07 Şubat 2016 04:49

Şehir korkusu ya da Diyarbakır’ı yıkmak

Paylaş

Fırat GENÇ*

Geçtiğimiz cuma günü Mardin’de “Kardeşlik Buluşmaları” konferansında konuşan Başbakan Davutoğlu, on maddelik “Terörle Mücadele Eylem Planı”nı açıkladı. Sıralanan maddelerden biri de operasyonlar esnasında fiziki yıkıma uğrayan kent merkezlerinin yeniden inşasına ilişkindi. “Tarihi dokuyu koruyan şehirleri ihya” edeceklerini belirten Davutoğlu, bu amaçla yeni bir yasal düzenleme hazırlığı içinde olduklarını ifade etti. 

Bir önceki hafta yine Davutoğlu tarafından yapılan Toledo çıkışı ya da Aralık ayının son haftasında Star gazetesinin talihsiz “TOKİ Göreve” manşetiyle duyurduğu Diyarbakır Valiliği açıklaması, bu türden mekânsal müdahalelerin bir süredir masa üzerinde olduğu izlenimini veriyordu zaten. Devletin cezalandıran, sıraya sokan, asayişçi elinin yanına şefkat gösteren, hizmet götüren elinin eklenmesiyle, yiten meşruiyeti yeniden kazanma beklentisi şüphesiz çok tanıdık.  

Bu beklentinin ne derece karşılığının olduğu ya da muğlak, altı doldurulmamış niyetler düzeyini aşmayan bu türden çıkışların söz konusu mahallelerde ne ölçüde uygulama şansı bulacağı sorularını şimdilik bir kenara bırakalım. Çatışmaların neredeyse bir “kent savaşı” düzeyine vardığı, fiziki şiddetin her türden meşruiyet kaygısını geçersiz kıldığı bir süreçte bu türden çıkışlardan şimdilik büyük sonuçlar çıkarmamakta fayda var.

İNSANSIZLAŞTIRMA STRATEJİSİ

Benim burada asıl işaret etmek istediğim, Kürt şehirleri söz konusu olduğunda, 2000’li yıllarda siyasal iktidar tarafından tasavvur edilen ve bir ölçüde uygulamaya konan mekân politikalarının içerdiği süreklilikler. Daha kesin bir ifadeyle, bugün son derece şedit yüzünü gördüğümüz ve en kestirme biçimde “insansızlaştırma” olarak adlandırılabilecek stratejinin üzerine oturduğu siyasal-mekânsal imgelemin köklerinin henüz fiziki çatışmanın başlamadığı günlere kadar sürülebileceğini iddia ediyorum. Tek tek şehirlere, sokaklara, meydanlara, anıtsal ya da niteliksiz yapılara dair egemen mekânsal tasavvur bağlamında “barış momenti” ile “savaş momenti” arasında, tecrübe edilen maddi ve simgesel şiddet katiyen kıyaslanamayacak olsa da, topyekûn bir değişimden söz edemeyiz. 

2000’li yıllarda Kürt nüfus üzerinde bir hegemonya tesis etmeyi hedefleyen stratejik yönelim, devletin acımasız yüzüne karşılık hizmetkâr yüzünü öne çıkarırken dahi, aşağıdan yukarıya politik mobilizasyon imkânlarının önünü kapatmayı önceleyen otoriter niteliğinden sıyrılmamıştı. Mekâna dönük müdahaleler de hizmet ve otorite vaadi üzerinde yükselen hegemonya projesinin en doğrudan gözlemlenebildiği alanlardan biriydi.   

Bugün için tüm mahalleleri yasaklı alan ilan edilen, yerleşik nüfusun neredeyse tamamının meskenlerini terk etmek zorunda kaldığı Diyarbakır’ın tarihi merkezi Suriçi bu anlamda iyi bir örnek. Zira 2009 yerel seçimlerinin ardından Valilik, TOKİ, Büyükşehir ve Sur ilçe belediyeleri arasında imzalanan protokollerle resmi olarak başlatılan, 2015 yılına gelene kadar da düşe kalka ilerleyen iki ayrı kentsel dönüşüm projesi üzerinden bahsini ettiğim egemen mekânsal imgelem ve stratejilerin izini sürmek mümkün. 

SURİÇİ OPERASYONLARI: PRESTİJ PROJESİ

Çok kabaca özetlemek gerekirse, Suriçi dönüşüm projeleri, bu bölgenin nüfusunun azaltılmasını, boşaltılacak nitelikli yapıların Diyarbakır’ın bir kültür-tarih turizmi lokasyonu olacağı beklentisiyle yeniden işlevlendirilmesini öngörüyordu. Sınırlı bir alanı kapsayan ilk projelerin ilerlemesiyle Suriçi’nde genel bir canlanma olacağı, bunun da orta-uzun vadede hem hizmet sektöründeki istihdam olanaklarını arttıracağı hem de emlak piyasasını efektif hale getireceği umuluyordu. O dönemde hükümet kanadıyla belediye kanadı arasında derin ihtilaflara neden olmayan bu ekonomik projeksiyonu TOKİ gibi merkezi ya da kalkınma ajansı gibi yerel kurumların yöneticileri de paylaşıyordu. Son derece hızlı operasyonlarla hareket etmeye alışık olan TOKİ’nin Ankara’daki yöneticilerinden biri örneğin, yaptığımız görüşme esnasında, hayli uzamış ve kısa vadeli kârlılığı düşük Suriçi operasyonlarını bir “prestij projesi” olarak gördüğünü belirtmişti. Siyasal iktidar açısından bakıldığında bu yaklaşımın gerisinde yatan varsayım açıktı: Modernleşen bir kentte yaşayan, orta sınıf hayatın tatlarını tecrübe eden Kürtler, iradelerine şiddet yoluyla el koymuş olan Kürt siyasal hareketinden kopacaklar ve siyasal temsiliyetlerini, geçmiş inkâr ve kıyım politikalarından koparak Kürt nüfusun varlığını kabul eden AKP’de bulacaklardı.

Siyasal iktidar, bu varsayımdan hareketle Suriçi’ni modern yaşamın gerekleri uyarınca bir “cazibe merkezi” kılmayı planlarken, diğer yandan da Kürt siyasal hareketinin mobilizasyon kapasitesinin yüksek olduğu bu bölgeyi nüfussuzlaştırmayı hedefliyordu. Bu anlamda Alipaşa-Lalabey kentsel dönüşüm projesinin ilk müellifinin, yaklaşık bin konutun yer aldığı büyükçe bir alanı hırsızlık, uyuşturucu ve terörü engellemek amacıyla bir parka dönüştürmeyi öneren Valilik kadroları olması tesadüf değildir.

Anlaşılan o ki; bugün gelinen noktada Suriçi ve diğer Kürt şehirleri herhangi bir siyasal meşruiyet kaygısının geride bırakıldığı bir ortamda, bu yolun mantıksal sonucunun nerelere varabileceğini tecrübe ediyor. Aylardır kalabalıklardan korkan bir modernleşme anlayışının en uç durumda bizatihi şehirlerin ortadan kaldırılmasına yönelebileceğine tanıklık ediyoruz. 

* Dr., Kent araştırmacısı

ÖNCEKİ HABER

Mücadeleyi eksiltmeden dayanışma...

SONRAKİ HABER

Türkiye’nin özgür gazetecileri, Haber Nöbeti’nde birleşin!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa