ım canım, kardeşim, yoldaşım… Senin ardından

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...