25 Kasım 2015 00:50

Ferzan Özpetek’in büyük ailesi ile hayata ve aşka dair

Ferzan Özpetek, Can Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabı 'Sen benim hayatımsın'da, Roma’daki 39 yılını, ‘ailem’ diye tanımladığı çevresindeki bütün ilişkilerle birlikte anlatıyor.

Paylaş

Fatih POLAT

“Sen benim hayatımsın.”
Ferzan Özpetek’in son kitabı, kitabın adı olan bu cümle ile başlıyor ve aynı cümle ile bitiyor. Kullanım biçimlerinin geçtiği bağlamlar aşka ve sevgiye dair.  Ancak kitabı tamamladığınızda, yazarın bu cümleyi iki anlamlı kullanmış olabileceğini düşünüyorsunuz. Çünkü kitap yazarın hayatını anlatıyor.
Bu, geçtiğimiz yıl Can Yayınları’ndan çıkan ‘İstanbul Kırmızısı’ndan sonra yazarın, aynı yayınevinden çıkan ikinci kitabı.
Ferzan Özpetek deyince, filmlerinde cinselliğe, aşka dair temaların öne çıktığı ve bu açılardan kendine özgü cesur bir çizgisi olan yönetmenliği akla gelir. Yeni çıkan kitabının da bir kez daha gösterdiği gibi, aşk onun açısından bir sanat nesnesi değil, daha çok öznesi gibidir; insanları birbirine bağlayan bir ip ve herşeye rağmen dünyayı anlamlı kılan bir enerjidir.

ROMA’DA ESKİ BİR APARTMAN
Yazar bu kitabında, Roma’da geçirdiği 39 yılını, ‘büyük ailesi’ olarak anlattığı ilişkilerle birlikte yansıtıyor.
“Roma’ya aşığım: Yüreğimin diğer yarısının attığı İstanbul’un soluğu var onda” diyen yazar, yetmişli yılların ortasında, henüz toy bir çocukken ayak bastığı Roma’da döküntü, eski bir binada yaşamaya başlar. Bu binadaki ilişkiler, hem hayatının, hem son romanının kahramanları olur: “Hemen keşfedeceğim gibi, biraz döküntü o bina, ‘geleneksel’ birkaç ailenin dışında, genelde değişik, harika insanların oturduğu bir yerdi. Bunlar, dünyanın büyük kısmı için o zamanlar toplum dışına itilmiş nonoş, travesti ve aykırı kişilerdi. Ama benim ‘ailem’ olacaklardı.”
Yazarın sevgilisi Valerio ile birlikte yaşadığı bu apartmanda, apartman sakinleri olarak pazar günleri terasta birlikte yemek yenilir ve sohbet edilir. Yazarın “Roma’nın en ilginç ve aranan transıydı. Ve kentin ilk translarından tabii” diye anlattığı Vera içtenliğiyle ve dobralığıyla öne çıkan bir karakterdir.  Vera’yı kaybettiklerinde onun için, hayatının son dönemlerinde gizlice gittiği kilisede bir tören düzenlerler.
Dışarıdan bakan birinin belki sıra dışı bulabileceği bu ilişkiler, yazar için insanların hayatlarına içten bir biçimde dokunarak kurulan bir yeni evrendir.

‘MEKTUP ROMAN YAZIYORDUM’
Kitabın bir yerinde şöyle der: “Gerçeklerin yeniden yorumlandığı paralel bir dünya yaratıyordum. Kısacası, mektup roman yazıyordum!”
Ve onun tüm bu ilişkileriyle birlikte farklı algılanma sorunları da yine kitapta çarpıcı bir biçimde yer bulur. Örneğin,  Türkiye’den çok sevdiği kuzeninin babası, Yılmaz amcası, ziyaretine gelir. Roma’da birkaç gün kalacaktır. Sonrasını kendisinden dinleyelim: “...Ben onu rahat ettirmek için elimden geleni yaptım. Kenti gezdirdim, arkadaşlarımla tanıştırdım.(...)  Eve döndüğümüz zaman, bana hayatında hiç böyle eğlenmediğini söyledi. Birkaç ay sonra, annemle bir-iki gün geçirmek için İstanbul’a gittim. (...) Meğer Yılmaz amcam Roma’dan döner dönmez, benim nonoş ve yozlaşmış insanlardan oluşan bir grupla arkadaşlık ettiğimi, en kısa zamanda geri dönmem gerektiğini söyleyip bütün aileyi ayağa kaldırmıştı.”
Kitap, bir romanın klasik kurgu yapısından farklı olarak, bir sinemacının çevresiyle kurduğu ilişkilere dair bir anlatısı olarak gelişir. Kimi zaman, sinemacının kendisine dair senaryosu, kimi zaman sevgilisine ya da okura bir mektubu gibi ilerler. Bu yönüyle benim aklıma ‘Nasıl Yapmalı’ adlı romanında Çernişevski’nin ‘Sevgili okur’ diye söze başlayarak yarattığı yabancılaşma efektini getirdi. Ancak Özpetek bunu, roman kurgusu içinde bir kahramanı bir anda bir film karakteri olarak düşleyip, sonra da bunu ‘mesleki bir deformasyon’ olarak adlandırarak yeniden romana dönmesi biçiminde yansıtır.

ÜÇ ELMA VE ‘HAREM SUARE’
Kitapta, ünlü yönetmenin önemli filmlerden esintiler de buluruz. Örneğin, çocukken İstanbul’daki evlerine gelen ve aile dostları olan ‘Çerkez Hanım’ın, büyüleyici genç kız ve harem ağaları öykülerini anlattığını hatırlatır ve şöyle devam eder: “Her öykünün sonunda, büyük hasır çantasından üç elma çıkarır, dinleyicilere uzatırmış gibi yaparak, ‘Gökten üç elma düştü: Biri bana, biri dinleyene, biri de şimdi anlattığım öykünün kahramanına’ derdi...”
İzleyenler hatırlayacaktır Ferzan Özpetek’in 1999 yılında Cannes Film Festivali’nde gösterilen ünlü filmi ‘Harem Suare’de, bu üç elmalı masalsı anlatı birkaç kez geçer ve film masadaki üç elmaya kameranın zum yapmasıyla son bulur.
Roman ve sinemanın anlatım tekniklerinin yer yer iç içe geçtiği bu kitap, ‘üç elma’ ile biten hikayelere göre daha sahicidir, yaşanmış gerçek ilişkilere dayanır. Ama yine de bitince insanda benzer bir tad bırakır.

Ferzan Özpetek, Çev: Şemsa Gezgin, Can Yayınları, Türk Edebiyatı, 237 sayfa

ÖNCEKİ HABER

Afrodit’in kollarını kim kırdı?

SONRAKİ HABER

Esin Afşar sessiz sedasız ama özlemle anıldı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa